Çağlayan Çevik, "Perec’le rüyalarda buluşmak", Radikal Kitap, 11 Eylül 2015
İnsanoğlunun en eski hikâyesi Gılgamış’ın “Eski Versiyon”un Bağdat ve Chicago parçalarında Gılgamış’ın gördüğü ilk rüya böyle anlatılmıştır. Bu kitabelerde Gılgamış’ın gördüğü “uyarıcı” ve “haberci” rüyalar, metnin temelini oluşturur.
Aynı şekilde Eski Ahit’in daha ilk kısmı olan Tekvin’de (31/10) rüya anlatımı şöyle çıkar karşımıza: “Ve vaki oldu ki, sürünün kızıştığı vakitte gözlerimi kaldırdım ve rüyada gördüm, ve işte sürüye aşan ergeçler çizgili, noktalı ve kırçıl idiler. Ve Allah’ın meleği rüyada bana dedi, Yakub ve: İşte ben dedim.”
Yakub’un Tanrı’yla konuştuğu anlardan biridir bu ve rüya aracılığıyla aktarılır.
Bir metin içinde, görülen rüyayı aktarmak Gılgamış’tan başlayarak insanlık tarihi boyunca her dönemde, başka mitoloji anlatılarından psikanaliz incelemelerine, edebiyattan diğer başka alanlara kadar yüzyıllardır sıklıkla karşımıza çıkar. Gerçekten bir vakit nasıl peygamberler, krallar, yarı tanrılar gördükleri rüyalar aracılığıyla dünyanın kaderini değiştirmişse, azizler rüyaları sayesinde hidayete ermiş, birçok evliya rüya ile ilahi aşka ulaşmışsa birçok felsefeci ve edebiyatçı “rüya”nın dilsel şifresini, onu anlatarak kırmayı denemişlerdir. Hepsi de kendi metodunu kullanmıştır bunu yaparken...
"Sabah vakti boş mideyle anlatılmamalı"
Ancak hiç de kolay değil bunu yapmak, tahmin edeceğimiz üzere. Gündelik hayatımızda bile bir rüyayı adam akıllı hatırlamak, aynı etkiyle anlatmak, hatta bütün görünenleri eksiltme veya ilave yapmadan anlatmak pek kolay değilken, bunun bir de metne geçmesi sandığımızdan daha netameli bir durumdur. Bu gerçeküstü bilinçdışı görüngüsünü dile getirirken ne sabit bir zaman, ne sabit bir “ben”, o, sen anlatıcısı, ne belirgin bir olay akışı ne de bir kahraman silsilesinden söz edebiliriz. Öyle ya, tıpkı “Başlangıç” filminde rüya mimarıyla yaptığı mülakatta Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı karakterin sorduğu gibi, “oraya nereden geldiğimizi bile” bilmediğimiz yerlerde buluruz kendimizi. Uçarken görürüz, pat diye birisi çıkıverir karşımıza yıllardır görmediğimiz veya zaten hiç tanımadığımız. Ölmüş insanları görürüz, kanlı canlı sohbetteyizdir onlarla. Başka birileriyle sevişmeye başlarız (gerçi Calvino’ya göre bütün rüyalar erotiktir ama), aniden elimiz yüzümüz kanarken fark ederiz, uyandığımızda “neyse rüyaymış” dediğimiz.
Sabah vakti birilerine anlattığımızda gülerek “kıçın açıkta kalmış” klişe cevabına maruz kalacağımız hadiseler cereyan eder rüyalarda. Peki, Walter Benjamin’in bir halk anlatısından hareketle “sabah vakti boş mideyle anlatılmamalı” dediği rüyaları nasıl anlatacağız insanlara? Gılgamış gibi mi, Yakub’un yaptığı gibi mi, Freud’a anlatır gibi mi, Poe gibi öyküyle mi, Adorno’nun yaptığı gibi hangi şehirde görüldüğünü belirterek ve yer yer geriye dönüşlerle mi? Hepsi olabilir. Ama hiçbiri seçeneğini işaretleyip, Oulipo’nun usta yazarı Georges Perec’in yaptığı gibi demeden edemiyor insan. Bu kadar güvenle bu cümleyi kurmamın sebebi, Georges Perec’in Karanlık Dükkân adlı kitabında rüyaları anlatış ve aktarış biçimi...
Oulipocu edebiyat
Neticede, bir rüyasını anlatırken, “gördüğüm rüyada...”, “rüya gördüm” ve “rüyamda... gördüm” girizgâhışla söze başlayarak rüyasını anlattığını işaret eden kişi, bilinçli olarak şekil vermediği veya etkilemediği, “Ben”in (edebî açıdan anlatıcının) denetimine tabi olmayan bir şeyleri anlattığını iddia ediyor demektir. Perec bu durumun tamamen farkında olarak rüya metinlerini anlatmadan önce “Bu rüyalardan -fazlasıyla görülmüş, fazlasıyla işlenmiş, fazlasıyla yazılmış bu rüyalardan- daha fazla ne bekleyebilirdim ki?” çözümü yine aynı cümlenin devamında, Freud’un rüyalar kral yoludur sözüne atıfta bulunarak önümüze koyar Perec; “Onları uyanıkken, gözlerim açık kat etmem gereken ‘kral yolu’nun kapılarına adak olarak bırakılacak metinler demeti haline getirmekten başka.”
Yani açıkça kendi “edebiyat” yaklaşımında asla taviz vermeden rüyalarını aktaracağını söylüyor Perec burada. Bu sayede Karanlık Dükkân kitabının son sözünü kaleme alan Roger Bastide’in de belirttiği üzere “başvurabileceğimiz alanyazında, cinsel eylemin tamama erdiği rüyalar yok denecek kadar azdır. Daha doğrusu tensel eylem, sembollerin arkasına gizlenerek sansürü aşıyordu... Oysa tamamına eren sevişme sahnelerine Perec’te epey sık rastlarız.” Gerçekten Perec toplam 124 rüya metninde, olabilecek bütün anlatım biçimlerini kullanarak ama aynı zamanda onlara karşı çıkarak, tam da ona yakışır biçimde rüyalarını yazıya döküyor. Zaten rüya metinlerinin sonuna eklediği “Rüyalar dizini” ile bunu bir Oulipocu edebiyat türüne çeviriyor.
Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi kitabında sonuna kadar antimilitarist bir dille, Fransa’nın Cezayir meselesindeki tutumunu, ülkenin entelektüel kesimini ince alayıyla ipe dizen Perec’in rüyalar kitabına Mayıs 1968’de gördüğü bir rüyayla başlaması boşuna olmasa gerek. Bu dikkati bir kenara koyup kitaba geri dönecek olursak “gördüğüm rüyaları kayda geçirdiğimi sanıyordum; kısa süre sonra fark ettim ki, meğer sırf yazmak için rüya görür olmuşum artık,” diye karanlık dükkanın anahtarını elimize tutuşturuyor Perec. Haliyle tam da sözün başında belirttiğimiz üzere Gılgamış’ın, Yakub’un, Adorno’nun ve diğerlerinin yaptıklarını alıp yerle bir edecek, daha doğrusu kendi Oulipocu yaklaşımıyla yeniden kuracağı bir şekilde anlatıyor rüyalarını. Adornoya göre, “rüya, özne değildir. O öznelliğin hizmetinde de değildir, öznelliğin ta kendisidir. Mevcut gerçekliği yeniden düzenleyen kişi, bir şey yaratmaktadır. Bunu planlı olarak yaptığında, bu planlı düzenleme olur; düzenlemesini tesadüfe bıraktığında da feragat etmeye çalışan bir yaratıcı olarak yapar işini. Rüyada, her şey öznelliktir, nesnenin bir karşılığı yoktur. Bu nedenle rüya şakalarının kalitesi hakkında tasalanmaz. İyi espriler yapmak niyetinde değildir; çünkü zaten herhangi bir şey yapmak istememektedir. Rüya yönelimsizdir; çünkü kendisi bir yönelimdir.”
Perec ise 124 rüya metninde tüm bunların tam tersini yapıyor. Tartışılmaz “şaka kalitesi”yle aktarıyor rüyalarını. Perec rüyadaki nesnenin karşılığını vermek için dilini bütün sınırlarına kadar zorluyor. Öyle ki zar zor hatırladığımız rüyayı aynı gördüğümüz gibi, katıksız, kendi akışı içinde, birden çıkan adamlarla, ele bulaşan dışkılarla, çırılçıplak bir sevişme sahnesinden kalabalık bir yemek davetine pat diye değişiveren sahnelerle anlatıyor Perec. Gece monoloğunu okurla diyaloğa çevirip, elimizi her attığımız sayfada yeni bir define sandığının olduğu karanlık bir dükkâna sokuyor bizi. Rüyanın kendine ait görselliğini, daha doğduğu anda yok oluveren o görsel düşüncenin, sözsel/yazınsal biçimini icat ediyor kitabında... Sonundaki rüyalar dizini de bunun için, kimi yerde rüyanın geometrisine uygun olarak satırları bozması da bunun için. Gerisi Perec’in her birinin altına ayrı bir “labirent” gizlediği rüyalardan ibaret! Zaten Karanlık Dükkân’ın zenginliği, her rüyanın birer roman olmasından, Perec’in eğlenceli dili ve kombinasyonu her seferinde değişen şifresinden oluşuyor. Karanlık Dükkân tekrar tekrar okunacak, Perec’in “edebiyatta neyi yapmak istediğini” en sıkı haliyle gösteren bir kitap.
Kaliforniya Arayışı
No 74, Haziran 1971
P. ve başka birisiyle Kaliforniya’dayım. Çok uzun süre beyhude yere arıyoruz – neyi?
San Francisco’da gecelemek için hangi ulaşım aracına binersek binelim vergi ödememiz gerekiyor.
Uçağa mı bineyim? Trene mi? Arabaya mı?
San Francisco’nun etrafı tamamen çöl. Orman yangınlarına dikkat. İnsanlar, yıllarca, denizden gelmiş (Çinliler).
Şehrin dışına doğru, bir tepenin zirvesinde, ek yerinden üstünkörü tutturulmuş kabloyla bir elektrik düğmesinin bağlı olduğu bir tür reklam sütunu var. Kaygı: En ufak bir kaza bütün bitki örtüsünün cayır cayır alev almasına yeter.
Trene biniyorum. Uzun uzun çölü geçtikten sonra, Lyon’a varmalıyım, sonra da başka bir yere (Bordeaux? Marsilya? Paris? Her halükârda, Lyon’dan çok uzak bir yer değil).
Yataklı vagonda yatıyorum, tek başıma. Ben daha yeni hareket ettiğimizi sanırken, tren Lyon’a varıyor.
Yan kompartımanlardan birindeki P.’ye sesleniyorum. Vagonun dışındaki basamaklardan çıkıp yanıma geliyor. Şimdi benim kompartımanımda 4 kişiyiz: P., ben ve onun iki kız arkadaşı. Üç kadın aynı hareketle soyunuyor, bluzlarını başlarından çıkarıyor ve kuşetin üzerindeki çarşafın altına giriyorlar. Hiçbiri külotunu çıkarmıyor. Bana gelince, çırılçıplağım, külotumla çoraplarımı top yapıp yatağın kıvrımlarından birinin arasına sokuşturuyorum.
Üç kadınla peş peşe sevişiyorum.
Bu arada geniş bir tür kaidenin üzerinde olduğumu ve bütün vagonun bizi görebileceğini fark ediyorum. Biraz ötemizde, dört adam bir masaya oturmuş; gangstere benziyorlar.
Tren ağır ağır Coursons şehrini geçiyor. Şaşırıyorum. Lyon’dan geçtiysek, burası Coursons olamaz, halbuki Coursons: P. burayı iyi tanır, ben sadece bir defa gittiğim için onun kadar iyi bilmem. Sonra bende jeton düşüyor: Burası Yonne’daki Coursons değil, Nièvre’deki Coursons (ve ekliyorum: “Sen bilmezsin...”).
Dik bir sokakta bir tabela görüyoruz: Paris (ya da Marsilya) 4 (rakam onlar basamağında); biraz ilerleyince şüphe (sayı 40 mı... yoksa 49 mu) yok oluyor: 41’miş. (Kitaptan)