Türkçe Basıma Önsöz, s. 11-14
İstanbul’a ilk kez Temmuz 1968’de geldim. 18 yaşımdaydım ve Avrupa’yı sırt çantamla otostop yaparak geçmiştim. O zamanlar, Bismarck’ın (yoksa Metternich ya da Talleyrand mıydı?) sözü hatırlatılarak Asya’nın Belgrad’da başladığı söylenirdi. Benim için o başlangıç yeri, Osmanlı minareleriyle Üsküp oldu; evinde kaldığım Müslüman eşraftan bir Arnavut’un şöminesinin üzerinde yeşil bir kumaşa sarılı Kur’an’ın iki yanında iki fotoğraf vardı: Enver Hoca ve Sultan Abdülhamid. Ulus ile imparatorluk. Ateist fakat Arnavut olan komünist ile Panislamcılıktan söz eden son Halife. Daha sonra Haziran 1969’da İstanbul’a döndüm ve benden az büyük Türk öğrencilerin kaldığı bir üniversite yurdunda bir hafta geçirdim. Piyerloti Caddesi’ndeydi galiba, fakat daha sonra gittiğimde binayı bulamadım. O dönemde Topkapı’dan sonrası kırsal alandı; Galata Köprüsü üzerinde, sırtlarına astıkları ışıl ışıl bakır silindirleriyle su satıcıları vardı; geceleyin de Sultanahmet’ten Sirkeci’ye inen sokaklara girmeseniz iyi olurdu. Sultanahmet Meydanı’ndaki Pudding Shop, Afganistan, Hindistan ya da Nepal’e doğru yola çıkmış hippilerin ve gezginlerin buluşma noktasıydı. İncili Çavuş Sokağı’nın o zamanki berbat otellerinde uyurken, Agatha Christie’nin fotoğrafları ve su kaçıran musluklarıyla otuzlu yılların modernlik timsali, efsanevi Pera Palas’ın eski zaman lüksünü hayal ederdik. Ama Taksim’e hiç gitmezdik; bizim için orası toz ve benzin kokulu bir tülün ardında ebediyen genç kalan bir Şark güzelinin yüzünde peydah olmuş bir modernlik çıbanıydı. Taksiler sarı ve beyaz eski Amerikan arabalarıydı; yokuşlu sokak zemini gibi delik deşik koltukları vardı. Sonra zift, mazot ve deniz kokan bir vapurla Boğaz’ı geçerek Asya’ ya giderdik.
O İstanbul yok artık.
Kayıp Şark budur aynı zamanda. Karımın Şırnak vilayetinde doğduğu köye yaptığı son ziyaret 1985 tarihliydi – o zamanlar Kürtlerden de yoksulluktan da bahsetmemek için utangaç bir şekilde “Güneydoğu Anadolu” denirdi oralara. O dönemde bütün köyde tek bir telefon vardı ve elbette sabitti; kızlar başörtüleri ve rengârenk pamuklu şalvarlarıyla tarlalarda çalışmak ve omuzlarında taşıdıkları büyük plastik bidonlarda kuyudan içme suyu getirmek için okulu bırakırlardı. Gençler Avrupa’ya gitmişlerdi, köyde kalmış olan kasketli erkekler ise tavla oynayıp tespih çekerek vakit öldürürlerdi. Yirmi yıl sonra, 2005’te oraya gitmeye karar verdiğimizde, karım akrabalarının yirmi sene önce yaptıklarını yaptı: Bol giysiler, uzun kollu entariler hazırladı; dolarlar satın aldı ve bir valizi “modern” ürünlerle doldurdu. Ama köye vardığımızda bütün genç kuzinlerinin düşük belli jean pantolonlar giydiğini, komşu kasabadaki küçük markette Fransa’yla aynı ürünlerin bulunduğunu, banka kartının her yerde kabul edildiğini, bankamatikler olduğunu ve kısa süre önce köye hızlı erişimli internet bağlantısı gelmiş olduğunu gördük; gençler Skype’ta, Facebook’ta ya da cep telefonlarıyla Almanya, İsveç ya da İsviçre’deki yeğenleriyle saatlerce konuşuyorlardı.
Şark yoktu artık.
İşin paradoksal tarafı, Turgut Özal tarafından başlatılan ve AKP’ nin yükselişiyle doruğuna varan bu modernleşmenin, Osmanlı geleneğine dönüş, hatta dinden bahsetmenin şifresi olarak kullanılan düpedüz geleneğe dönüş adına yapılmış olmasıdır. Fakat dönüş yoktur. Atatürk kazanmıştır. Şark özlemi çeken ve bunu yeni bir kimlik haline getirmekle kalmayıp buradan yola çıkarak yeni bir dış politika bile üreten AKP’nin hâkimiyeti sırasında, Şark nihaî bir biçimde ölmüştür. Kayıp Şark’ın peşine düşen sadece ben değilim... Bu şekilde su yüzüne çıkmış olan modernliği niteleyebilecek sıfat yok artık. Batılı değil, çünkü yerel aktörlerin eseri; dayatılmış değil, çünkü arzu edilmiş; fakat otantik, yani nev’i şahsına münhasır da değil, çünkü her tarafı kitsch ve taklit mermerle çevrili. Aslında hiç kimse hakiki geçmişi özlemiyor. Belki de tek özlem eski düşlerdeki, biri Osmanlı diğeri Kemalist iki modernlik tarafından kapısı aralanan düşlerdeki özlem.
Maamafih bu kitap Türkiye üzerine bir kitap değil, her ne kadar hayatımın yolu düzenli bir biçimde tekrar tekrar buradan geçse de. Afganistan üzerine bir kitap da değil; her ne kadar bu ülke beni ben yapan alanların merkezinde bulunsa da: araştırma sahası, savaş tecrübesi, yapılmakta olan Tarih’le yüz yüze gelme yeri; ya da sadece, yayan, at veya deve sırtında, neye varabileceği belli olmadığı için çoğu zaman endişe verici muazzam manzaralar ortasında uzun gezilerin zevki.
Nihayet bu kitap Şark üzerine bir kitap da değil, zira onun varolmadığını hep biliyordum.
Kültür üzerine bir soru bu kitap. Önce benim içinden geldiğim kültür üzerine. Ülkemdeki eski bir azınlık geleneğinden, yaşamış olduğu zulümlerin anılarıyla beslenen bir gelenekten çıkmış olan ben kimim? Kâh Katolik kâh Jakoben ama daima otoriter olan hâkim kültürle nasıl özdeşleşebilirim?
Ama bugün Fransız, Avrupa ya da Batı kültürü ne? Hangi değerlerden bahsediliyor? Bu değerler Hıristiyan mı, seküler mi, laik mi, ya da “postmodern” mi?
Avrupa, eşcinselliğin ve kürtajın suç kabul edilmesinden kürtajın yasallaşmasına (Fransa’da 1974’te) ve eşcinsel evliliğe (Fransa’da 2013’te); ahlakın, iyinin ve kötünün, münasip olan ile rezalete yol açanın tanımında böyle bir değişimi bir kuşakta (benim kuşağımda) nasıl yaşayabildi? Kırk yılda Avrupa, sadece dinî ibadet anlamında değil, özellikle hâkim değerler anlamında Hıristiyan olmayı bıraktı. Halbuki “Hıristiyan kimliği” lafı, İslam’ın kök salmasına ya da Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik adaylığına karşı çıkan popülist partilerin ağzından düşmüyor. Toplumumuzun temelinin oturtulmuş olduğu antropolojik kaidede böyle bir değişim görüldüğünde kültürde bir devamlılık nasıl düşünülür? Bu noktada da “gelenek” hakiki bir kültür değil; tek mevzuu dışlama olan biraz kitsch bir folklordur.
Batıda böyle bir değişim olabiliyorsa, her tarafta da olduğundandır; öz dinlerinin kültürsüzleşmesinde (Selefiler gibi) ya da öz kültürlerinin aldatıcı görünümlere indirgenmesinde bizzat en çok gelenekten yana çıkanların etken olmasındandır bu.
Kültürel göstergeler ve dinsel göstergeler birbirinden ayrılır ve tekrar birleşir: Helal fast-food, Dior’vari tesettür, on-line fetvalar ve her yönde din değiştirmeler olabilir.
Küreselleşme bir gerçeklik ve onu ciddiye almak gerek.
Bununla birlikte, her ne kadar bilgi hemen anında dolaşıma giriyorsa da dünyanın fiziken katedilmesi hiçbir zaman bu kadar zor olmamıştı. Dünyada bedene yer yok artık; yaklaşık elli yıl önce her tarafa otostopla giderdim, o geçtiğim yollar bugün kapalı – savaştan, emniyetsizlikten, vizelerden, korkudan.
Bilet fiyatları düştükçe, görünüşe göre dünya daraldı; oysa bir noktadan diğerine uçakla gidebiliyorsak da yol, hakiki yol; bir sonraki arabayı, bir sonraki otobüsü, bir sonraki treni beklemek gereken yol; kenarlarında yaşayanlarla konuşmayı gerektiren yol; dil, yemek, koku, alfabe, davranış ve bilgelik değişimlerini takdir etme zamanını bize tanıyan yol; o yol artık yok işte. Ve benim için Kayıp Şark, o intisap yolculuklarının mecazıdır. Küreselleşme zamanı öldürdü; geçen zamanı, bir hikâye anlatma zamanını, olgunlaşma zamanını, aylaklık etme zamanını ve zamanın havasını içine çekme zamanını...
Burada bundan, ve sadece bundan, söz etmek istiyorum.
Olivier Roy
Floransa, Nisan 2015