Günce Şıralı, "Bedenler, Hayatlar, Mahremiyetler", Bianet, 21 Ocak 2012
"Panoptikon" kavramını, ilk kez 1787 yılında Jeremy Bentham hapishanelerin tasarımına ilişkin fikirlerini açıklamakta kullanılmıştı.
Panoptikon'da hapishane hücreleri bir daire etrafına dizilirler ve hücrelerin ortasındaki kuleden bakan gardiyan tarafından tek yönlü olarak gözetlenebilirler.
1975 yılında Michel Foucault tarafından tekrar gündeme getirilen panoptikon, gözetlemenin insan davranışı üzerindeki gücün göstergesi olduğunu belgeleme işlevi edinmişti.
Panoptikon'daki gardiyanlar her an yerlerinde olup mahkumları gözet(le)mek zorunda değillerdir çünkü mahkum bireyler gözetlendiklerine inandıkları zaman kendilerini, gözetleyenin gözünden değerlendirmeye doğru bir eğilim taşırlar.
Mahremiyet ise kendi başına insanı insan yapan temel nitelikler arasında yer alıp, özsel bir değer taşımasının yanında, aynı zamanda başka iyilere ulaşılmasını da sağlayan araçsal bir iyidir.
Örneğin, Kant'ın teorisinde özerklik, insan olmanın temel bir değeridir.
Eğer mahremiyet, özerklik için esassa ve hatta özerklik, mahremiyet olmadan anlaşılamazsa o halde mahremiyeti yitirmek, en temel değerlerimiz için bir tehdit olacaktır. Diğer yandan, gördüğümüz, işittiğimiz ve deneyimlediğimiz her noktaya değen neoliberal politikalar ve bunların dönüştürdüğü yeni değerlerle şekillenen yeni hayat formları bulunmakta.
Neoliberalizm ve Mahremiyet aslında bugüne yansıdığı şekliyle etkisinin değmediği alan kalmayan neoliberal politikaların farklı bireylerin belirsiz kriterleriyle sınırlı kalan, kamusal alana çıkmayan, 'ötekilere' açılamayan 'mahrem' alanları ne şekilde dönüştürmüş olduğunu sorguluyor.
Yıllardır beden, sağlık, cinsiyet ve cinsellik gibi hep en mahrem sayılan konularda ayrı ayrı projeler yürüten kitabın editörleri Cenk Özbay, Ayşecan Terzioğlu ve Yeşim Yasin kendi araştırmalarını ve benzerlerini, kısaca 'Mahremiyetin Sosyolojisi' dedikleri bir yapı içerisinde beden siyaseti, bireylerin kendilerini tanımlama süreçleri, bunların devlet ve küresel sermaye gibi farklı iktidar birimlerince nasıl yönetildiği gibi temel meseleleri içinde bulunduğumuz neoliberalleşme sürecine yakından bakarak anlatıyorlar.
Kitapta, neoliberalizm yalnızca ekonomik bir plan olarak değil, insan yaşamının her alanını değişime açan süreçsel bir güç olarak ele alınıyor ve popüler kültürden hastane koridorlarına tetiklediği tüm dönüşümler sorgulanıyor.
Özellikle Giriş Bölümü'nde bugüne kadar pek de dokunulmayan, "özel" olarak kalmasına adeta müsaade edilen alanların gittikçe daha fazla kurcalanan, kamusallaşan ya da daha doğrusu kamusallaştırılan bir yöne evrilmesi vurgulanıyor. Kitabı oluşturan bölümleri okuduğumuzda, bize ait olduğundan şüpheye düşmeyeceğimiz mahrem yönlerimizin ne gibi kontrollere, gözetimlere ve müdahalelere açık olduğunu sorgularken buluyoruz kendimizi.
Zaten antropolojinin (ve aslında sosyolojinin de) esas işlevi bu değil mi? Bu yönüyle, Neoliberalizm ve Mahremiyet, bizi kendi bedenimizi, sağlığımızı, cinsiyet durumlarımızı ve cinselliğimizi yeniden düşünmeye sevk ederek, misyonunu fazlasıyla yerine getiriyor.
Kitabın 'Sağlığın Siyaseti' başlığını taşıyan ilk bölümünde, Tuğba İnci Ağartan, Türkiye' deki neoliberal sağlık reformunu, temel bir hak olarak kurgulanan sağlığın nasıl adım adım metalaştığını ve bu süreçte devletin marifetlerine dair eleştirel öngörüler sunuyor.
Yeşim Yasin, bir meslek hastalığı olan silikozis ve bunun çevresinde oluşan örgütlenmeden bahsederken, esnek çalışma koşullarının ve bunun insani sonuçlarının sorgulanarak neoliberal işleyişin başkaldırılamaz, alternatifsiz yazgısının direncinin kırılabildiği noktalar olabildiğini gösteriyor.
Osman Elbek, mahkumlar ve tüberküloz hastalarına, neoliberal mantıkla uyumlu olan bireyin özdenetim mekanizmalarını manipule ederek yaratılan ıslah edilme hallerini "içinden" inceliyor. 'İçeri' diye tanımladığı hapishane ortamını, çağrıştırdıklarını anlatırken, aslında iktidarın gözünün içerideki veya dışardaki arasındaki farkı kaldırdığını, kontrol politikalarıyla risk grubunun üstlerinde yer alan tüberkülozlu bireylerin ve onların yakınlarının her koşulda kapatıldıklarından bahsediyor.
'Yeni Hastalıklar, Yeni Tedaviler' başlığındaki ikinci bölümde ise modern tıbbın yeni bedenler ve yeni öznellikler yaratılmasındaki rolü yine bugüne, şimdiye dair çalışmalarla anlatılıyor.
Burcu Mutlu, Türkiye' de tüp bebek sahibi olmanın, koşullarını doğa ile kültürün, yerel ile küreselin, din ile bilimin içiçe geçtiği bir perspektiften deneyimlendiğini aktarıyor.
Başka bir deyişle, tüp bebek sahibi olmanın hakim söylemi yaratılırken, iktidar tarafından üremeye yardımcı olmak adına doğallaştırılıp, 'kabul edilemez' koşullarda tersini ürettiği belgeleniyor.
Mehmet Ekinci de kısaca 'kas hastalıkları' adı altında toplanan bir grup rahatsızlığa sahip bireylerin geliştirdiği farklı örgütlenme biçimlerinden bahsediyor.
Kanser hastalarının hastalık deneyimlerini onların gözünden inceleyen Ayşecan Terzioğlu, bu hastalık anlatılarında kişisel ve mahrem olanın toplumsal ve kamusal olanla ayrıştırılamaz bir biçimde içiçe geçtiğini vurguluyor.
Hayatın farklı dört evresi üzerinden kurgulanan bu bölümde son olarak, Maral Erol, 1980'lerde oluşan 'menapoz' söylemini tıbbi araştırmalardan, kabul günlerindeki sohbetlere kadar farklı düzlemlerden kaynak taraması ve analizler sunuyor.
'Neoliberalizm ve Cinsiyeti Yönetmek' başlıklı son bölümde ise beş ayrı yazı cinsiyet ilişkilerinin ve cinsel kimliklerin neoliberalleşme döneminde geçirdiği dönüşümlerin farklı yüzlerini ve evrelerini sorguluyor.
Başkalarının Kiri adlı kitabından hatırlayabileceğimiz Gül Özyeğin, "erkekler seks, kadınlar aşk ister" önkabulünü bir üniversite öğrencisinin deneyimlediği aşk üzerinden, Türkiye'de neoliberal cinsiyet öznelliğinin özellikle de erkeklik oluşumuna dair önemli bulgularla açığa çıkartıyor.
Cenk Özbay, kendilerini heterosekesüel olarak tanımlarken Türkiye ve Türkiye dışından erkeklerle ücret veya hediye karşılığı cinsel ilişkiye giren 'rent boy'ların hayatlarını, gündelik ilişkilerini, erkeklik oluşumlarını inceliyor ve sınıf kimliğinin altını çizdiği anlatılarda da erkekliğin ekonomi ve kültür ile ilintilendiğini ortaya çıkartıyor.
Yener Bayramoğlu, öncelikle heteroseksizmin neoliberalizmin önemli aygıtlarından birisi olan reklamla empoze ediliş şekillerini, daha sonrasında ise neoliberalizmin temel hükmü olan kar edebilme potansiyelinin korunması adına eşcinselleri makbul bir müşteri kitlesine dönüştürmenin ne oranda mümkün olduğunu tartışıyor.
Ankara Keçiören'de belediye tarafından inşa edilen bir parkta, mekansal iktidar ilişkilerini ele alan Hilal Alkan Zeynel, 'istenmeyen' bir grup ve bazı davranışların ıslah etme, diğer bir deyişle 'dışardaki' mahremiyeti konrol etme mekanizması oluştuğunu savunuyor.
Berna Ekal da Türkiye'deki Kadın Sığınma Evlerinin kurumsallaşması sürecini inceledikten sonra, kadına yönelik şiddetin yoksullukla birlikte anılmasını, bu kadınların feminist bir dayanışma içinde olan kadınlar yerine 'yardım alan' kadınlar olarak konumlanmalarını eleştiriyor.
Neoliberalizm ve Mahremiyet, bizlere 'özel alan' ya da 'kendimize ait' olduğu sanrısına sahip olduğumuz konuların çok hızlı bir biçimde karakter değiştirdiği gerçeğini hepsi Türkiye ile ilgili ve hepsi de 2000'li yıllarda yapılmış çok yeni araştırmalar yoluyla hatırlatıyor.
Bu dönüşüm sürecine kapılmak ve karşımızdaki yeni durumu uyum sağlamaya çalışmak ya da daha koruyucu, içine kapanık bir hale bürünüp mahremiyetimize sahip çıkmaya çabalamak elbette bize kalmış.
Zaten bizlerin neoliberalizm ile beraber yaşayan insanlar olarak öznelliğimiz de tam da bu arzular, kaygılar ve tercihlerimizle şekilleniyor.
Bu anlamda bu kitap çok önemli ve yararlı bir çalışma çünkü bize ne yapmamız gerektiğini söylemeye kalkışmadan bugüne ve kendimize dair algımızı ve anlayışımızı kuvvetlendiriyor.