Esra Yalazan, "Yersiz yurtsuz Edward Said, Sürgünler, Mülteciler", Radikal, 28 Eylül 2014
Bugünlerde sınır boylarında berbat politikaların bedelini ödeyen insanlığın akıbetini Edward Said çok önceden yazmıştı. "Yersizliği, yurtsuzluğu", 'anadil' tartışmalarını, mezhep savaşlarını çaresiz izleyerek okuduğunuzda çok daha anlamlı oluyor.
Kök salmak, bir fiil olarak da çekicidir. İnsanın temel kimlik meselelerinden biri olan ‘aidiyet’ duygusunu besler. Kök salan insan, kunt bir ağaç misali asırlarca yeryüzüne tutunmaya ant içmiştir sanki. Faniliğe inat atalarıyla, gelenekleriyle, kültürüyle, diliyle varlığının sürmesini arzu eder. Kendini ait hissettiği ‘kutsal toprağa’ saldığı derin kökler sayesinde edindiği kimlik, bu dünyadaki yolculuğunu anlamlı kılar.
Bu düşünceyle başı hoş olmayanlar da vardır elbet. Sürüklenerek yaşamanın kazançlarının tadını çıkarır onlar ve bir süre sonra o ‘yersizlik’ bilinçli bir tercih haline gelir. Yaşam pratikleriyle pek örtüşmese de Heidegger’in kök salma inancına karşı çıkanlardan biri olduğunu okuduğumda şaşırmıştım. Yerinden olmanın, savrulmanın dünyada var olmanın temel bir biçimi olduğunu anlatıyordu eserlerinde. Kaybolmadan varoluşun hakikatine vakıf olunamıyordu ona göre.
Bu yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olan Edward Said, yersizliği ve yurtsuzluğuyla halleşmeye karar verdiği an, varoluşunun manasını kavradı sanırım. Ülkeler, şehirler, okullar, evler, diller arasında savrulurken aidiyetinin esas itibarıyla kültürel ve entelektüel bir bakışla şekillendiğini fark etmiş olacak ki hastalandığını öğrendiğinde anılarını gecikmeden yazmaya karar vermiş. Yersiz Yurtsuz bir otobiyografi mi, evet böyle de tanımlanabilir.
Kitlesel Göç Çağı
Çocukluk, ilk gençlik anılarının, kimlik karmaşasının, çelişkilerin yanı sıra döneminin Ortadoğu siyasi atmosferini de çıplak bir bakışla aktaran, edebi lezzeti de olan çok uzun bir deneme bence. Said, önsözde dillerle olan ilişkisini hatırlattıktan sonra coğrafyanın öneminden bahsediyor: “Dille baş başa giden bir diğer unsur da o yıllara ilişkin anılarımın merkezinde yer alan ve özellikle ayrılışlardan, varışlardan, vedalardan, sürgünden, nostaljiden, sıladan, ait olma ve yolculuk kavramlarından oluşan kaygan bir zeminde ele alınmış olan coğrafyaydı. Yaşadığım yerlerin her biri - Kudüs, Kahire, Lübnan, Amerika Birleşik Devletleri – büyümemin, bir kimlik kazanmamın, kendime ve başkalarına dair bir farkındalık oluşturmamın yabana atılmaz bir parçası olan karmaşık ve yoğun bir değerler yumağına sahiptir”.
Said’in altını çizdiği çok dilli, kültürlü hayat onun entelektüel hayatını zenginleştirmişti. İçinde yaşadığımız çağın ‘mülteciler, yersizler ve kitlesel göç çağı’ olduğunu anlatan muhteşem makalesi ‘Kış Ruhu’nda gönüllü ve ‘eksantrik’ sürgünlükle mültecilik arasındaki farkı gösteriyordu: “Sürgünü çağımıza özgü bir siyasi ceza olarak kavramak için, haritası edebiyat tarafından çıkarılmış deneyim alanlarının ötesine geçmek şarttır. Joyce’u, Nabokov’u ve hatta sürgün hakkında dokunaklı bir şeyler yazmış olan Conrad’ı bile bir kenara koymak şarttır. Bunun yerine, adlarına BM kuruluşları yaratılmış olan sayısız kitleleri, yurtlarına dönme imkanı kalmamış, ellerinde sadece ekmek karneleri ve söz konusu kuruluşlardaki numaraları olan köylü mültecileri düşünmek gerekir”.
Bugünlerde kenarları mavi çarpılarla işaretlenmiş bu cümleleri okurken kanlı Ortadoğu coğrafyasında yüz binlerce mülteci korkunç bir vahşetten kaçıp kendilerine dünyada sığınacak “bir yer” arıyor. Sınır boylarında devletlerin berbat politikalarının bedelini ödeyen insanlığın akıbetini Edward Said çok önceden yazmıştı. Yersizliği, yurtsuzluğu, bugün hala gündemde olan ‘anadil’ tartışmalarını, mezhep savaşlarını çaresiz izleyerek okuduğunuzda çok daha anlamlı oluyor.
İktidar ve ‘Bir Ben Duygusu’
Said, sadece Filistinlilerin sözcüsü konumundaki siyasi duruşuyla tanınan bir yazar, düşünür değil kuşkusuz. Onu edebiyat, sanat, müzik alanında da güçlü kılan, opera salonunda, bazen bir kitabın önsözünde, edebiyat eleştirilerinde, müzik yorumlarında, akademik çalışmalarında, belgeselde, sinemada, iktidara meydan okumak ve muktediri rahatsız etmekti. Bu bilinçli bir tercih değildi elbet. Tabiatının, parçalanmış kimliğinin bir parçasıydı o meydan okuma. ‘Yersizlik’ sadece köklerini salamadığı topraklardan ibaret değildi çünkü. Benliğinin dehlizlerindeki karanlık tünellerde doğuyordu asıl ‘kimsesizlik’. Said, ilk gençlik yıllarını anlattığı bölümlerde, o parçalanmayı ve devamındaki kırılmaları da yazmış: “Ben olmak yalnızca asla tam olması gerektiği gibi olmamak değildi; asla huzurlu olamamak, sürekli sözümün kesilmesini, düzeltilmeyi ve mahremiyetimin ayaklar altına alınmasını beklemek, kararsız kişiliğimin ezilmesi demekti aynı zamanda. Babamın dokuz yaşından itibaren beni tutsak eden sıkıyönetim rejimi ve hayat terbiyesi bana ne bir soluklanma fırsatı, ne de onun kurallarının ve kalıplarının ötesinde bir ben duygusu bıraktı. Müebbeden yersiz yurtsuzdum artık.
Said’in müebbet yersizliği, o ‘ben duygusunun’ parçalanışından sonra bir yere oturtamadığı çok kimlilik meselesini de hayatı boyunca taşımasına neden olmuş. Ve nihayet birikmiş hatıralarıyla anlatmaya karar vermiş. Yersiz Yurtsuz üzerinde çalışmaya 1994 Mayısında, lösemi yüzünden gördüğü ilk üç kemoterapi seansı sonrasında başlamış. Sayfaları merakla, manevi derinliğine şaşırarak, üzülerek, kimi zaman güçlü ironisine gülümseyerek çevirirken, sıkça “iyi ki yazmış, iyi ki yazmış” diye sayıklayıp durdum.
İyi ki yazmış çünkü o sadece hali hazırda tanığı olduğumuz ‘göç çağının’ anlatıcısı değil. Evet yarı gönüllü bir sürgün olarak yaşadığı hayatta kendisi gibi dünyanın her tarafına savrulanları, mültecileri, sürgünleri de anlattı. Hümanizm için hümanizme eleştirel yaklaşılması gerektiğini söyledi. “Savaş kışkırtıcısı, antisemit, ırkçı” türünden muhtelif saçma yakıştırmalar nedeniyle ölüm tehditleri aldı. Hakaretlere nüktedanlığıyla cevap veren harika makaleler, kitaplar yazdı. Ama bu son kitabıyla, en kıymetli varlığını, ömrü boyunca göğsünde bir mücevher gibi taşıdığı ‘kimliksizliği’, insan olmanın çaresizliğini incelikli bir dille teslim etti. Onun gibi bir düşünürün, yazarın benliğinin oluşma sürecini dönemin atmosferiyle birlikte okumak ayrıcalıktır, diye düşünüyorum doğrusu.
Said’in annesine olan düşkünlüğü öyle klişe bir anne-oğul ilişkisinden ibaret değil. Hayatının ve kitabın sonundaki itiraf onu ‘yersizlikten’ kurtarmıştı belki de: “Kendi içimde entelektüel, duygusal ve siyasal anlamda köklü bir değişim geçirmekte olduğum bir sırada, annemin bizzat idealize ettiğim kişiliğinin, sesinin, beni kuşatan anaç ilgisinin ve bakımının, hayatta gerçek anlamda güvenebileceğim yegane şey olduğunu hissetmiştim”.
Baskıcı babayla, merhametli anne arasındaki ‘yersizlik’, onu sıkıştırmış gibi görünse bile aileden, gönül bağıyla kök saldığı topraklardan kopartılarak Amerika’ya gönderilmesinin, yalnızlıkla, mutsuzlukla geçen bütün o yılların kendisi için talihli olduğuna karar vermiş nihayetinde: “Artık ne ‘doğru’ olmak ne de yerli yerinde (sözgelimi evde) olmak önemli, hatta arzulanıyor geliyor bana. Yersiz yurtsuz dolanıp durmak, bir eve sahip olmamak, bundan böyle hiçbir yerde kendini pek de evinde hissetmeyecek olmak daha iyi. Hele de ölene dek kalacağım New York gibi bir şehirde…”
Bazıları için ‘ev, yer, yurt’ kök salmak değil, geçmişin hatıralarını canlı tutan sağlam köklerin hayaliyle, özlemiyle, burukluğuyla insanlığa büyük bir miras bırakabilmektir. Edward Said, hayatı, eserleri, konuşmaları ve galiba en çok da Yersiz Yurtsuz'la bunu gerçekleştirdi. Dünyanın kirinden, pasından, ‘öksüzlüğünden’, insan sevgisinden, edebiyattan, müzikten, sanattan hepimize kocaman bir ‘Ev’ yaptı.