Mesut Varlık, ''Tarihten ‘b’ıkan siyasetin imkânları'', Agos Kitap/Kirk, Nisan 2011
Geride bıraktığımız yüzyılın ve içinde hızla ilerlediğimiz yeni yüzyılın, kendilerinden önceki birkaç yüzyılın hesabını kavramaya izin veremeyecek bir hızla ve şiddetle gördüğü, bugün artık kolayca söylenebildiğine göre, adı ileride konacak olan yeni bir çağda yaşıyor olduğumuzu düşünmek de garip olmamalı.
Kapitalizmin, ulus-devletin, halkın, tarihin, geçmişin, şimdinin, geleceğin yeniden ve yeniden tanımlandığı bir dönemin içindeyiz. Bu süreçte, solun bir yandan kendi kavramları, bir yandan da dünyanın yeni kavramları ve olguları üzerine yeniden düşünmesi, nihayet kendini yeniden tanımlama ihtiyacı içine girdiğinin bir göstergesi. “Nihayet”, çünkü sol, kendisini sürekli olarak güncelleme esnekliğine sahip olduğu için karşısındaki tüm hareketleri, fikirleri ve oluşumları içinde eritip bir kenarına kendi etiketini yapıştırarak piyasada dolaşımını sağlayabilen kapitalizmin karşısında, dünyayı ‘değiştirmeyi’ hedefleyen ama ‘değişmemekte inat eden’ kavramlarla durulamayacağını nihayet gördü. Daha doğrusu, Batı solunda bu temayül uzun sayılacak bir süredir kendini gösterir ve ateşli tartışmalarını sürdürürken, bu anlamda nal toplayan Türkiye’deki sol için bu ibareyi kullanmak yerinde olur sanırım.
‘İlerlemeci tarih’e karşı ‘etkin tarih’
Önüne çıkan her şeyi kendine bir biçimde benzeterek yoluna devam eden kapitalizmin karşısında solun kendini yenilemesi çabaları içinde, Wendy Brown’ın Tarihten Çıkan Siyaset adlı kitabı, ele aldığı meseleler ve ilginç çıkarımlarıyla yabana atılmaması gereken bir tartışma açıyor. Kitapta, “[i]ktidarı mantıktan başka terimlerle düşünüp tasarlamak, tarihsel siyasi bilinci ilerlemeden başka terimlerle geliştirmek, siyasi yatırımlarımıza teleoloji ve doğallaşmış arzu mefhumları olmadan ifade kazandırmak ve ahlakçılık ile kanıdan kopmuş bir siyasi yargı öne sürmek nasıl mümkün olabilir, bu sorulara cevap aranıyor.” (s.15)
Kitabın daha ilk sayfasında, modernliğin geride kalmış, konusu kapanmış bir anlatı olmadığını, devamlılık arz eden “belli özelliklerinin” (“ilerleme, hak, egemenlik, özgür irade, ahlaki doğruluk, akıl ilkeleri”) bugün birer fetiş haline geldiğini belirten Brown, bu fetişlerin çürütülmesinin onun iptal edilmesini getirmediğini, Freud’un fetiş tasvirinde olduğu gibi “Biliyorum, ama yine de...” güven(sizliğ)inde durduğunu gösteriyor.
Brown, siyaset ile teori arasındaki, birbirini dışlarken varlığını sürdürme imkânını diğerinin varlığında bulmalarından kaynaklanan gerilimli ilişki içinde birini yahut öbürünü tercih etme kısırlığından kurtulup ‘başka’ bir dünya için ‘başka’ bir bakış geliştirme imkânının peşine düşüyor ve bunun için soykütükçü tarihyazımı temelinde bir anlayış geliştiriyor.
Foucault’nun ‘etkin tarih’ adını da verdiği soykütükçü tarihyazımı, ‘ilerleme’ paradigmasını iptal eder. İlerlemeci olmayan bir tarih anlayışının, tarihin sabit durduğunu yahut geriye gittiğini iddia ettiği yönündeki kolaycılığın karşısında duran Brown, ilerlemeci olmamanın, bu iki olasılığın ötesinde ve üzerinde, hareket halinde ve müdahalelere açık bir tarih kavrayışını getirdiğini gösteriyor. Tarihin hareket halinde ve müdahalelere an itibariyle açık olması, dünya üzerindeki herkes için geçerli bir prensip. Klasik parti siyasetinden bağımsız olarak etkisini gösteren yeni sosyal hareketlerin bu anlamda tipik bir örnek olduğu söylenebilir. Ancak bambaşka bir cephede, büyük kapitalist pazar ekonomilerinin yanında gelişmekte olan niş pazar ekonomileri de başka bir tipik örnek oluşturuyor. Neoliberal “Değişen dünya, herkes için değişiyor” önermesini böyle okumak da mümkün: Dünya, eşzamanlı olarak, farklı cephelerde, farklı tarzlarda, farklı ‘herkes’ler için farklı hızlarda değişiyor.
‘Şimdi’nin gücü
Hem yeni sosyal hareketçiler hem de niş pazar müteşebbisleri bu çerçevede hareket ediyor: Kendilerini eklemledikleri geleneklerin tarihlerinden yola çıkarak, bir çıkarsama sonucunda değil, ‘şimdi’yi görerek, onun barındırdığı enerjiye yüklenerek harekete geçtiler, geçiyorlar. Brown, tarihin ‘şimdi’de yeniden üretildiğini, Freud, Marx, Nietzsche, Foucault, Derrida ve Benjamin duraklarına uğrayarak anlatıyor; tarihi bir ders çıkarma pratiği ya da olanı olduğu gibi yansıtma aracı olma kutsiyetinden kurtararak, onun daima yeniden üretilmesi gereken bir ‘şimdi’ye müdahale aracı olduğunu vurguluyor.
Bu kesintisiz yeniden üretim ihtiyacı, hiçbir şeyin geçmişte ‘olup bitmiş’ olmamasından kaynaklanıyor elbette. Derrida’nın Marx’a göndermede bulunarak söylediği gibi, yaşam ile ölümün arasında durarak, tekinsizliğimizi sürekli olarak hatırlatan hayaletlerle nihai olarak hesaplaşmak mümkün değildir. Her görünür hale geldiklerinde onlarla yeniden yüzleşmemiz gerekir. Bu, tarihi araçsallaştırmak değil, gerçek işlevine teslim etmektir. Var olan durumu olumlayarak umut pompalayan ilerlemeci kandırmacanın kendisidir tarihi araçsallaştıran. Geçmiş-şimdi-gelecek çizgiselliğinin dışına çıkarak, şimdi-geçmiş/gelecek koordinasyonu ile yapılanan soykütükçü tarihyazımı, bu şekilde ne siyasetin bir aracı ne de teorinin bir malzeme deposu olabilir. Siyaset ve teorinin birbirine sırt çevirerek var olduğunu ve böylece birbirine dayanarak ayakta durduklarını yeniden ve yeniden açık eder; aralarında tercih yapmak yerine her ikisiyle de ilişki kurarak ‘şimdi’nin gelecekle –ve dolayısıyla geçmişle– ilişkisinde aktif rol oynar. Yani, soykütükçü tarihyazımı bir reçete değildir ve bir reçete de sunmaz. İlerlemeci tarihyazımının oluşturduğu pembe atmosferi sürekli olarak dağıtır; ne aktörün rolünün büyüsüne, ne de izleyicinin sahnedeki oyunun büyüsüne kapılmasına izin verir. Hem aktörün hem izleyicinin, herkesin ‘uyanık’ olduğu bir sahne ortamında ise oyunun daha fazla ilerlemesi kolay değildir.