Abdullah Çelik, “Birgül Oğuz’un öykülerinde ölüm ve oyunun icadı”, Duvar, Sayı 7, Mart-Nisan 2013
Ölüm olgusu taşıdığı anlam bakımından oldukça irkilticidir; “Hiç-ama hiç-bir zaman.” Ölümün insan yaşamına sunduğu ilk antropolojik deneyim muhtemelen acı ve yastır. Kuşkusuz yas denen olgu ölüme razı olma, onunla başa çıkmayı öğrenme, hafızayı bu acıyla yaşamaya ikna etme, ölümü bir başlangıç olarak görüp geride kalanın kendisi için yeni bir tarih yaratma ritüelidir. Birgül Oğuz’un Hah kitabının ana izleği ne kadar yas üzerine olsa da asıl çıkış noktası ölümdür. Ölüm olgusunun, kaybı yaşayan kişinin ruh hali üzerindeki etkisi anlaşılmadan, yas denen olgunun ne amaçla ritüelize edildiği anlaşılır olmaktan uzak olur kanımca. Öncelikle ölüm denen muammanın, arkaik yapısında kendiyle beraber getirdiği yüzleşmeyi anlamak gerektiği kanaatindeyim. “Ölüm olayı içini doldurur gözüktüğü yönelimsellikten fazlasıdır, ondan taşar. Ve ölüm şaşırtıcı bir anlam içerir. Sanki yok olma sadece yoklukla sınırlı olmayan bir anlamı gündeme getiriyordur.” çünkü. [1]
Hah’ta ölüm, bir tür görünme ve gösterme biçiminde tezahür eder. Görünmedir, çünkü ölenin ardından kalan kişinin kendisine odaklanıp yaşamı bu minvalde okumaya çalışması, ısrarla kendiyle hesaplaşması bir görünme biçimidir. Görünme olduğu kadar göstermedir de, öleni işaret eden göz, daima işaret ettiği ölümü bir varlık metaforu olarak resmeder, sorunsallaştırır. Gösteren ve gösterilenin ya da ölen kişinin ardında bıraktıklarıyla kalanın yakınlaşması, hesaplaşması, hatta ölene doğru bilişsel bir yönelimin ortaya çıkmasını bu olgu üzerinden okumanın doğru olacağı kanaatindeyim. Bu yönelim ve anımsamalar ise, kaybın ardında bıraktığı nesnel şeylerdir. Bu nesnel eğilim, geride kalanın kendine durmadan şu soruyu sormasına vesile olur; “nasıl olurda ölmüş olabilir?” bu noktada ölüm ile beraber sorulan bir takım sorular, kalanın hafızasında bir dizi anlamsal ilişkileri- çelişkileri de beraberinde getirir; Ölen yalnızca ölmüş değildir çünkü. Ölümün kendisiyle beraber getirdiği sonsuzluk imgelemi, sonlu olanın içerisinde kendini yaşatmaya devam eder. Ölümün ele geçirdiği yaşantı, kalanın zihninde bir bilinmezliğin de ortaya çıkmasına neden olur. Kalmak hem acı veren bir olgu alarak hem de bu acının ötesinde bir anlam olarak bir kenarda durur hep. Bu noktada, Hah’ın ölüme dair ilk imgelemi, kalanın hafızasında hem babanın atmaması gereken adımı olarak, hem de kalanın kayıpla deneyimlediği bir geçmiş olarak nesnellik kazanır:
“Ne var ki babanın son adımıyla bir önceki adımı arasında aşılmaz bir mesafe vardı. Karanlığa dağılan koyu bir sis, zamanı zaman olmaktan çıkaran o ölçüsüz ve alelade adımı okunaksızlaştırıyor, dünyanın izinden siliyordu.” Ölümle ilk tanışma, nesnellik kazanmadan anlaşılır olmaktan uzaktır. Bu dünyevileştirme hali, ölümü nesnel kılma çabası, kalan için anlamaya çalışmanın ilk adımıdır denebilir. Tam da bu noktada ölüm, önüne geçilemez doğal bir zorunluluk, bir yadsıma olarak değil bir kabulleniş olarak karşımıza çıkar; “yaprak fırtınası mıydı, bir kuzgun mu havalandı. Baktım, dört kürek. Beni, baktım, kazımışlar. Neydim ki ben artık, bir neydim. Baktım, akasyasız bir gölge. Baktım, yer kabukta bir sıyrık. Derken, dört kişiydi, omuzlamış ben gölge öldüsünü. Sonra bakmamışım. Ben gül.”
Fakat bu durum kalan için bir anlam olduğu kadar anlamsızlıktır da. Çünkü dünyevi olan her şey için, kontrol edilebilir bir duygu daima vardır. Babanın atacağı adım engellenebilir mesela. Bu durum olan bitenden kendini sorumlu tutma duygusunu da beraberinde getirir. Ölümü kabulleniş tam da bu nokta da oldukça meşakkatli gelir kaybedene. Bunu sağaltabilmenin, bu çelişik duygularla baş edebilmenin tek bir yolu vardır o da yastır.
Yasın kökenine dair imgesel arayış, Freud’un bir çocuğun oyun icad edişine dair izahına benzer bir yoruma götürür bizi. Haz elde etme edimi olarak tanımladığı durum pekâlâ kaybın (babanın) ardından bir yetişkinin acısını sağaltabilmesi için icat ettiği bir oyun olarak da algılanabilir. Freud, bir buçuk yaşındaki bir çocuğun icat ettiği oyun hakkında şunları söyler: “Çocuğun, üzerine ip sarılı bir makarası vardı. Örneğin onu ardından yerde sürükleyip arabacılık oynamak hiç aklına gelmiyor, makarayı ipinden tutup büyük bir ustalıkla kenarı kumaş kaplı beşiğinin altına atıyor, makara gözden kaybolunca o anlamlı ‘o-o-o-o’ nidasını çıkarıyordu. Sonra yine ipten tutarak makarayı yatağın altından çekiyor ve yeniden ortaya çıkışını neşeli bir ‘da’ (işte burada) ile selamlıyordu. O halde oyunun tamamı böyleydi, ortadan kaybolma ve geri gelme.”[2]
Yukarıdaki pasaj için Jonathan Lear şu yorumu yapar; “sanırım burada Freud’un bu psişik gelişimin tarih öncesini incelemekte olduğunu görebiliriz. Oyunu başlatan, yaşamın dokusunda bir yırtıktır. Oyun devreye girdikten sonradır ki çocuk kayıp ve yokluk kavramına sahip olmaya başlayacaktır. Ancak oyun yerleştiğinde kayıp onun için bir kayıp olacaktır. Oyunun sonucu, aksi halde isimsiz bir travma olacak, olanı bir kayba dönüştürecektir.” [3]
Lear’ın bahsetiği yırtık (defekt), Hah’ta ölüm olarak karşımıza çıkar. Psişik açıdan bir çocuğun oyun ile kurduğu ve anne babasının dönüşlerini sembolize eden durumun benzerini “yas” edimiyle yapıldığını görürüz. Nitekim bir çocuğun kabul etmek durumunda kaldığı çaresizliği, onu oyun icat etmeye mecbur kılarken, bu çaresiz duygunun benzerini yetişkinlerde bir takım ritüellerde görürüz: cenaze merasimleri, görkemli törenler, kurulan yas evleri… Bunların hepsi kaybeden kişinin acılarının sağaltımı için uydurulmuş oyunlar değil de nedir? Ölümle tanışan bir yetişkinin icat ettiği ilk oyun psişik açıdan bunun üstesinden gelmeye çalışmak olacaktır. Dolayısıyla yas denen toplumsal olgu, bir ritüel olduğu kadar oyun, rahatlama aracı, acıyla baş etme olarak okunabileceği gibi, pekala da bu sonsuz acıya teslim olma olarak da okunabilir.
Freud’un, bir çocuğun oyun icat edişine dair yorumu, Hah’ta babanın kaybıyla gelen durumun bir benzerine işaret ediyor adeta. Yası tutan kişi sürekli babanın zihnine odaklanarak, oyun icat etmeye başlar; babanın devrimciliği, babanın gidişi, babanın varlığı, sürekli bir çocukluk imgeleminin parçası kılınarak anlatıya dönüşür. Tam da bu noktada oyunda ölen kişinin zamanı bir sonsuzluk- zamansızlık olarak karşılık bulurken, yasını tutan kişinin zamanı bir adım sonra gelen ölüm anına asılır, orada donup kalır: “Neydi akan, zaman mı mesafeler mi?”
Oyunun varlığı ise babanın zamanına göre tekrar tekrar icad edilerek devam eder- ettirilir.
Yukarıda da belirttiğim gibi yitirilen baba, nesnel bir takım şeylerle özdeş kılınır. Bir tür yokluğun acısıyla başa çıkma olarak da tezahür eden bu duygu, gittikçe daha bir görünür kılar kendini; “Akşam kapıya dayandığında. Tak tak, gözkapaklarımdaki tozu silkeleyip kim o? derdim. O zaman kapıdan baba girerdi. Dünyanın uğultusu girerdi. Kapkara ve kocaman türbinlerin uğultusu, asitli sıvıların fokurtusu, eğe ve çekicin sesi, yanmış yağ ve polyesterin kokusu girerdi. Ayaklarını sürüyerek girerdi. Tanıyarak büyürdüm. Sofraya tuzkarabiberekmek götürürdüm.”
Ölüm anıyla başlayan psişik baskı, anlatıcının kurtulmak için daha çok eskiye- ölenin geçmişine gitmesine vesile olur. Sanki her yüzleşme, yaşanan her an tekrar yaşanırsa, acı bir nebze de olsa hafifleyecek, çekilen onca sıkıntı ortadan kalkacak, yas anlamına ulaşacaktır. “Hani sanki ben bin yıllardır bu işi yapıyor muşum, ölümden de yastan da eskiymişim, her şeyin, herkesin ama hepsinin tedarikçisi, refakatçisi, çaycısı, ağlayıcısı benmişim, ben bu taze mezardan yayılan kokunun bilicisi, ta kendisi, en eskisi benmişim.” Yas ile beraber kalanın zihnini baskılayan psişik durum bir nebzede olsa hafifleyecektir böylece. Yasın bu şekilde kabulü, geride kalan için bir yasadır artık; “çünkü onlar annelerini erken, babalarını ölümlerine yakın seviyor. Onlar en çok bunu biliyor. Babalarsa sevilmeye gelmiyor. Babalar bir kere sevildi mi hemen kısalıp ölüyor. Buna önce yas, sonra yasa deniyor.”
Elias Canetti’nin “Kurtarılmış Dil” isimli otobiyografik öyküsünde, babasının ölümüyle ilk nasıl yüzleştiğini anlatır. “Yemek odamızdan bir pencere açıldı. Annem iyice dışarı sarktı, beni Alan’la birlikte ağacın dibinde gördü ve haykırdı: ‘oğlum, sen oyun oynuyorsun, baban öldü!’ bu sözleri sokağa doğru haykırdı, sesini giderek yükselterek bağırmayı sürdürüyordu, onu içeri çekmeye çabaladılar, direniyordu, onu gözden yitirinceye dek haykırışını duydum, uzun bir süre bağırışlarını duydum. Onun bağırışları, Babamın ölümünü, benim içime itti, ve o andan beri içimden asla çıkmadı.”
Annenin bağırışları, o trajik ana dair bir imge yaratır Canetti’nin hafızasında. Bir daha silinmeyecek ve yasla özdeş olan bu imge, gerek yazınsal üretimi esnasında gerekse yaşamının olmadık herhangi bir noktasında sürekli karşısına çıkar. Babanın, yaşamındaki ağırlığı yıllar boyu üzerinden atamadığı bir melankoliyi de beraberine getirir. [4]
Annenin pencereden haykırdığı şey, gerçekliğin ötesindeki bir yanılsamadır çocuk için. Kayıp, bir çocuk için Freud’yen bir bakışla yalnızca gitmek ve dönmek olarak tasavvur edilirken, bir yetişkin için başka bir şeydir; acı. Bu aynı zamanda annenin, çocuğu yasaya boyun eğmeye çağıran bir dayatmasıdır. Hah’ta bu durumun bir benzeriyle karşılaşırız. Ama öncesinde yası tutanın yasayı koyana isyanı öne çıkar; “Sonra bir de gözlerini göğe dikişleri var. Gözlerinin bir tuhaf hesap soruşu var. Bunlar nasıl göz, takatimi içiyor. Ya hu! Tenhada göz ne gezer. Ne var orada, o gökte, bin in cin kuzgun boz tilki aşkına ne var? Uzaktan iplerle ağır ağır indirilen bir savaş arabası mı bu Allah?” bu kızgınlık, bu reddediş, felsefik anlamda yasa koyanın bu yasayı koymayabilirdi düşüncesinden kaynaklanır ki o da tanrının yasasının kabulünden başka bir şey değildir. Karşı çıkılan yalnızca bu yasanın kötücül oluşu, geride bıraktığı yıkıma dair kızgınlık, tanrının yasasına boyun eğmenin zorunlu ve yıkıcı ruh halidir. Bir babanın ölümle biten yaşam serüvenidir yani. Bu noktada Hah’ta ölümle başa çıkma meselesi, yasaya boyun eğme olarak tasavvur edildiğini söylemek yanlış olmaz herhalde. Tanrıyla bir hesaplaşma olarak uç veren duygu gittikçe yerini adım adım bu duruma teslim olmaya bırakır. Ölümle başlayan ve kalan kişinin içinde bir yıkıma dönüşen şey, Lear’ın tabiriyle “yırtık” gittikçe oyun içinde bir tanrısal yakarışa dönüşür. Tam da bu noktada kalanın ölüme boyun eğişine tanıklık ederiz. Yer yer kaygı olarak da karşımıza çıkan bu durum, anlatıcı sesin zihninde, tanrısal bir boyun eğiş olarak tezahür eden duygudur.
Paul Ricoeur, üç boyut zamansallığın varlığını Augustinus’a borçlu olduğumuzu söyler. “Geçmiş, şimdiki, gelecek. Geçmişin şimdisi hafıza, şimdinin şimdisi görü, geleceğin şimdisi ise beklentidir.” [5] Hah’ın zamanı için, anlatıcının zihnine odaklanmış şimdiden başka bir şey değildir. Fakat bu noktada özellikle üzerinde durulması gereken şimdideki gelecektir. Hah’taki Beklenti de budur denebilir; Tanrı’sal yasaya boyun eğme, geleceğin beklentisinin karşılanması için atılmış önemli bir adımdır. Nitekim Tanrı’nın hafızadaki varlığı unutuşunda kapılarını açar. “Böyle oluyor: çocuk tüfeği eline alıyor. Namlunun ucunda; okunaksız bir baba. Sonra korkunç şeyler oluyor. Kırık cıncık ve leke. Saçma ve kül. Ve bir de bakmışsın, baba gökte soluk bir amblem. Tedavülden kalkmış delikli para.”
Üç boyut zamansallıktan kendine bir tarih inşa eden anlatıcının zihni, gittikçe ölümün dinmeyen ağrısı nedeniyle yerini tanrının yasasına bırakır, ardından da geride kalan, unutmak için hatırlanır olanı bir oyun bahçesine dönüştürür. “Artık biliyordu nereye gitmeyeceğini, ensesinde şaşmaz bir saat tıkırdıyordu; Beş. Dört. Üç. İskeleye, iyi günler! İyi günler! Tik tak, geri dönüşsüz.” Belki de teslim olma halini en iyi ifade eden pasaj budur. Anlatıcıyı şimdide, fakat geçmişin değiştirilemez olduğunu söylerken görürüz. Bu durum geçmişe sadakat, onunla uzlaşmadır. Artık diye başlayan cümle, zamansal bir belirlenimdir. Öncesi değiştirilemeyen, sonraya bırakılan bir zamandır yani.
“Yaşam, ölüyü reddeden ve onu yarıda kesen bir atılımdan başka bir şey olamaz. Yaşam ve ölümün, olmanın ve görünmenin ötesinde temsil edilebilir, olmayanı belirtmek şöyle dursun, “ölüm” böylece en üst derecede temsil edilebilir olanın düzenini belirtecektir.” [6]
Hah’taki öyküler yakından incelendiğinde, temsil edilebilir olanın ölümden çıkıp daha bir anlam kazandığı görülecektir. Ölüm, Yas ve son olarak da yasanın ortaya çıkmasıyla beraber temsil edilebilir olanın, Freud’un tabiriyle oyun olduğu yorumu rahatlıkla yapılabilir. Temsil edilebilir olanın dayandığı metaforik yapı ölümden sonra kalanın imgeleminden metne yansıyanlardır. Ölüm bir gerçeklik olduğu kadar, kalanın zihninin unutmaya odaklanması ve son olarak da tekrar oluşması aşamalarıdır. Hafızanın, gidenin ardından yeniden icadı bir mümkün olma duygusunu da beraberinde getirir ki bu da ölüm imgesinin varlığıyla yaşamı kutsayan gerçekliktir denebilir.
Notlar:
[1] Emmanuel Levinas, Ölüm ve Zaman, Çev. Nami Başer, Ayrıntı Yayınları, s.18 Metne dön
[2] Freud, Beyonce the Pleasure Principle, SE 14-5. Aktaran; Jonathan Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yaşamın Arta Kalanı, Çev. Banu Büyükkal, Metis Yayınları, s. 85 Metne dön
[3] Jonathan Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yaşamın Arta Kalanı, Çev. Banu Büyükkal, Metis Yayınları, s. 85-86 Metne dön
[4] Elias Canetti, “Kurtarılmış Dil,” Bir Gençliğin Öyküsü, Çev. Şemsa Yeğin, Payel Yayınları, s. 79 Metne dön
[5] Paul Ricoeur, Hafıza, Tarih, Unutuş, Çev. M. Emin Özcan, Metis Yayınları, s. 394 Metne dön
[6] Juan Manuel Gariddo, Yaşam ve Ölü, Çev. Sevgican Toy, (Jean- Luc Nancy ile karşılaşmalar, MonoKL dergisi özel sayısı), s. 188 Metne dön