Necmiye Alpay, “Hukukun katillerini koruyanlar”, Evrensel Gazetesi, 13 Ekim 2013
Anneannem adlı çok sevdiğimiz anlatının yazarı ve Hrant Dink’in avukatı Fethiye Çetin, bu kez yeni kitabıyla bizi adeta omuzlarımızdan tutup bugün bakmamız gereken asıl yöne çeviriyor. Bizi derken, bu toplumun demokrasi diyenlerini kastediyorum. Kitabın adı “Utanç Duyuyorum!”
Çetin, bir hukukçu olarak, Dink davasından mesleği adına utanç duyuyor. Gerçekte onun utanacağı bir şey olmadığına göre, belki de asıl utanması gerekenlere bu sözcüğü hatırlatmak istiyor. Asıl utanması gerekenler, hukukun katillerini koruyanlardır.
Kimdir bunlar? Çetin, davaların bir aşamasından itibaren adım adım bu sorunun peşine düşüyor ve gördüğü gerçekleri kitap boyunca bize de gösteriyor. Bir savunmadan çok, suçluları bulma edimi bu kitap. Bir tür iddianame. Çok iyi bir yazar ve hukukçu tarafından, hukukun katillerine ve onların koruyucularına karşı, adeta bütün toplumumuz adına yöneltilen bir iddianame. Yayınevinin bu metni sunarken Fransız yazar Emile Zola’nın Dreyfus davasıyla ilgili “J’Accuse! (Suçluyorum!) ” metnini anması boşuna değil.
Dolayısıyla, kitabın altbaşlığı daha isabetli: “Hrant Dink Cinayetinin Yargısı”. Çetin burada ‘cinayetin yargılanışı’ ya da ‘yargılanması, yargılanma süreci’ değil de “Yargısı” diyor. Bunun anlamı, işbaşında olan, cinayeti yargılamakla görevlendirilmiş yargı mensuplarının, kısacası yargı mekanizmasının durumudur.
Hrant Dink cinayeti gerçekte hâlâ bir failimeçhul durumunda. Bunu ezbere değil, Çetin’in “Utanç Duyuyorum!”da tek tek anlattığı işlemsel gerçeklere bakarak söylüyorum. Usta polisiye yazarlarının yazdıkları kadar sürükleyici olduğu halde hukuk fakülteleri için kusursuz bir kaynak oluşturabilecek olan bu çok iyi yazılmış kitap, yalnızca Dink davası konusunda değil, diğer failimeçhullerle ilgili olarak da zihnimizde şimşeğin çaktığı ânı temsil ediyor.
Kitabı okumaya başlarken, bildiğim şeyler anlatılacak duygusu içindeydim. İlk satırlarda, hemen “Anneannem”i çağrıştıran o yakın anlatı, biraz üstelenmiş, biraz fazla tanıdık, hatta tekrar gibi geldi. Ancak fazla sürmedi bu duygu. Anladım ki Çetin’in Hrant’a ilişkin duyguları anneannesine ilişkin olandan fazla farklı değil. Dolayısıyla, anlatının ilk eldeki benzerliği kaçınılmaz. Görüş alanında bilge ve arkadaş Hrant olduğu sürece, anlatı da “Anneannem”e yaklaşıyor. Yargıya, cinayete ve canilere yöneldiğinde ise, nefretle dolmaktan özenle kaçınıp toplumsal bir hukuk duygusuyla donanmayı, hukukçuluğunu şaşmaz bir biçimde öne çıkarmayı başarıyor. Yine kısa sürede fark ettim ki elimdeki kitap hem her tür okumamızın önüne geçirmemiz gerekecek derecede güncel, hem de hukukçular, hukuk öğrencileri, insan hakları uzmanları, gazeteciler, tarihçiler ve diğer toplum bilimleri araştırmacıları için, ama aynı zamanda demokrasi diyen her yurttaş için eşsiz bir belge ve başvuru kaynağıdır.
Faili meçhuller diyarı
Çetin, hem evrensel hukukun hem de yürürlükte olan hukukun örnek alınacak bir uygulayıcısı. Dink’in kıyıcı bir komployla kurban edilmesinin ardından biz her duruşma günü Beşiktaş Barbaros Meydanı’nda bulununca kendimizi görevimizi yapmış sayarken, tetikçilerle “abi”lerinin zehirli sırıtmalarına ve kimbilir daha ne tehditlere muhatap ola ola yargının tıkalı beyinlerine çare bulmaya çalışan Çetin’in ruhunda hangi fırtınaların estiğini ve hukuk açısından neler olup bittiğini bizlerin bile nasıl berbat bir uzaklıktan izlemiş olduğumuzu şimdi kitabı okumuş olarak daha iyi görüyorum.
Şu isimlerden herhangi birini ya da hepsini seçebiliriz: Sabahattin Ali, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Ümit Kaftancıoğlu, Turan Dursun, Musa Anter ve akıllarımıza kişisel değerlerinin yanı sıra “failimeçhul” cinayetlerin kurbanları olarak da kazınmış sayısız düşünür, bilim insanı, gazeteci. Kürt mücadelesinden, aktivist olan olmayan, sayısız insan.
Evet, bu isimlerden herhangi birini ya da hepsini seçip Çetin’in “Utanç Duyuyorum!” kitabında “Hrant Dink” adının geçtiği her yere bu seçtiğimiz ismi ya da isimleri yazabiliriz: Olgunun temeli ve açıklaması değişmeyecektir. Söz konusu açıklama, bugün cezaevinde olan ve olmayan mensuplarıyla Ergenekon’un, MİT’in, Kontrgerilla’nın, “Susurluk” çetesinin, kısacası her tür devlet kurumunun içine virütik bir organizma gibi yuvalanmış bir yapıya işaret ediyor. Andığım ve benzeri kurum ve örgütlerden her birinin içinde faaliyet gösteren, ama hepsini de aşan bir başka kurum. Türkiye’nin Gladyosu. Öyle bir organizma ki, hangi devlet memurunun ensesinde kendini hissettirirse, o dosyada akması gereken sular akmaz oluyor. Bütün failimeçhul siyasi davalarda soruşturmaların “bir yere gelip tıkanması”nın anlamı bu. Bizim toplumumuz hukuk açısından Karadeniz’in hiçbir canlılığa elvermeyen zehirli ve zifirî dipleri gibi. Gazetecilerin, hukukçuların, siyasetçilerin sırf zararlı sanıldıkları ya da birtakım çıkarlara aykırı bulundukları için ardı ardına öldürülmesini, öldürenlerin de failimeçhul ve cezasız kalmasını mümkün kılan bir ortam durmadan yeniden üretiliyor. Aynı yolla kaybettiklerimiz arasında, savcı Doğan Öz ile emniyet müdürleri Doğan Yurdakul ve Gaffar Okkan gibi devlet görevlileri de var. Onların katilleri de “meçhul” kalanlardan.
“Kimdi soruşturmanın başından beri ‘özel’ olarak korunan, üzerine gidilmeyen bu şahıslar? Neden üzerlerine gidilmiyordu?”
Çetin, kitabının 252. sayfasında soruyor bu soruyu. Gerçekte kitap boyunca birçok kez, farklı biçimlerde yinelenen bir soru bu. Çetin, gerçekte savcılara düşen pek çok görevi üstlenmiş bir avukat olarak sonuçta davanın arka planını bütün açıklığıyla yazıp kitap haline getirerek yargı mensuplarına eşine az rastlanır bir cesaret örneği sundu. Tam tamına, insanlığın “hukuk devleti” derken dile getirdiği beklentileri doğrulayan bir örnek. Yazdıklarının tarihsel önemdeki bir cinayet hakkında olmasının yanı sıra, kitabın kendisi de tarihsel bir dönemeci işaretleyebilecek nitelikte analizler içeriyor.
Avrupa’da Gladyosunu temizlemeyen tek ülke
Bir zamanlar dünya çapında bir “Lockheed yolsuzluğu” meydana gelmişti. ABD’li uçak üreticisi Lockheed, belli başlı ülkelerin yetkililerine rüşvet vererek uçak ihalelerini almayı başarmıştı. Skandalın patlak verdiği Japonya dahil tüm ülkeler kendi ülkelerindeki suçluları açığa çıkarıp yargıladı, tek ülke hariç. Bilin bakalım hangisi?
Ve şimdi “Gladyo” konusunda aynı durumdayız. Avrupa’da kendi Gladyosunu temizlemeyen, hukukun katillerini yakalamayan tek ülke Türkiye. Bir de Yunanistan’ın epey temizlediği, ancak şu son yakalanan “Altın Şafak” dahil, birkaç kolunun kaldığı söyleniyor.
Neden böyle? Neden bu derin dip karanlığı bizim buralardan temizlenemiyor? Bu soruya bir yığın “jeopolitik” mazeretle yanıt verenler olacağını tahmin etmek zor değil. Acaba onlar neden ortaya çıkıp evrensel hukukun yanlışlığını, çapsızlıkları ya da mafyozik çıkarları yüzünden failimeçhul mekanizmalarından vazgeçemeyeceklerini savunmazlar?
İnsanlığın yüzüne bakamayacakları için.
Devletin bölünmekten, komünist olmaktan, Yunanistan’a, Kürdistan’a ya da Ermenistan’a toprak kaptırmaktan, Hristiyanlaşmaktan vb. duyduğu yüz yıllık korkular, mafyozik çetelerin kıyıcılığı ve toplumsal sahneden hiç eksilmeyen şoven milliyetçi demagoji, iliklerimize işlemiş militarizm, şişirilmeye muhtaç erkeklik düşkünlüğü ile birleşince, ortam kıvamını buluyor. Bir cezasızlık ve cılız demokrasi diyarı olup çıkıyoruz. Devreye giren açık gizli her kademeden güvenlik, idare ve basın mensuplarına, mahkeme kapılarında Kerinçsiz’e omuz veren Baykam’lar eşlik edebiliyor.
Kamuoyu olarak bizlerin bulanık kalan bilgileri Çetin’in yazdıklarıyla netleşiyor, bir araya geliyor ve önümüze bir yol ayrımı çıkarıyor: Türkiye birinci sınıf bir hukuk devleti olmayı başarabilecek mi, yoksa Çetin’in isabetle işaret ettiği Nazi kökenli doktrinler uyarınca kurulmuş Gladyoları, Kontrgerillaları temizleyen Avrupa’nın bir ucunda, Yunanistan’dan sonra gelen bir demokrasi taklitçisi olmaya devam mı edecek? Kitabın önümüze serdiği yol ayrımı işte bu. Gerçek bir barış ve demokrasi mücadelemiz olacaksa, bu hepimizin işidir. Ve yönelmemiz gereken ilk eldeki hedefi, adıyla sanıyla gösteriyor Çetin. Onun çağrısına katılmamak elde mi?
''Evet tarihimiz utanç dolu olaylar, hesabı sorulmamış suçlar, failleri ortaya çıkarılıp yargılanmamış cinayetlerle dolu. Biz bu utancı geçmişten devraldık ama gelecek kuşaklara devretmemekle sorumluyuz. İşte bu kitap, bir bakıma benim kuşağıma da bir çağrı; utancın hesabını sorma, gelecek kuşaklara utançtan arınmış bir gelecek sunma çağrısı...''