Ali Bulunmaz, “Komedinin felsefesini yapabilir misin Zupancic?”, Cumhuriyet Kitap Eki, 1 Aralık 2011
Felsefeyi gözü kara ve son derece ciddi bir iş gibi görüp kendi mağaralarına kapanarak öbürlerini yok sayan trajik kahramanlar filozoflar, gülmeyi ve güldürmeyi genellikle kulak ardı etmeyi de marifet sayar.
Galiba ağır bir ifade oldu ama elden ne gelir? Hayatın gerçeğini salt acı olarak gören, hayatı fazlaca ciddiye alan kimi “derin düşünürlere”, madalyonun öbür yüzü komediyi ve gülmeyi de göstermeli.
Şunu baştan kabul edelim: Güldürmek ve hayattan komedi devşirmek pek zor. Bunu başarabilmek zehir gibi bir zekâ gerektiriyor. Ağlaklığa eğilimli insanoğlunun yüzünde tebessüm yaratmanın hazzından söz etmek anlamsız ama bunu kotarmak hayli çaba istiyor. Hele felsefe gibi bir etkinlik işin içine giriyorsa. Bir anlamda mutluluğun felsefesi ya da felsefede mutluluk; zor zanaat. En azından görünen bu.
Alenka Zupancic yola tersten başlayıp biraz da akıntıya karşı kulaç atarak felsefecilerin insanı anlamaya çalışırken çoğunlukla neden komediye değil de trajediye yoğunlaştığına kafa patlatıyor sonra da felsefe yaparken üvey evlat muamelesi gören komediye doğru seğirtiyor.
“Zayıf” ya da “kusurlu insanın derinliğine doğru inilirken komediyi düşünme nesnesine dönüştüren Zupancic, “insanın sadece insan olmadığı için” komedinin nefes alıp verdiği tezini ortaya atıyor. Stres dolu dünyamızda, buradan nemalanıp insana “olumlu düşünceler” ve “haller” zerk etmeye uğraşan tüccarların çok da anlayamayacağı sokaklara da sapmayı unutmuyor.
Zihinsel kısa devre
“Gülmeyi” şeytana bağlayan o salakça görüş karşısında, var olsaydı şeytan da sırıtırdı herhalde. Çok uzun zamanlar gülmeceyi tu kaka eden “büyük insanlık”, ne denli komik duruma düştüğünün farkında değildi. Zupancic’in odaklandığı noktaların başında komedinin bu yıkıcı gücü geliyor: Komedi, yaşayıp serpilmemizi sağlayan bir sivrilik aşılıyor bize; bunun törpülenmesi ise insanın tökezlemesine yol açıyor.
Tam da bu anda Zupancic, felsefe ve komedi bağlantısına ya da bağlantısızlığına giriş yapıyor: “Felsefe ve komedi; bu karşılaşmadan bir hayır çıkar mı? ‘Komedi hakkında felsefe yapmanın’ faydası nedir? Aslında muhtemelen pek bir faydası yoktur ama komedi tam da burada felsefenin yardımına koşabilir. ‘Felsefe yapmak’ çoğunlukla fena halde faydasız bir iş gibi görülür: ‘Felsefe yapmayı bırak da işini adam gibi yap!’ ya da buyruğun yeni şekli ‘Felsefe yapmayı bırak da hayatının keyfini çıkarmaya bak!’ bize bunu hatırlatan iki ifadedir. Ama felsefenin komediyle paylaştığı şey de tam bu reddir; şeylerin artık herhangi bir dolaysız amaca hizmet etmeyip hedefi şaşırdıklarında (ve umalım ki başka, beklenmedik bir yeri vurguladıklarında), bırakmanın reddedilmesidir; ‘Bırak şu komikliği!’ lafının da bu türden başka bir ifade olmasının nedeni de budur.”
Zupancic komedinin, var olanı ya da gerçeği, orasından burasından çekiştirerek bozmaya ilişkin bir oyun veya etkinlik olduğunu söyler. Uyumsuzluğun ötesinde, bir var olanın nasıl algılandığı ve bunu da aşarak görülene yeni özelliklerle nitelikler katmanın, komedinin özünü oluşturduğu unutulmamalı. Bu, bir tür zihinsel kısa devre. Zupancic, komedinin felsefenin neresinde durduğunu anlatırken Hegel’e başvurur ve onun görüşlerinden yararlanır:
“Komediyi temsilin öbür yüzünün, başarısızlığının temsili ya da ses bulması olarak gören yazarların tersine, Hegel bayağı ileri gidip şöyle formüle edilebilecek epey şaşaalı bir perspektif kaydırması yapar: Komik karakter özün simgesel temsilinin fiziksel kalıntısı değildir; fiziksel (bir şey) olarak bu özün ta kendisidir. Hegel’e göre komik sanat eserinin temsille işinin kalmamasının nedeni tam da budur.”
Hegel’in görüşlerine bir dipnot düşmeyi veya arılaştırıcı açıklama getirmeyi uygun bulan Zupancic, komedinin evrenselin altını oymadığını, kendini somut olana çevirdiğini; evrensele itiraz etmeyip evrenselin somut emeği ya da çalışması şeklinde algılanması gerektiğini belirtir, hatta bunun için bir sloganı bile vardır: “Komedi, iş başındaki evrenseldir.” Ona göre bunun içini dolduran şey “komedinin öznenin yabancılaşması hikâyesi değil, özne haline gelmiş tözün yabancılaşmasının hikâyesi olması.” Kısacası komedi, evrenseli dışlamaz ya da çürütmez, beri yandan onun en büyük özelliği hemen her şeyi (özellikle de kutsal olanı) sıkı biçimde sarsabilecek güce sahip olmasıdır.
Zupancic’in psikanalizin taşlı yollarına sapıp komedi konusunda Lacan’dan yardım alışını da es geçmemeli; bir söz aracılığıyla pek çok kapıyı açıyor yazar: “Lacan’ın şu ünlü lafını hatırlamamızda fayda var: ‘Kral olduğuna inanan zavallı bir adamcağız değildir deli olan; gerçekten kral olduğuna inanan bir kraldır.’ Bu, komedi için daha da geçerli değil mi? Komik olan, kendisinin kral olduğuna inanan zavallı bir adamcağız değildir (bu çok daha acıklıdır) ama gerçekten kral olduğuna inanan bir kraldır.”
Komedinin, “ete kemiğe bürünme” biçiminde algılanması Zupancic’e göre en akla yatkın yol. Yani, “ete kemiğe bürünme” komedidir; böyle bakıldığında Hz. İsa’yı muz kabuğuna basmış Tanrı olarak görmek komedinin dik âlâsıdır. Alın size kutsalı sarsan gülmece örneği! Bunun altında yatan derin anlamsa komedinin, insanı sadece zaafları veya kusurlarıyla kabullenme ya da ulvileştirme sığlığından uzaklaşma isteğidir. Güzelliği, küçük ve sıradan şeylerle fark etmemizi sağlayan bir yön veya özellik bu.
Komik mutlu son
Zupancic, komediyi oluşturan ana öğeler karakter ve figür arasındaki ayrımlara yelken açtıktan sonra, komedinin özüne ilişkin belirlemelerine devam ediyor ve komik karakterlerin monolojik yanına değiniyor. Ona göre bu kahramanlar, tutkuları yüzünden, normal öznelerarası iletişim dünyasından çıkar ama bu dünyada kalır ve burası onlara bir türlü huzur vermez: Komedi karakterleri veya kahramanları öyle pek mutlu değil aslında. Zupancic’e göre çoğunlukla paranoyak, sefil ve buruk tipler.
Zupancic, komedinin ana unsurlarından saydığı komedyeni ekine köküne ayırırken üzerinde durduğu temel nokta, öbür oyuncularda olduğu gibi onun da ikili bir kişiliğinin bulunduğu. Birincisi kendi benliği, diğeri soya soya önümüze koyduğu karakter; bir bakıma senaryonun ürünü olan kurmaca kişilik.
Bergson, Zupancic’in tasvir ettiği bu tür komedyeni “canlının üstüne kaplanmış mekanik” biçiminde tanımlar. Bergson’a göre komik olan “daima hayatın, canlılığın pürüzsüz akışında bir duraklamayı ima eder.” Şunu da eklemeli: Komik olan aynı zamanda bir tersine çevrilebilirlik imkânı sunar.
Zupancic’in kavramlaştırmalarına göre komedi, iç ruhun canlılığını mekanik dışsallıkla kurmak anlamına da gelir. Burada da en önemli unsur sözcüklerdir; dolayısıyla komedi “sözcüklerle üretilen ruh” biçiminde de algılanabilir.
Komedinin belirleyici (hatta trajediyle ortak) yanının, temel bir uyumsuzluk ve uygunsuzluk olduğunu söyleyen Zupancic, buradan “komik mutlu son”un neliğini soruşturur: “Komik mutlu son, önceki bir talihsizliğin ya da mutsuzluğun aniden tersine çevrilmesi değildir, aksine bütün komedi boyunca canlılığını sürdüren neşeli tatmin havasıyla uyumludur ve tam da yukarıda sayılan talihsizliklerin ürettiği bir şeydir. Hatta komik mutlu son, belli bir tatminsizliği de beraberinde getirir, zira komedinin ve verdiği özgül hazzın bittiğini de ima eder. Başka bir deyişle, komedi ve komik tatmin tam da üst üste binmeyen şeylere yaslanır. Bir acı değil de haz kaynağı olarak bu uyumsuzluklara yaslanır.”
Öznenin kuruluşunun mekanik tekrarı
Bir tür olarak değerlendirildiğinde komedinin yalnızca başarısızlıkla ve kahramanın kalıbına uymayan herhangi bir işi yapmaya yönelişiyle ilgili olmadığını söyleyen Zupancic, onun “zaten hep başarılı bir şeyin arka planında işlev gördüğünü ve gücünü oradan aldığını” savunur. Öte taraftan komediyi “tekrarın tekrarı” biçiminde formüle eder; böylece “komedinin neden çoğunlukla biraz ‘düşük’ düzeyde, ‘çocuksu’ ve ‘aptalca’ bir şey olarak görüldüğü de açıklanabilir: “Komedi bizi (trajediyle karşılaştırıldığında) gerçekle yüzleştirmez, onu tekrar eder (…) Bir öznenin hayatında onun hayat dramasına renk katan çeşitlilik sayesinde oluşan tekrardan önce gelen tekrarın tekrarı olarak kurulmuştur. Öznenin kuruluşunun ‘mekanik’ bir tekrarıdır, bu kuruluşun sonucu olan yazgının, ancak kılık değiştirmiş tekrar olabilecek bir yazgının açımlanması yoluyla bir tekrar değil. Öznel bir yazgının temsili değildir, öznenin temsil burcu altında ortaya çıkmasını sağlayan olayın tekrarıdır.”
Zupancic’in tüm kitap boyunca anlattıklarını özetleyen cümle belki de şu: “Komedi, arzu ve dürtünün yapılarından yola çıkarak öldüğümüz zaman hayatımıza ait bir şeylerin yaşamaya devam edeceği gibi vaazlar vermez; bunun yerine, biz konuşurken de, yani hayatımızın her ânında hayatımıza ait bir şeylerin kendi hayatlarını yaşadığına dikkatimizi çeker.”
O zaman tekrarı, felsefeyi ve ağır ne kadar şey varsa hepsini bir anlığına da olsa bir kenara bırakalım ve gülmeye verelim kendimizi. Ne kadar çılgınca olsa da...