Kaya Özsezgin, “Köleci toplum ve Hegel”, Cumhuriyet Kitap Eki, 24 Ocak 2013
Karaip Denizi'nde bir ada ülkesi Haiti. Saint Domingue adıyla da bilinen bu ada bağımsızlığına kavuşmadan önce 30 bin kilometrekareye yaklaşan yüzölçümü ve 6 milyon nüfusuyla Fransız sömürgesi idi. Batı yarımküresinin en yoksul ülkesi olarak bilinen ada, Kolomb'un keşfinden sonra 'Hispaniola' adıyla anılır olmuştu uzun bir süre. Nüfusun yarısı köle ticaretinden ve savaşlardan dolayı yok oldu. Fransızlar adayı İngiliz ve İspanyol gemilerini taciz amacıyla kullandı. Şekerkamışı ve kahve üretimi yönünden ama daha çok da insan gücüne ihtiyacı olan Avrupalılar tarafından sömürülen bir kaynak olarak görülmüştü. Yirminci yüzyılın başına kadar darbe ve katliamlarla sarsılmış olan Haiti'nin batılı bir düşünür tarafından inceleme altına alınmış olması ilk bakışta uzak bir olasılık gibi görünür. İngiltere ve ABD'de 1800'lü yılların başında çıkarılan yasalarla insan ticareti ve kölelik yasaklanınca Haiti'yle ilgili tarihsel gelişme sürecinde de bir kırılma yaşanmıştı. Bu tarih, Hegel'in yaşamında (1770-1831) aktif bir döneme işaret ediyor.
İşte bu aşamada ada ile Alman düşünür'ün köle ticaretine ilişkin gelişmeler açısından Haiti gerçeğine yaklaşımını, bir ABD'li yazarın, Susan Buck-Morss'un 2000 yılında bir dergide yayımladığı 'Hegel ve Haiti' başlıklı bir makalede, bilimsel içerikle değil, bir 'polisiye' bağlamında ele alarak yazması, beklemediği bir yankıyla karşılaşır. Başlangıçta niyeti, Hegel ya da Haiti hakkında yazmak değildir. Ama gerek Hegel'in Jena metinleri, gerekse onun Adam Smith'in Milletlerin Zenginliği kitabına ilişkin okudukları üzerine yaptığı düşünsel temrinler çevrede büyük bir yankı uyandırınca, bu kitabına aldığı 'Evrensel Tarih' balıklı ikinci makalesini yazmaya yönelir. Dilimize aktarılan Hegel, Haiti ve Evrensel Tarih, bu iki makale boyunca Haiti yöresinde bir dönem yaşanan köle ticareti ve toplumsal olgulara ilişkin yorumları bir araya getiriyor.
Tarihsel misyon
Haiti, Hegel ve köle ticareti konularına ağırlık veren kitabı, bu açıdan arkeolojik ve kültürel bir kazı gözüyle okumak mümkün. Hegel, yaşadığı dönemde, bizim 'modernlik' adını verdiğimiz 'kırılma'yı çok yakından gözlemlemişti. O nedenle Haiti gerçeğine değgin yorumların bu kırılma dışında köleci bir toplum düzeneğinin uzak bir ada ülkesinde yaşananlar açısından ele alınmış olmasından daha doğal bir şey olamazdı. Hegel'in Jena metinleri, kolay kavranabilecek metinler olmadığı halde, maddeci bir eğilime sahip olduğunu söyleyen yazar, tarihsel olarak bu metinlerde 'somut ayrıntılar' bulmuş olduğunu belirtiyor kitabında. Köle ve efendi ilişkisi bağlamında köle ticareti, mübadele esasına dayandığı için Hegel de bundan birtakım sonuçlar çıkarmıştı. Nitekim o, efendi ile köle arasındaki ilişkiden hareketle diyalektik mantık yolunu kullanarak mutlak bilgiye ulaşılabileceği yolundaki teziyle tanınır.
Soru şudur: O halde iki yüzyıllık bu 'tarihsel misyon' nasıl izah edilebilir? Yazar, bu soruya yanıt ararken Hegel ve Haiti gerçeğini de daha kapsamlı bir bakışla yorumlama ihtiyacı duyar. Haiti devrimi olarak tanımladığı gelişmeler, gene yazara göre dünya tarihinde 'belirleyici bir uğrak'tır. Haiti'nin 'yalnız' bir ülke olduğunu söyleyip meseleyi geçiştiren Huntington'la aynı görüşü paylaşmıyor Buck-Morss. 'Tarihsel tahayyülün ufkunu genişletince', sorun da çözüm aşamasına gelecektir. Nitekim Hegel'in kafası da o döneme ait bir mesele olan kölelikle daha başından itibaren meşgul olmuştu. Ne var ki düşünürün metinlerinde bu konu üzerinde açık bir tartışma söz konusu değildir gene de. Yazara bakılırsa, o dönemde derin bir etki yaratmış olan Hür Masonluk, kölelik karşıtı İngiliz yazarlar gibi, köleliğe olumlu bir gözle bakmamıştı. S. Fischer gibi yazarlar, Hegel'in bu konudaki suskunluğunu psikanalitik açıdan yorumlamışlardı. Buck-Morss daha da ileri giderek bu suskunluğu, siyasi baskı görme korkusuna ve köklerinden uzaklaşma tehlikesine kadar başka nedenlere bağlamak eğilimindedir.
Hegel ve Haiti başlığını taşıyan ve yayını sırasında yankı uyandıran asıl makale, kitabın ana bölümü. Yazar, Hegel'in yaşadığı dönemde, yani on sekizinci yüzyılda Batı siyaset felsefesinin 'kök metaforu' haline gelmiş olan köleliği ve köle ticaretini ele alıyor. Bu dönemde köle ticareti gündeme gelmemişti, ama dönemin sanatı, yaygın biçimde işlemişti konuyu. Örneğin Franz Hals'in bir erken dönem tablosunda köle, ev yaşamının bir parçası olarak yansıtılmıştı. 1651'de yayımlanan Hobbes'un ünlü eseri Leviathan'da kölelik seküler bir çerçevede ele alınmıştı. Hobbes'a göre kölelik, insanın 'doğal mizacıyla' örtüşen bir olgu ve 'iktidar mantığının kaçınılmaz bir parçası' idi. Ancak Locke aynı görüşü paylaşmaz. 'Rezil ve sefil bir insanlık hali'dir kölelik ona göre. Ancak o, zenci köleliğin meşru olduğunu savını koruyarak bu konuda bir parantez açmaktan da geri kalmıyordu. Bu ve benzeri yargıların temelinde, bir Fransız kolonisi olan adadaki şeker pancarı üretiminin önemi yatmaktaydı. Adadaki köle sayısının on sekizinci yüzyılda katlanarak 500 bine ulaşmasında bu üretimin payı vardı kuşkusuz.
Köle sorunu ve Hegel
İngiliz ve Flaman sanatıyla ilgili tablolarda seçkin sınıfa mensup kadınların yanında köle figürünün yaygınlığı, zaman içinde bu olgunun bir tür modaya dönüştüğünün göstergesidir. Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'nde özgür doğan insanın her yerde zincire vurulduğu yolundaki görüşü, köle sorununu acımasızca kınaması bakımından belki de yakılan ilk ışıklardan biriydi. (O bile kölelerden söz ederken Afrikalıları atlamıştı.)
Bütün bunlara karşın köleliğin daha sonra ortadan kalkmasında şiddet içeren örgütlü isyanlarla bizzat kölelerin başlattığı mücadele etkili olmuştu. Haiti Devrimi, bu mücadelenin sonucudur yazara göre. 1800'lü yılların başında bu konuya geniş yer ayıran Minerva'daki yazıları okuyanlar arasında Hegel de vardı.
Susan Buck-Morss, yazısının bundan sonraki bölümlerinde köle sorunu karşısında Hegel'in konumunu irdeliyor. Geniş bir kaynakçaya dayandırdığı bu konum hakkında Hegel'in efendi-köle diyalektiğinden yola çıkıyor doğal olarak. Efendinin gücü karşısında köleninki düşüktür. Bağımlı durumundadır köle. Yasada (code noir- 1685) geçen hükümler gene de bağlayıcı olmamıştır bu nedenle. Hegel, bu gerçekten yola çıkarak özgürlüğün bilek gücüyle kazanılabileceği kanısındadır. Marksistlere gelince onlar, Hegel diyalektiğini toplumsal yorumla kendilerine mal etmiş olsalar da bazı yazarlar, Marksistlerin Hegel'i sınıf mücadelesi çerçevesinde yorumlamalarını eleştirmişlerdir.
Kölelik sorunuyla ilgi bağlamında Fransız Hür Masonları'nın logolarına da yer ayıran yazar, konuyu gene Hegel'e getirdiğinde 'kültürel bir ırkçı' olarak gördüğü düşünürün kölelik sorununa yaklaşımının 'esrarlı bir merak'tan öteye geçmediği kanısındadır. İnsana 'varlık' kavramının en üst noktasında yer vermiş olsa da Hegel'in, kölelik sorununa özel bir ilgiyle yaklaşmamış olmasından çıkarılacak sonuç budur.
Kitabın ikinci kısmı 'evrensel tarih' konusunu içeriyor. Yeni Dünya'daki kölelik gerçekliği, bu konu çerçevesinde ele alınıyor. Evrensel tarih açısından Haiti Devrimi'nin ancak muhayyilemizde bir zaferi temsil ettiği vurgulanıyor. İngiltere ve ABD'de 1807'de eşit işe eşit ücret ilkesi uyarınca köle hakları güvence altına alınmış olsa da günümüzde, kuşkusuz sorunun bir başka cephesine gönderme yapılabilir.