ISBN13 978-975-342-604-6
13x19,5 cm, 116 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Ah'lar Ağacı, 2012
Grapon Kâğıtları, 2012
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Hasan Turgut, “Didem Madak: Gaip, Garip ve Galip”, Mesele, Aralık 2012

Didem Madak şiirinin belirsiz, kararsız kalmış bir tarafı var. Kolay ele geçiyormuş gibi görünen ancak aralıksız okundukça zorluğu giderek ortaya çıkan bir şiirdir karşımızdaki. Gündelik hayatta çokça rastlanan durumlara, olaylara atıfla kat edilirken birdenbire geriye çekilen âdeta çökelen bir külliyat.

Önce dil çıkartan, söz isteyen, çığlık atan, sonra ise kendi kendinin hesaplaşmasına girişen, gardım düşüren, sözünü belli bir yoğunlukta donduran bir şairdir Madak.

Bu noktanın öne çıkmasında şiiri tek başına tanımlanmaktan, kabul görmekten alıkoyan sanat piyasasının, toplumsal süreçlerin etkileri hemen sezilebilir ne var ki çekilmeyi, gardım düşürmeyi ve acıya saplanışı açıklamakta yetersiz kalacaktır bu itkiler.

Bilenler biliyor, başka nedenlerin, mistik ve fizyolojik durumların da etkisini küçümsememek gerekir bu şiir söz konusu edildiğinde. Bir bütün olarak şairlik yaşanan her türlü gelişmenin devinimlerinden ve eslerinden esinlenir, şiir yansıtılamayanın, söze dökülemeyenin, dillendirilemeyenin dillendirilmesine, yeniden belirmesine ön ayak olur.

Didem Madak’ın şairlik serüveni hem 1990’lı yılların şiir çizgisinden bir kopuşun, hem de 2000’li yıllara bağlanmamanın bir işaretine dönüşmüştür.

Bu zamansızlık diğer bir deyişle aidiyet yoksunluğu şaire bir yanda seleflerinden özgürleşme imkânı verirken, diğer yanda onun akranlarından gelen gündem tazyikinin dışına çıkmasına vesile olmuştur. Ne biçimin, ne içeriğin, ne de genel olarak özün bir bağlantı noktası oluşturamaması bu şiiri kıyaslamalı okumalara kapatmıştır adeta.

Didem Madak’ın şiirde değil de belki romanda, öyküde daha çok benzerinin olduğunu iddia etmek bence yanlış olmayacaktır. İlk aklıma gelenler şiirinin de sıklıkla göndermede bulunduğu Oğuz Atay ve özellikle Yanık Saraylar’daki Sevim Burak.

Bu durumun ortaya çıkmasında en başta Madak’ın kullandığı öyküleyici ve ironik dil etkili olmuştur şüphesiz. Ancak sadece bunlarla, biçimsel sonuçlar ve çıkarımlarla açıklanamayacak bir dert ortaklığı da vardır burada. Hem Oğuz Atay’ın, hem de Sevim Burak’ın edebi mesailerinin parametreleriyle Didem Madak’ınkiler arasında bir tür koşutluktan da söz edilmelidir.

Aynı toplumsal cenderenin, benzer piyasa saiklerinin yönlendirmesiyle sınırları belirlenen bir edebiyat ortamının kaçakları gibidirler bu isimler. Gerçek şu ki, bu üç isimde söz konusu sınırlara ilişkin uyanıklığın tezahürleri yapıtlarının yörüngesini tayin noktasına kadar gelmiştir. Farklar, tavırlar ve jestler bu noktanın ardından cisimleşerek eserlerin çatılarının oluşmasına hizmet edecektir zaten.

Didem Madak şiirlerinin kolay bir çözüme erişemeyecek olmasının ilk nedeni budur: Bu şiirler bütün yönleriyle gündelik hayatın tasvirine soyunurken mizah derecesinde anlara yol açarlar.

Mizah tek başına görülmez Madak’ta, ona acıma duygusu ve isyankârlık temaları da eşlik eder. Katılıkla başlayan bir anlatı belli bir virajdan sonra kesitlerinin flulaşması, silinmesi, nihayet negatiflerine dönüşmesiyle sonuçlanır.

Şiir kendi kendinin olumsuzlamasına girişirken, hem komik, hem de acı olurken, başka bir deyişle “dünya artık hiçbir okul çıkışı gibi kokmazken” Madak’ın asıl damarı da ortaya çıkar. Bu şiir Alain Badiou’nun tabiriyle “mimesis’in tam zıddı” bir şeye dönüşür artık:

Elbette şiir ‘dile getirilemezse mim koyar’, ya da ‘başdönmelerini sabitler’. Ama bu mim koyma ve sabitlemelerin genel ve derinlerdeki kaynağını, şiirin yeniden ele geçirebileceğine ve adlandırabileceğine inanmak deliliktir. Kendi gücünü adlandıramayan etkin düşünce demek olan şiir, ilelebet bir temelden mahrum kalacaktır. (Başka Bir Estetik, s. 38)

Didem Madak’ın çözümsüz şiirinin dayanağıdır bu aslında. Deliliğin, baş dönmelerinin, şiirsel gidiş gelişlerin altında özne-nesne ayrımlarını ortadan kaldıran bir tür radikallik vardır. Madak’ın şiiri bütün denge kaygısının silikleştiği, çünkü eşitlik tartışmalarının ortadan kalktığı, hiç gündemleşmediği bir aralığın şiiridir.

Her modern şiirin çarptığı ama tutunmaya çalışırken yeterli duygusal ve düşünsel hâkimiyet alanına kavuşamadığı için gerisin geri teğet geçtiği bir hedeftir bu: Hayata sıkı sıkıya bağlı, onunla kader ortaklığı yapan ama tekinsiz, esnek, kırılgan taşlarla döşenmiştir bu hedefin yolları.

Türkiyeli şairlerin modernlikle ilişkileri her zaman çetrefilli olmuştur. Ahmet Haşim’in musiki destekli sembolizminden, Yahya Kemal’in tarih yüklü üslûpçuluğuna, Garip’in arkasında büyük bir düşünsel malzeme bırakan sarkastik şiirinden, ikinci Yeni’nin hâlâ göklere çıkarılan radikalizmine, 90’ların şiddetli imgeciliğinden, 2000’lerin simülasyon çılgınlığına varana dek epey süreçten geçen bu şiir içinde, hiç azımsanmayacak kadar bağımsız, kalıba girmekte güçlük yaşayan şair vardır.

Bu gruplarla ilişkiye giren ama asaletini koruyan, uzun ince bir yol tutturmayı başaran şairler eleştiri mekanizmasının ne hışmına ne de övgüsüne maruz kalabiliyordur kolay kolay. Bunda Türkiye’deki hemen her şeyde olduğu gibi olaylara toplu yaklaşmanın, her şeyi birtakım cemaat ve topluluk normları çerçevesinde açıklamaya çalışmanın etkisi kuşkusuz göz ardı edilemez.

Gruplamalar hem içerdeki, hem de dışarıdaki saflaşmaların iyice belirgin hale gelmesinde oldukça işlevseldir. Bir şiiri belli bir programın, tasarımın temsilcisi katına yükseltmek görece kestirme ve mantıklı yoldur, zaman zaman olumlu bazı sonuçlara götürdüğü de olmuştur ama her özcü yaklaşım gibi bu yol da tutucu, kendi dışına kör ve mutlakçıdır. Didem Madak’ın şiiri de yukarıdaki akımlarla ve kişilerle birçok yönden ilişkilendirilebilir elbette; sonuçta güneşin altında yeni bir şey yok.

Buna karşılık, Didem Madak’ın şiirinin kaygan bir zeminde ilerlediği iddiası bu ilişkilenmeyi hemen zayıflatması gereken bir iddia olarak belirir. Hayatla, onu taşıyan doğum ve ölümle sesli bir hesaplaşmaya girişen bu şiir bütün sadeliğine, bütün açıklığına, bütün defolarına rağmen sürekli bir devinim içindedir. Üstelik bu defoluluk hali devamlı bir onarım, tedavi

ve yaralanma süreci olan şairliğin bizatihi şartı haline gelmiştir.

Kendisiyle başa çıkmak adına her türlü şekle giren, her türlü biçimi deneyimleyen, her şeyle hemhal olan bir şiirdir bu: Akıcı ama kırılgan, yaralı bir bakış, sert konuştuğunda bile ciddiyet yüklenemeyen, boşluğa yönelen bir zaman egzersizi. Bir beyhudeliğe, suskunluğa gömülse de neşeli olmaktan kaçınmayan, neşesinin en az sevinç kadar acıdan da yapıldığını bilen buruk bir bilinç.

Didem Madak’ın savurganlığa varan şiirsel vuruşları her karşıt duyguyu aynı anda yaşamaya mecbur bırakılmış, itilmiş bir zihnin vuruşları olarak görülebilir. Lirizm işte ilk olarak bu demlerde sahneye çıkacaktır. Şiirin duyguların muharebesine dönüştüğü, tekniğin ve mekanikleşmenin, hayatın kirli koşuşturmacasının şiirin duygusal ve düşünsel hacmiyle etkisiz kılınmaya çalışıldığı bir aralıkta.

Zorlu bir yerdir burası; hem şiire, hem de şaire sürekli hareket çağrısı yapan, ikisini birden terleten, nefes almalarını dahi güçleştiren bir yer: yeni sözcüklerin, yeni durumların sabırsızlıkla beklendiği, canlı, çarpıntılı bir alan. Her yolun denendiği, aralıksız bir tekrar, söz bombardımanı ve benzetme oyununun mekânı.

Didem Madak’ın şiiri bütün coşkusuyla burada bir kimlik kazanır, ancak kazanması uzun sürmez, başka bir kimlik onu yerinden etmiştir bile. Özne başka öznelliklerin saldırısına karşı açık bir hedef haline gelmiş gibidir.

Acaba tam içine kapanacakken dışsalın baskısına fazla dayanamadığından geri adım atan bir şiir midir bu? En şiddetli acıyı anlatırken bile kendi oyunsuluğuna takılan, yol alamayan, tıkanan bir söz söyleme pratiği midir Madak’ınki? O bitimsiz ironisi ilk önce bizzat şairinin savurganlığına, hızlı yaşam temposuna mı yenilmiştir de şiiri koordinatları belirsiz bir alana hapsetmiştir?

Madak’ın ölüm-hayat alıştırmaları giderek şiirinin en önemli sorunsallarından biri olurken, bir tür kördüğüm haline gelir. Bu kasıtlı, istendik bir tercihtir muhtemelen, poetikasının bütününe bakıldığında en ısrarla işlenen tema budur çünkü.

Madak’ın sadece şiiri değildir söz konusu kısıtlılıkta bir özgürlük alanına kavuşan, bizzat kendisi de oranın bir sakini olur. Şair şiirinin konumlandığı yeri çok iyi bilmektedir:

Gözlerim ormanda kaybolmuş çocuk gözü renginde

Acemi ve pazartesi olurdu

Kara sürmeler çekerdim gözlerime

İzinliydim nasıl olsa dezavantajlı bol şiirler yazmaya
(Yüzüm Güvercinlere Emanet, Grapon Kâğıtları)

Dezavantajın, kısıtlılığın, uçtan uca salınmanın, arayışın şiirleriyle doludur Madak’ın dizeleri. Belli noktalara ilişemeyeceğinin ayrımında türlü türlü rollere bürünüyordur, çünkü kısıtlılıkta bile denge önemlidir, değişim vazgeçilmezdir. Bu şiirin aralıksız bir benzetme sağanağı altında yazılıyor olması şairin denge arayışı, soluklanma ihtiyacıyla yakından ilişkilidir.

Acıklı sözler kraliçesiyim ben

Yağmur bir daktilo kız kadar hızlı

Hızlı daha hızlı

Fazla vaktim kalmadı

Artık ifadem alınmalı.

Asaletim de sizin olsun baylar, rezaletim de!

Beni bir sutyen lastiği ile asın.

(Enkaz Kaldırma Çalışmaları, Grapon Kâğıtları)

Didem Madak’ın şiirlerinin temposu budur işte. Telaşlı, hızlı, rezillikle damgalı, sesli bir ton. Dışarının gürültüsüne karşılık kendi oyununu, düzenini dayatmaya uğraşır şair. Sınırlar bir kısıtlılıkla ama o kısıtlılığa tamamen sahip olmanın işaretleriyle belirlenmiştir.

Mızrak çuvala sığmıyordur ne yapsa, ne etse. Kimlik değiştirme arzusu bütün şiirinin en temel aksiyonuna dönüşür. Zaten kısıtlılığı kabullenmek de bu aksiyonların değişim çizgine bağlanmıştır.

‘Acıklı sözler kraliçesi’nin yanında başka kimlikleri de vardır Madak’ın: ‘bodrum kat kızı’, ‘illegal bir yağmur’, ‘ölü mavi bir kelebek’ gibi. Zamanla bunlara Pulbiber Mahallesi’nde rastlanacağı üzere Zeyna, Miss Marple, Raif Bey, Bay Keltoş, Mr. Parkinson gibi isimler de katılacak ve yapıtın yaşam alanları daha bir zenginleşecektir.

Sertlikle esneklik, maddiyatla ruhaniyet, öfkeyle sevinç arasındaki gerilimler şiire lirik bir statü kazandırmıştır. Hayatta kalmak böylesi bir dil altyapısıyla şiirsel ben’in çıkışlarına bağlanıyordur.

Bu içgüdü çok güçlüdür Madak’ta; ölümün, yenilginin, nihayetin sınırlarına çekilirken bile geri dönmesini, öteki uca yönelmesini sağlayacak kadar güçlüdür üstelik. Arada çok da mesafe yoktur: Kısıtlılığın avantaja dönüştüğü yerler de buralardır zaten.

Diğer bir deyişle, sınırlı zaman ve mekân öznenin daha da güçlenmesine, sertleşmesine ve uçarılaşmasına sebebiyet vermiştir.

İki yaşlı ve iki başlı gövel ördek gibi

Gölümüzde yüzüyoruz kanımızdan canımızdan

Mahalleli pulbiber ekiyor suyumuza

Nilüferler gibi açılıyor taneleri

Güzel ve ağırdılar diyecekler

Oysa paytak ve kırmızı kanatlıyız

Bizim familya uçar, uçarıdır, uçacağız...

(Pulbiber Mahallesini Tanıyalım, Pulbiber Mahallesi)

Didem Madak şiirinin bütün şifreleri bu dizelerde gizli gibidir. ‘Paytak’ benzetmesi önemlidir; çözümsüzlük, savrulma, her tarafın hakkını verme çabası saklıdır bu sözcükte çünkü. Dikelemeyen, düzleşmekle sorunları olan bir şiirin, ağır aksak, yalpalaya yalpalaya yürüyen bir eğilimin en güzide belirteci.

İşaretler bununla sınırlı değildir, ikilikler, çok başlılıklar, hemhal oluşlar burada da hissettirir varlığını. Şiir kendi suyuyla yarattığı gölde yüzmeye çalışır, bu anlar mutlak bir lirizmin artık göz ardı edilemeyeceği anlardır aynı zamanda.

Madak’ın lirizmi bilinçli bir tek özne seçimiyle, bu özneye bitişik başka öznelerin dayanışmasıyla kurulur. Ben kişisi Türkiyeli başka şairlerin de sıklıkla sığındığı bir kalıptır. Nesnelliğin irtifa kaybettiği bir dönemin, öznelliğin bizzat pazar eliyle piyasaya sürüldüğü bir zamanın en gözde sözcüğü.

Türkçe şiirde öznenin sesi hemen her zaman cemaatin basıncıyla birlikte anılır olmuştur. Divan şiirinden, Ahmet Haşim’e, sonra ikinci Yeni’nin bazı örneklerinden, 1970’lere kadar aralıklarla hissedilmiştir bu ses; ancak hiçbir zaman 1980’lerle birlikte yaşadığı dönüşümü

gösterememiştir.

Bunda siyasal yenilgilerin ve toplumsal kurtuluş umutlarının yara almasının payı büyüktür elbette. Ne var ki şairlik tercihlerinin belirleyiciliği de yadsınmamalıdır burada; şiirsel mesaisini kendisi için özerk bir alan kurmaktan çok, piyasayla uyumlu hale getirmeyi seçen bir fırsatçılıktan bahsetmek durumu daha anlaşılır kılacaktır.

Bu bayağılaşmış ‘ben’ sesi dayanışma duygusu eksik ve esas itibariyle eksik bir kişidir. Kendi varlığının başkalarının varlığıyla anlam kazandığından, bir bütüne kavuştuğundan habersiz, yalnızca bireyselleşme çağrılarına ve tekliflerine önem atfeden bir eğilimin örneğidir.

Oysa ben’in tarihi oldukça önemli anlara sahiptir. Adorno “Lirik Şiir ve Toplum” isimli denemesinde şöyle açıklar bu durumu:

Lirik tinin maddi şeylerin üstün gücüne karşı o çok kişisel muhalefeti, dünyanın şeyleşmesine karşı, modern çağın baş-

langıcından, sınai devrimin hayattaki baskın güç haline gelişinden beri insanların meta tahakkümü altına girişine

karşı bir tepki biçimidir. (...) Lirikte sesi işitilen ‘ben’, kendini kolektife karşı, nesnelliğe karşı tanımlayan ve dışavuran

bir ‘ben’dir; dışavurumun tanıklık ettiği doğa ile dolaysızca bir değildir. Sanki o doğayı yitirmiştir de şimdi canlandırma

yoluyla, ‘ben’in içine daha da gömülmekle, geri getirmeye çabalamaktadır. (Edebiyat Yazıları, s.118-119.)

Buradaki ‘yitirme’, ‘canlandırma’ ve ‘gömülme’ fiilleri önemlidir; Türkçe şiirin, özellikle de Didem Madak’ın serüvenine ışık tutmaları bakımından. Şiir bir mücadele alanıdır sonuçta, kazanmayı, kaybetmeyi, berabere kalmayı aynı anda içeren bir didinme, koşturmaca ve ısrar alanı.

Didem Madak’ın hercümerçle geçen şairlik deneyimi bütün bu süreçlerden izler taşır, üstelik bu izler şiirin asal bileşenleri olmak gibi bir niteliğe de kavuşurlar.

Güzel beyaz bir tay doğururdu her sene hafızam

Yorgundu oysa

Durmadan, durmadan hatırlamaya koşmaktan

(Kalbimin En Doğusunda, Ah’lar Ağacı)

Didem Madak’ta şiir zorlu, sancılı bir o kadar da acılı bir deneyimin ürünü olarak kayıtlara geçer. Ben sesinin bu denli belirtik hale gelmesinde diğer bir deyişle kabul görmesinde, her türlü şiddete maruz kalmanın verdiği bir özneleşme eğilimin tezahürleri saklıdır.

Yaşamla hemhal olmak öznenin sabitleşmesine, her şiirde öne fırlamasına yol açmıştır. Bu özellik Türkçe’de sadece

Didem Madak’a has bir özellik değildir elbette. İsmet Özel’in şiirlerinde de güçlü, buyurgan, fatih edalı bir ben sesi vardır; şiirde gelişen tüm olaylara meyleden, onları yönlendiren, biçimleyen bir ses.

Ancak İsmet Özelin sesi partizanlığın ve ardından İslamcılığın yarattığı sonuçlar bakımından doğrudan kaynaklara sahiptir. Bir dolayım dilidir onunki, görece en sakin zamanlarını yaşarken bile bir kalabalığa seslenir gibidir. Belki bu tür bir ben izleğine Edip Cansever’in şiirlerinde de rastlayabiliriz, tabii zamanımızın bireyselleşme trendlerini bir yana

bırakırsak.

Cansever’deki öykülemeci dil de Didem Madak’la paralellikler taşır, zaman zaman yanıp sönen imgecilik de benzerliklere ilişkin önemli bilgiler verecektir. Üstelik Madak’ın son şiirinin Cansever’e gönderme yapması düşündürücüdür:

Acı bazen öyle yoğun, çok yoğun

Patlak gözlü bir kurbağa

tarifsiz çirkin ve kel.

Edibin kurbağası yakup benimki seyfettin

Neden bilmem işte

Nereden çıktı şimdi seyfettin

(128 Dikişli Şiir, Pulbiber Mahallesi)

Bir borcun ödenmesi, telafi edilmesi, vefa duygusunun o son anda dışavurumu mudur bu dizeler? Yoksa Cansever’in kurbağasının acıyla birlikte hatırlanması Madak’a özgü bir öç duygusunun sonucu mudur sadece? Cansever’le yarışmış, onunla çatışmış ama boy ölçüşememiş bir şiirin sitemi olarak sözgelimi.

Madak’ın Cansever’e ilgisinin derecesini tam bilmiyoruz, ancak şu son şiirdeki işaretlerden, yani bir tür var kalım mücadelesi içinde hatırlanmasından gerilimli bir ilgiden söz etmek yanlış olmayacaktır. (Didem Madak Varlık dergisindeki röportajında Cansever’den de bahsedecektir: “Samimiyet meselesi bence yanlış anlaşılıyor, insan ne kadar kendi hayatından söz ederse o kadar samimi sanılıyor. Edip Cansever, Stefan, Lusin, Cemile ve Seniha’nın hayatlarından muazzam şiirler kurdu, samimiydi. Sonuna kadar. Çünkü o bu hayatların şiirini yazma zorunluluğu duyuyordu. M. C. Anday çok sevdiğim Güneşte kitabında samimiydi. Samimiyet şairin kendi deneyimine, düşünsel sürecine denk düşecek şiiri yazması demek bence. Şiirinin arkasında durabilmesi demek. Bazen özentili, güzel söz söyleme hevesiyle veya can sıkıntısıyla yazıldığı belli olan şiirler okuyorum. Şiire soruyorum o zaman: Hani ya senin şairin nerde? iyi şiir şairinin parmak izi gibidir. Tanırsınız hemen.”)

Bu son şiirin öğrettiği, iyice zihinlere kazıdığı bir şey daha vardır: Madak’ın ilk şiirinden son şiirine kadar durmadan tekrarladığı, adeta emrine girdiği ironidir bu. Gerçek şu ki, Didem Madak dendiğinde ilk akla gelen şey de bu ironi özelliğidir.

Oğuz Atay da böyle bilinir. İşin ilginci Madak’ın bunu şiiri de öteleyen bir yaşam pratiğine dönüştürmüş olmasıdır. 2002 yılında Varlık dergisinin röportajında şunları söyleyecektir:

Virginia Woolf un Orlando’sunu çok severim. Orlando yıllarca göğsünde taşıdığı ve bir meşe ağacından esinlenerek yazdığı şiiriyle ünlü olur ve bir ödül kazanır. O zaman kitabını kendisine esin veren meşe ağacının altına gömmeye karar verir. Ve simgesel cenaze töreninde şöyle bir konuşma yapmayı planlar: “Bunu bir armağan olarak görüyorum diyecektir, toprağın bana verdiklerinin toprağa geri dönmesi olarak.” Galiba ben de bütün birikmiş ahlarımı, söylediklerimi ve söyleyemediklerimi “Ah’lar Ağacı”nın altına gömdüm.

Bu yüzden “Ah’lar Ağacı” bir şiirden çok bir ağıt olabilirdi esasında. Kendi acısıyla dalga geçen ve gülerek acı çeken bir kadın ani bir manevrayla şiiri ele geçirdi ve en başta ‘iç ses’ diye söylenen ağlak kadınla, Yıldırım Gürses’ diye cevap verip dalga geçti. Ve aptal aptal güldü bir de buna. Şimdi “Ah’lar Ağacı”nı nereye gömmeliyim diye düşünüyorum. Belki de ‘başsız ayaksız bir mezara’. ‘Susmanın su kenarında’ bir yerlere...

Hep acının terimleriyle konuşuyoruz ama bu şiir daha en başından kendisini dışarıdan gelecek kaza oklarının hem müdafaası, hem de sahnesi olarak konumlamıştır.

Hissetmediğiniz şeyden bahis açamaz, hakkında söylem de üretemezsiniz. Madak en çok neyi sezmiş, neyin tehdidine maruz kalmışsa ondan bahsetmiş, üstelik benzer hissiyatları başkaları kanalıyla anlatmaktan da geri durmamıştır. Cansever’in Yakup’u, Ruhi Bey’i gibi o da hemen bitişiğindeki yaşantılara açılmaktan, onlarla özdeşim kurmaktan, hemhal olmaktan vazgeçmemiştir.

Bu şiirin lirizmle flörtü de bu anlarda ortaya çıkar esasen. Kördüğümün, çözümsüzlüğün başladığı zamanlar olarak da kabul edilebilir bu anlar. Madak’ın şiir tasarımı hem acıyla kurduğu yakınlıktan doğan imgeler ve kesitlerle, hem de sevincin çekimine maruz kaldığı bölümlerle çevrelenmiş, bir bakıma sınırlanmıştır.

Madak’ın sözcüklerinin işitilememesinin imkânları ortadan kalkar böylece. Bu şiir şu veya bu şekilde meydana gelecek; dilin içinde kapalı, kararsız, çalkantılı bir bölge inşa etmekten vazgeçmeyecektir; dışsalın fırsatlarına, tüketime dayalı aşırı taleplerine, kuru gürültüsüne pabuç bırakmayacak, bırakmamak zorunda kalacaktır.

Başka şairlerde dezavantaj olarak görülebilecek olan koordinatsızlık, dilin ayarının kaçması sorunu, Madak’ta kendiliğinden bir sürece dönüşür. Olağan şartlarda bir zaafa da yol açabilme kapasitesine sahip olan bu zeminsizlik planlı bir hareket gibidir. Bir ‘ada’ şiiridir bu; ada bir metafor olarak kabul edilirse. Mutlak uçurumlar ve genişliklerle çerçevelenmiş bir şiir.

Pulbiber Mahallesi bu adadır aslında, diğer adalarla arasında sayısız dip akıntısı, dil dolayımı vardır Madak’ın şiirinin. Madak’ın insanları sonsuz su kaynaklarının görece merkezinde kendilerine özgü gündemlerini yaşarken, dünyada olan bitenle de bağlarını seyreltmezler. Şu parça mahallenin ahvaline ilişkin iyi bir örnektir:

Pulbiber Mahallesinin düm-tek tarihinde

Acıdan sızlarken burnumuzun direği

Morarmış çarşaflarımızı bayrak diye asardık

Dokunsalar dağılırdı iyi pişmiş kurabiyeler gibi kalbimiz

Kıtırdı ve çıtırdı

Nedense iki kuşun ismine benzerdi kalbimiz

Biz böyleydik işte, lezzetimiz de böyle... böyle... böyle... (Pulbiber Mahallesini Tanıyalım, Pulbiber Mahallesi)

Madak büyük kentlerle çevrelenen mahallesinin vakanüvisi rolünü tarihsel bir misyon gibi yüklenir (bir seferberlik çağrısının ardından, ‘Pulbiber tarihsiz kalmayacak’ diye bağıracaktır “Karşılıksız Hayat”ta).

Zorluğun, anlatsa dahi bir unutmaya hapsolacağının çarpık bilinciyle yazıyordur durmadan. Betonun, demir kalasların ve vinç makinelerinin dünyasında kurabiyeden, çarşaftan, çıtır mahallere yer var mıydı gerçekten de? Madak bu güç sorunla baş etmeyi ne zaman öğrenmişti? Yaşananları yok sayma mekanizması nerede devreye girmiş, o zorunluluğa koşuluş ne zaman meydana gelmişti tam olarak?

Pulbiber Mahallesi’nin başına bile “bu kitap ısrar üzerine yazılmıştır” şerhini koymakta beis görmemiştir şair. Hem dosdoğru içeriden, hem de çevreden gelen taleplere karşı koyamamış ve kitabı yazmak zorunda kalmış gibidir.

Madak’ın kente karşı inşa ettiği mahallenin niteliklerinin nostaljik ev tasarımlarıyla benzeşmesinin, sertliğe sertlikle cevap vermek yerine, yumuşaklığın, esnekliğin sesine çekilmesinin anlaşılır gerekçeleri vardır. Bu şiir tekil bir mücadele şiiri olmamıştır hiçbir zaman. En gür dönemlerde bile daima kabul edilebilir bir doz yeğlenmiştir.

Geçmişin, olan bitenin ezgisi, yoğunluğu daha cazip görünmüştür sanki. Bunda ütopik bir gelecek kurma arzusunun kıvılcımları da saklıdır. Yeni kente ilişkin ilk ipuçları...

Üstelik retrospektif bir şiirdir bu: Madak’ın annesine ilişkin anlatısının da bu geriye bakışta payı vardır elbette. Erken hayata veda eden anne bütün kitaplarda karşımıza çıkacaktır: ‘Acımasız ölü anne sesi’, ‘bütün üzgün oluşların adı’na dönüşecektir zamanla.

İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?

Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım.

Bir ‘eşya toplayıcısıyım’ bayım

(Çiçekli Şiirler Yazmak istiyorum Bayım!, Grapon Kâğıtları)

Madak’ın üzerine sinen bu ses onu geçmişe, geçmişin talileşmiş görünümlerine ilişkin bir bilgiyle donatır. Naifliğin, gürültüden artakalanın, sağanaktan kurtulanın bilgisidir bu. Geçmişin, kullanılıp bir kenara atılanın, içeride kanayıp bir sızıya dönüşmüş olanın bilgisi hatırlamaya götürür şairi. Hatırlama da kendi üstüne düşünmeye, o da sonsuz duygulanıma.

Madak’ın çok kimlikli şiiri sıra dışı bir örnek olarak önümüzde duruyor; hele de ben’in ayağa düştüğü şu piyasa günlerinde. Şiirsizliği bile hayatileştirmekten korkmayan, tehlikeli, gözü pek ama kararsız, yalpalayan, defolu dizelerden oluşuyor Madak’ın kitapları.

Susuzlukta, tıkanıklıkta bile bir yaşam umudu gören, ‘dilini azı dişinin bıraktığı boşluğa’ uyarlamaktan sakınmayan bir şairdir o.

Ah’lar Ağacı’nın, Grapon Kâğıtları’nın ve Pulbiber Mahallesi’nin vakanüvisi kullanmaktan imtina etmediği cesaretiyle ‘ucu olmayan dizeler’ bırakıyor arkasında. Didem Madak kısıtlılığın, eksikli yaşamanın fazlalıklarıyla dolup taşıyor.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X