Şirvan Erciyes, "Cam kırığı öyküler", Bireylikler Dergisi, Temmuz-Ağustos 2011
Tol ve Har ile okurun bünyesine rahatsız edici cümleler yollayan Murat Uyurkulak verdiği rahatsızlığa devam etmekte ısrarcı görünüyor. Üstelik verdiği rahatsızlıktan dolayı hiç kimseden özür dileme niyeti yok. Pembe-mavi tabloların çizildiği, saadet asrı özlemiyle yanıp tutuşanların, kendi saadetleri için, kendilerinden olmayanları düşman bildiği ortamda, itirazını yüksek sesle dillendiren yazarın Bazuka adını verdiği öykü kitabı okurla buluştu. “Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikâyeler” alt başlığı ile yayımlanan kitapta dokuz öykü yer alıyor.
Aşkın, yalnızlığın ve şiddetin tanımını yapanlara, her şeyi çok iyi bildiğini sananlara, hatta nasıl sevip nasıl özleyeceğimizi, kiminle nerede ve nasıl sevişeceğimizi on emir misali listeleyenlere karşı sesini yükseltenlerin öyküleri yer alıyor kitapta. Bu kitabı plazalarda yaşayanlar, borsa endekslerinden gözünü ayıramayanlar, korkularını kucaklayanlar, otoriteye biat edenler, kişisel çıkarları için bulduğu her kıça münasip dil darbeleri uydurma heveslileri okumasın zaten, onlar için yazılmadı... Kendi yolunu çizmeye çalışanlar, itirazı olanlar, etraftaki kokuşmuşluktan midesi bulananlar, beş parasız kalanlar, üç kuruşa bir ay talim edenler, öfkesini içine gömenler, yumruklarını sıkarken avuçlarına batan tırnaklarının acısını hiçe sayanlar okusun bu kitabı, kendilerinden çok şey bulacaklar…
“Sıradan insanların öyküleri” şeklinde cümleler geçer kimi eleştirilerde. Öyküyü olumlayan bir cümledir ardından gelen… “Sıradan insanın günlük telaşının işlendiği öyküler”. Sıradan insan tanımına takılmışımdır daima. Oysa sıradan olduğu iddia edilen insanın gözlerinin gerisinde yer alan dünyayı kimse bilmemekte. Gece olunca sıradan dediğiniz insan belki de çok sıra dışı olduğunu sananların dudaklarını uçuklatacak ölçüde uçlarda, diplerde, sınırlarda dolaşmakta. Rus ruleti oynar gibi yaşamakta, güvenlik için beline bağlaması gereken ipi kesip atan cambaz gibi yürümekte… Yaşamla, sevdikleriyle, kurulu düzen dediğinizle ölümüne bir bahse tutuşmakta, kaybedeceğini bilen kumarbaz gibi masaya oturmakta… Ne olacaksa olsun yeter ki kopsun küçük kıyamet. Büyükte olur!
Kimin içinde ne var, hangi ağu zehirlemekte onlar nerden bilecek...
Uyurkulak soyadına inat her şeyi duyan bir yazar. Yalnızca duymakla kalmıyor üstelik ülkede yaşananlara, insanların iğdiş edilip bir örnekleştirilmesine karşı itirazını, cam kırığı diliyle kitaplara aktarıyor. Kör ve sağır olanlara, yaşama filtreden süzerek bakanlara perdenin gerisini gösteriyor…
Cam kırığı gibi bir dili var yazarın, okurken canınızı yakıyor, kanınızı döküyor… Romanlarında kullandığı dil öykülerde de özgünlüğünü koruyor. Belki biraz gülümseyiş katılmış içine. Her şeye karşın yaşamın gülümseten yanları olduğunu anımsatmak ister gibi.
Öyküler özdeş yaşamlardan kesitler değil, her öyküde farklı karakterlerle karşılaşıyoruz. “Tutkular Kitaplığı”nda bazı yazarların görmezden gelinmesine, gönlü elvermediği için, cinayet işlemeyi bile göze alan, yalnız yaşadığı evi ağzına kadar kitaplarla dolu romantik bir okur çıkar karşımıza. Bu öyküde, 2006 yılında ölen Reha Mağden’in ağzından ve tüm okurların yüreğini kanırtacak şu sözler dökülür ağzından: “Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür… Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır… Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır… Fakat ortalığı her zamanki gibi kaba saba kelimeler, düşük cümleler işgal etmiştir, o gürültüde kimse sizi duymaz… Okumak hem hayat başarısızlığının ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır…” (Bazuka, s. 17)
Kitapta yer alan diğer bir öyküde “Kuş Yuvası”: Kadın ya da erkek gibi tanımların dışında kalan; kendini her iki cins gibi de hisseden ya da hissetmeyen insanların dünyalarına içtenlikli bir bakış. Tahir’in erkek maskesi ile dolaşmak zorunda kalışı ve Funda ile olan aşkı, okuru gerçekliğin beton zeminine çarpıyor. “Türkiye’de kasıklarında kuş ötenler, ancak zengin iseler kabul görürler. Yoksulların kasıkları kuşlara yasaktır, yoksul kasıklar ancak kasvetle kekeleyebilirler. Bunu her buralı genç gibi gayet iyi bilen Tahir ve Funda, kasıklarındaki kuşları kovalayıp ertesi gün tek göz evi terk ettiler.” (s. 32) Cinselliği ifade ediş ve yaşayış biçimi karşısında toplumun takındığı ikiyüzlü tutumu gözler önüne seriyor. Söz konusu olan kişi; toplumun tanıdığı, maddi olanakları güçlü birisi ise yaşadığı her türlü ilişki büyük bir esneklikle karşılanır, tolerans görür. Ancak aynı toplum kendilerine yakın olanlara aynı hoşgörüyü göstermenin çok uzağındadır. Hemencecik linç güruhuna dönüşme potansiyelini içinde barındırır...
Kitapta “Pembe” ve “Kırmızı” adında iki öykü var ki renkler karşısında kendini ele veren kişiliklere ironik göndermelerle dolu. Pembe’de, bu rengin dişil çağrışımlarını kendi erkekliği için tehdit olarak gören/görmek zorunda kalan birinin başına gelenler anlatılırken “Kırmızı” da ise Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanılanlara tanık olmuş ve akan kan nedeniyle kırmızı renge tahammülü kalmamış harp gazisi Hamza Dede’nin resmi söylemi yaşanılanlara mazeret gibi gösterme çabası ve vicdanı arasında sıkışmışlığı ele alınır. Yakın tarihe değin farklı (ya da hoşa gitmeyen) argümanları öne çıkaran bir öykü.
Kitaba adını da veren “Aşk, Yalnızlık ve Bazuka” çocuk dünyasından bir kesit sunuyor. Çocukluğa özgü kimi durumları büyük bir başarı ile ele alan keyifli bir öykü. Çocuk bakış açısını ve kendi çocukluğumuzu anımsatıyor yeniden… Aşkın, aslında büyük bir yalnızlık olduğunu çocukluğunda öğrenmiş olanlar için...