Aslı Tohumcu, "Acı-komik memlekette yaşayanların hikâyeleri", Radikal Kitap Eki, 6 Mayıs 2011
Kaygıyla geçti bütün gün. Zehir oldu diyebilirim. İnsanın bugüne ve bize değen, üstelik kullandığı dili ustalıkla bilen ve ona özendiren bir hikâye kitabı hakkında söyleyecekleri olmalı. Doğrusu, bu söyleyeceklerini derli toplu ve eksiksiz dökebilmeli satırlara. İnsanların ağzına, okusunlar diye bal çalabilmeli o hikâyelerden. Sonuçta, “Kalmadı şöyle efendi gibi hikâye yazan. Piç fırlıyor artık birçok yazarın kaleminden” değil mi ya?
Murat Uyurkulak’ın Bazuka’sı o piçlerden değil işte. Aşk, yalnızlık ve şiddete dair bu hikâyeler, kendi uzayında değil de basbayağı Türkiye denen acı-komik memlekette yaşayan ve kaleminin ucundan inatla bu memleketi apaçık gören, görmeye de cesareti olan bir yazarın hikâyeleri bir kere. Yazar kalemini bize, insanımıza ustalıkla tutarken bir büyüteç gibi, ustalıklı okurun da yazarı bir bütüyeç altında görmesi mümkün olabilir pekâlâ. Hikâyelere ve kitaba adını veren bazukanın erkeksi çağrışımlarına aldanmamak lazım ama. Murat Uyurkulak’ın, insanlara beslediği muhabbetten olacak, hikâye konuları ciddi meseleler olduğu ve kendisi de bu meseleleri yeterince ciddiye aldığı halde, hatta tam da bu nedenle, hiciv ve ironiye pek bir güzel daldığını, insanlara beslediği muhabbeti okuyana da bulaştırdığını söyleyebilirim rahatlıkla. Peki, hikâyelere ya da hikâye kişilerine muhabbet besleme olasılığımız sadece bu nedenden mi? Uyurkulak’ın insanları anlama çabası var bir de. İnsanlara hayatlarının içinden, yüreklerinden bakma becerisi var. Bu garibin, ancak bu şekilde ifade edebildiği üslubu Murat Uyurkulak hikâyelerinin, insanların/ hayatların karanlığının okuyanı boğmasına, okuyana da bulaşmasına engel oluyor. Geride buruk ama gülümser bir ruh hali bırakıyor.
Bazuka’nın dili Murat Uyurkulak’ın bildiğimiz dili; kendini düz yazıya hapsetmekte inat eden bir şairin dili kısacası. Neyse ki bu meclise gelmeden sabrı da bir parça öğrenmiştik ve allahtan, bir şairin hikâyelerinin kıymetini biliriz! Bazuka’nın insanları tanıdığımız, ancak edebiyatta sanki nicedir unuttuğumuz insanlar; savaşa ve kana tiksintisinden boğulan Hamza dede, aslında adı en çok duyulması gerekirken unutulmanın kuyusuna atılan yazarlar, her şeyi tamam gibiyken tamam olmayan, adamakıllı erkeğe benzerken erkek olmayan Tahir, pembenin hayatını kararttığı bir adam, aşkın her halükârda yalnızlık demek olduğunu anlayan bir oğlan çocuğu, AB adayı ülkenin kokmasınlar diye tuzlayan biliminsanı, hakkında söyleyecek söz bulamadığım bir derviş ve devir, milli sermayenin memleket bekası için ne mühim bir mesele olduğunu bildiğinden, zevk gayesiyle saçtığı banknotların Ermeni ve Rum mamalarının kasalarına girmesine asla müsaade etmeyen, ancak beslediği iri ümitleri oğlu tarafından heba edilen Nedim Bey...
Her şey ‘pembe’ yüzünden
Hikâyelerden ‘Pembe’ olanı okurken gözlerimden yaşlarla birlikte geldi kahkahalar… Sadece pembenin mi, bütün aptal önyargıların insanı nasıl da katil edebileceğini, delirtebileceğini hangimiz bilmeyiz, ancak kaçımız gülmece unsurunu Uyurkulak gibi güzel kullanarak anlatabiliriz bunu. Gözleri neredeyse kör olmuş anneannesinin kırmızı renkte olduğu yanılgısına düşerek ördüğü ‘pembe’ kazak yüzünden babasından, “Ulan bu ne, şorolo mu olacaksın başımıza?” cümlesi eşliğinde yediği tokatla bir gözü yüzde seksen görme kaybına uğrayan çocuğun, uğruna canını bile vereceği kankasının, dalgınlıkla pembe kilot giydiği bir talihsizlik eseri ortaya çıkınca, itibarını sıfırlamamak için dostluğunu sıfırlamak yolunu seçmesi, sevdiği kadından, ticari fırsatlardan ve hayattaki diğer bütün güzel şeylerden olması güya ‘pembe’ yüzünden.
‘Tutkular Kitaplığı’ yazarın değeri bilinmemiş yazar dostlarına saygı duruşu elbette, ama insanı, değerinin bilinmediği hissiyle aklından geçebilecekler ya da geçmişler üzerine de düşündürüyor, kendiyle dalga geçmeye de davet ediyor sanki bir yandan. Herhalde şu sıralar Nihat Doğan’ı kaçırıp Selçuk Baran için bir ulusal gazetede tam sayfa ilan istemek, aksi takdirde Nihat Doğan’ı kıtır kıtır keseceğimizi belirtmek nahoş olmazdı. Neyse, biz işin magazin tarafını bırakıp yazar duruşuna dair anlamlı bir şeyler çıkaralım bu hikâyeden! Hele hikâyedeki ‘değeri bilinmemiş okuyucunun durumunun, değeri bilinmemiş yazardan daha vahim olduğuna’ yapılan gönderme üzerine de düşünelim...
‘Kuş Yuvası’ adlı hikâye, ‘cinsiyet köprüsünün’ iki yakası arasında koşmaktan yorulan Tahir’in neden ne kadın ne erkek, neden hem kadın hem erkek olduğuna bakarken, bir yandan da aşkla dalgasını mı geçiyor ne! Tahir’in çocukluğundaki, köyündeki karanlık bir bakıyorsunuz hızla geride kalmış ve Funda’nın pamuk memeleri ile Funda’nın sumak dolmaları arasında kalmış bir Tahir çıkıyor sahneye. Siz ne derseniz deyin, her zaman dolmalar kazanır! İşin matrak tarafı bir yana, belki de kadınlar artık sürüler halinde ve alenen, tornavida ve diğer kesicilerle doğrandıkları için, erkeğin mağduriyetinin, erkeğin de mağdur olabileceğinin unutulmasıdır önemli olan.
Üç asırlık uykusundan küfler içinde uyanan ve hikâyesine de adını veren ‘Derviş’, yaşadığımız bu devirle mi dalga geçmektedir sadece, yoksa işin içinde bir lokma ekmek için kulluk ettiğimiz kapılara dikkat etmemiz gerektiğine dair de bir çift söz var mıdır! Ne yalan söylemeli, ‘Derviş’ kafamı karıştıran bir hikâye oldu; yazarın neyle dalgasını geçtiğini karıştırdım ara ara.
Ama en çok Hamza dedenin hikâyesi ‘Kırmızı’ bir garip etti içimi. Uyurkulak’ın meseleleri ele alırken, ele aldığı konu ne olursa olsun, okuyanı meselenin içinden elini yakarak değil de içini cız ettirerek çıkarmasını takdir etmek lazım. Şiddeti, kan/ter vs.ye bulayarak anlatarak okuyanın tepkisini almak kolay ve denenmiş bir yöntem aslında, oysa meseleyi (bu hikâyede şiddeti, savaşı, ölümü) estetize etmeden okuyanın içini burmak çok daha zorlu bir iş. Uyurkulak’ın bu zorluğun da üstesinden geldiğini sanırım zaten anladınız.
‘Âşık mı oldum ne?’
‘Aşk, Yalnızlık ve Bazuka’daki oğlan çocuğuna, Emrah’a âşık oldum! Çetenin toplandığı köşkte, mahallenin fıstıkları bir kez daha gözden geçirildiği sırada, Emrah’ın apartmana yeni taşınan komşu kızlarını anlatırken “âşık mı oldum ne?” sorusuyla dilinin bağlanması. Çetenin Emrah’ın posta kutusuna bıraktığı not: “Ya öğleden sonra köşke gelip kızları anlatırsın ya da çete üyeliğin biter. Tercih senin… Ama şunu unutma ki, bu mahalleyi dar ederiz sana, sokakta yürüyemezsin…” Tehdit ne yazık ki işe yarayıp da Emrah kızları anlatınca, o çete üyelerinin Emrahlar’ın apartmana doğru bir koşu tutturmaları… Hele Uyurkulak’ın hikâyenin düğümü çözme şekli var ya; hikâyenin ikinci yarısını sandalyemden düştüğüm yerden kalkmadan okudum! Çete olayı da var belki üzerine laf edilmesi gereken bu hikâye söz konusu olduğunda, ama ben bu kadın halimle ne anlarım o işlerden. Sonra Uyurkulak beni bir köşede kıstırıp “Nankör orospu… Size seçme seçilme hakkı verdik lan, seçme seçilme hakkı verdik” diye yürümesin üzerime!
Ulan, bu arada, Bazuka’yı okurken uyandım olaya; Taksim Meydanı’na bakan Devlet Tiyatroları binasının üstünde ne vakit Seks Shop açıldı, dünyadan haberimiz yok! Edebiyatın böyle faydalarını da göz ardı etmemek lazım...