Sunuş, s. 15-16.
Bir gün ona hiç teşekkür etmediğimi fark ettim.
Halbuki okumalarımı öncelikle ona borçluyum.
Hem, okumuyor olsaydım, hiç okumamış olsaydım, halim nice olurdu?
Altmış küsur senedir her sabah hikâyelerimi, bir elimde silgi, adım adım adeta onun sırtında taşıyorum.
Hem, hikâyeler anlatmasaydım, hayatım nice olurdu?
Ancak, çok geç kaldım.
Ona hürmetlerimi sunmanın vakti geldi de geçiyor.
Üstelik bir ayağının çukurda olduğu söyleniyor.
Böylece yola koyuldum. Onun yoluna.
Hey aziz kâğıt!
Bitki liflerinin şu aziz halitası!
~
Adeta beni yolcu etmeye gelmiş gibi, bir hatıra canlandı zihnimde. Temmuz başlarında, iki aylığına Bretanya'ya giderken, dostlarımdan, yani kitaplarımdan ayrı düşecek olmam, o cânım Bréhat adasına tekrar kavuşacak olmanın verdiği mutluluğu alıp götürmüştü. Üç Silahşörler'i muşambaların arasına, resimli katalogları botların altına, birkaç çocuk kitabını da beşer kiloluk çilek ve elma reçeli ya da erik ve elma reçeli ya da şeftali ve elma reçeli (savaş sonrasının reçellerinde niçin hep elma vardı ki acaba?) kavanozlarının arasına çaktırmadan koymuştum koymasına... ama nafile; babam bunların hepsini ânında yakalayıp, odama geri göndermişti.
"Yahu, sen ne sanıyorsun ki? Camdan bir bak bakalım. Kamyonum yok benim, altı üstü bir Renault."
İşte o zaman, âdet olduğu üzere, annemin sesi girerdi araya; elbette beni teselli etmek için, ama aynı zamanda da babamın bütün tarihsel bilgilerin işe yaramaz olduğunu düşündüğüne kesinkes hükmederek, onu yerin dibine batırmak için:
"Vallahi, Erik kendini şu İranlı vezir sanıyor!"
Çok şaşırmış gibi yapmıştım.
"Hangi vezir anne?"
"Abdul Kasım İsmail tabii ki."
O zamanlar internet olmadığından, bu veziriazam hakkında ayrıntılı bilgiye ulaşamamıştım; annem ne anlattıysa o.
Galiba en önemli özelliği yüz on yedi bin kitabına duyduğu büyük sevgiymiş. Onlardan bir gün bile ayrı kalma düşüncesi tüylerini diken diken edermiş. O yüzden nereye gidecek olsa, onları da yanında götürürmüş. Daha doğrusu, dört yüz devesine taşıtırmış.
Ama olayın en şaşırtıcı yanı bu değil. Devlet ricalinin büyük kısmı da en sevdikleri eşyalar ve nedimlerle beraber konvoy halinde arkadan gelirmiş. Abdul Kasım İsmail kitaplar kadar, düzeni de severmiş. Bu yüzden dört yüz deve, yüklendikleri eserlerin alfabetik sırasına göre ilerlermiş.
Doğru mu değil mi bilinmez, ne ki annem bu olaydan bir ders çıkarmadan duramamıştı tabii.
Derin derin iç geçirerek:
"Odanı darmadağınık görünce, asla vezir olamayacağını anladım."
İçimden onu haksız çıkaracağıma ant içmiştim. Yolculuğumuzun başından sonuna kadar, sanki bizi batıya götüren otoyolda değilmişim de çöllerde, vahalardaymışım gibi, gelecekte kuracağım yüz on yedi bin kitaplık göçebe kütüphanedeymişim gibi hayallere dalıp gitmiştim.
Peki benim ilk devem (AA'dan AC'ye kadar olan kitaplar) Saint-Hilaire-du-Harcouët'ye ulaştığında, dört yüzüncü devem, hani şu Z'leri taşıyan nerede olurdu acaba?