ÖNSÖZ
Şeylerin Hassas Doğası, s. 11-21
Zehra kendi içinde bir hayal dünyasında yaşamaya alışıktı ama bedensel değişiklikler iç dünyasının huzurunu kaçırmış, içine kuşku ve izleniyor olma endişesi düşürmüştü. Sanki artık insanlar içini görebiliyor, rüyalarında ne gördüğünü biliyor, düşüncelerini okuyor, hareketlerini gözlemliyorlardı. Önce diyaliz makinesi, sonra da nakledilmiş bir böbrekle sürdürdüğü yaşam, içinde kabul edilmesi zor, açığa vurması daha da zor birtakım şeyleri harekete geçirmişti.
Zehra bu değişikliklerin tam olarak ne zaman başladığını bilmiyordu ama naklinden önceydi. 2001'de, yirmi yedi yaşında, İstanbul'daki bir devlet hastanesinin organ nakli ünitesinde babasının böbreği kendisine takılmıştı. Değişimin normal ve doğal olduğunu bilmesine rağmen, babasıyla arasında böbrek nakli vasıtasıyla oluşan bu yeni biyolojik bağ onu tedirgin etmeye başlamıştı. Hastane kurallarına, işleyişine, talimatlara tabi olmakta ve oradaki doktor ve diğer hastalarla ilişkisini idrak etmekte oldukça zorlanmıştı. Her şey yolunda gider de vücudu babasının böbreğini reddetmezse, geçmişini, anılarını, günlük hayatını, kendisini oluşturan şeylerin yalan değil de hakikat üzerine kurulu olduğuna belki inanabilirdi. Aynı şekilde babasının gerçekten biyolojik babası olduğuna ve bir inananı olduğu Aleviliğin, diyalize giderken bir gün serviste kendisine söylendiği gibi kâfirlerin dini değil de cennetin kapılarını açan bir din olduğuna da belki tekrar inanabilirdi.
Zehra'nın böbrekleri 1997'de iflas etmişti. O vakitler Karadeniz bölgesinde yaşıyordu. Önce halsizlik, yorgunluk, ödem ve sırtı boyunca ilerleyen bir ağrı gibi belirtiler ortaya çıkmıştı. Bu belirtiler yıllar önce böbrek yetmezliği geçirmiş ve vefat etmiş olan amcasının belirtilerine benziyordu. Talihsiz amca sık sık İstanbul'a gidip gelmiş, diyalize girip çıkmıştı. Tam iyileşiyor derken İstanbul'a gitmek için bindiği otobüste ölmüştü. Zehra'da benzer belirtiler görülünce, hastalığın ciddiyetini bildikleri için anne babası iyi doktorlara muayene olsun diye onu İstanbul'da bir hastaneye götürdü. Köyünden, ailesinden ve memleketinin yeşil doğasından ayrılışı böyle oldu.
Hastanede pek çok şeye katlanması gerektiği hissine kapıldı. Burayı sevmemişti. Doktorların ve hemşirelerin çoğu çok yoğun çalışıyordu ve kendisine nadiren iyi davranıyorlardı. Bir insanın başına gelen sıradan şeylerin aksine, teşhis ve tedavi döneminin başlangıcı hayatına tüm diğer deneyimlerden daha kalıcı bir damga vurdu. Hastaneye ilk yatışı iki hafta sürdü ve bu süre zarfında beyaz önlüklü "mühim doktorlar" bir sürü test yaptılar. Diyalize girmesi gerektiğini söylediklerinde ağlamaya başladı. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Diyaliz makinesi bağlanabilsin diye sol kolunda bir delik, bir başka deyişle fistül açtılar. Zehra kendi böbreğinin iyileşmesini sağlayacak uzun süreli bir tedavi görmek istiyordu. Ömrü boyunca bir makineye bağlı yaşamak istemiyordu. Bu bir tedavi sayılmazdı. Ama doktorlar başka bir şans tanımamıştı.
Diyaliz ünitesinde makineye bağlı bir şekilde günde üç saat geçirmeye başladı. Tedavi sonrası günün geri kalanını kusarak geçiriyor; tansiyonu inip çıkıyor; eklemleri, bilekleri ve ensesi ağrıyor; doğru dürüst yürümekte zorlanıyordu. Ağrı kesiciler sadece geçici bir süre işe yarıyordu. Kısa bir süre sonra bedeni kendisine ait değilmiş gibi hissetmeye başladı. Sanki diyaliz seansları esnasında bedenine sıvılar girip kanı gözlerinin önünde dolaşırken, kendisinin bellediği vücudunun yerini yavaş yavaş başka bir şey alıyordu.
Diyaliz sırasında diğer hastalarla muhatap olmamak için uyumaya çalıştığından, gördüğü rüyalar gerçekliği haline geldi. Çoğunlukla yarı uykuya dalıyor ve hep aynı rüyayı görüyordu. Rüyasında "makinede", makineye bağlı bir şekilde diyaliz tedavisi görüyordu. Birden hortumlar çıkıyor ve onları yerine takamıyordu. Ama her nasılsa makineye bağlı kalıyor ve bağımsız hareket edemiyordu. İğneleri yerine takmasına yardım etsin diye çaresizce bir hemşire aranıyordu. Kolundan kan boşalıyor, bu görüntü karşısında dehşete düşse de acı hissetmiyordu. Sonra uyanıyor ve her şeyin yolunda olduğunu görüyordu. Bir keresinde yine uykuya dalıp aynı rüyayı görmüş ancak bu sefer rüyası gerçek olmuştu. Uyandığında iğne kolundan sarkıyordu ama rüyasının aksine kolundan kan akmıyordu.
Vücudu değişime uğradı. Kolu ve damarları şişti ve bu değişiklikler beraberinde başka değişiklikleri getirdi. Fiziksel değişikler yaşadığı bu dönem içinde algıları da değişti. Sanki yeni gözleri ve yeni bir içgörüsü vardı. Aynı odada tedavi gören diyaliz hastalarıyla, "yeni ailesiyle" arasında yeni bağlar keşfetti. Hiç konuşkan biri olmamıştı. Çocukken geçirdiği ateşli bir hastalık yüzünden topal kaldığı için insanların arasına karıştığında hep mahcubiyet hissediyordu. Ama bu yeni aileyle kendi ailesiyle olduğundan daha çok iletişim kurmak zorundaydı, zira onlar sessizliğinin ve çekingen yapısının arkasında yatanları göremiyordu. Yeni ailesi makineler etrafında bir araya geliyor ve onlar hakkında konuşuyordu. Zehra uyumayı tercih ediyordu ama yastığa başını koymuş yatarken başörtüsünün düğümü ensesine batıp dalmasını engelleyince yüzünü yanı başında yatan hastanın tarafına çevirmek zorunda kalıyor, o zaman da kendisi odadaki kimseyle konuşmaya hevesli olmasa da yanındaki hasta konuşmaya başlıyordu. Yanında yatan hasta, Dede diye hitap ettiği yaşlı bir adamdı ve mahremiyetini koruma arzusunda olsa da bu adama saygısızlık etmek istemiyordu. Onu atlatabilirse rüyalara dalıyordu. Atlatamazsa da dinliyordu.
Makineye bağlı olduğu günlerden birinde inanılmaz bir şey oldu. Başörtüsü ensesini acıttığı için kafasını yana dönen Zehra, Dede'nin şekil değiştirdiğini gördü. Burnu değişmiş, tıpkı kendisininki gibi kemerli olmuştu. Elleri kendi ellerine benzemiş, başparmağı aynı kendisininki gibi garip bir biçimde darlaşmış ve düzleşmiş, avuç içlerine kına yakılmıştı. Kınayı, kemerli burnu, dar ve düz başparmağı görür görmez bu adamı tanıdı. Akrabası olmalıydı. Dede' yle birbirlerine ne kadar benzediklerini ve kendisinin ailesinden ne kadar farklı göründüğünü nasıl olmuş da şimdiye kadar fark etmemişti? O an kendini başka bir gerçeklik içinde, belki de Jacques Lacan'ın "Gerçek" olarak adlandırdığı âlemi korku içinde idrak ederken buldu. [1] Kendi ebeveyniyle değil, bu adamla akraba olmalıydı. Ailesiyle bağlarını daha önceleri de sorgulardı zaten. Aksak ayağı ve diyaliz makinesine bağlı haliyle yakın akrabalarından hiçbirine benzemiyordu. Dede'yle benzerliğiyse gözle görülür ve kayda değerdi. Bunun farkına varınca kökenlerine olan inancı sarsıldı. Bu deneyimi, gülerler ya da psikiyatri ilaçları verirler korkusuyla doktorlardan sakladı. Ama bir an için kayıp giden yaşamı, birtakım yeni duygular ve olasılıklar barındıran, sonsuz, bölük pörçük ve korkutucu deneyimlerin kapısını açtı.
Peşi sıra başka değişimler geldi. Zehra yanına gelen doktorların saç ve ten renginin değiştiğini görüyordu. Bir doktor uzaktan esmer tenli ve koyu renk gözlü görünüyor, sonra sanki hareket ederken değişim geçiriyormuşçasına yaklaştıkça saçları aklaşıp gözleri yeşile dönüyordu. Bir başka seferinde bir grup doktorun hastanede olmayacak bir şekilde simsiyah giyinmiş olduklarını gördü. Bu şeylerin değiştiğine emindi ama sebebini tam çözemiyordu. Işık yüzünden miydi yoksa sebep kendisi miydi? Sorun ışıksa, bu sadece bir göz yanılgısıydı ve dünyayı yanlış yorumladığı anlamına gelirdi. Ama insanlar ve nesneler ona gerçek yüzlerini göstermek için cidden şekil değiştiriyorsa ve o başkalarının görmediği bir dünyanın mucizelerine tanıklık etmeye başladıysa, bundan kimseye bahsedemezdi. Böyle bir deneyimi doktorlarla ve ailesiyle paylaşamazdı. Bu şahsi bir şeydi. Dünyayı algılayış biçiminin nasıl bu kadar derin ve acayip bir hal aldığını sorgulamaya başladı. Fiziksel sağlığını korumaya çalışırken aklını mı yitiriyordu, yoksa gerçekten dünya ona sırlarını mı açıyordu? Gerçeği bilmek için yanıp tutuşuyordu çünkü ölümün nefesini daha şimdiden birkaç kez ensesinde hissetmişti. Yaşadığı deneyim ne gibi bir hakikati ortaya koyuyordu? Bedeni, teni, kendisi değişiyor muydu? Yoksa değişen etrafındaki insanlar mıydı? Ölüm yaklaşırken kafası bu sorularla meşguldü.
Hastanede tedavi görmeye başladıktan bir buçuk yıl sonra, Zehra bir gün diyaliz sırasında bayıldı ve acil servise kaldırıldı. Ortam değişikliği olsun diye diyaliz ünitesini değiştirdi. Zaman içerisinde, hastanenin geriliminden uzaklaşınca, haftanın birkaç günü amcalarından birinin mahalle bakkalında çalışmaya geri döndü. Zehra eskiden aile bütçesine katkı sağlamak için bir tekstil atölyesinde çalışıyordu. Böbrekleri iflas edince amcasının dükkânı çalışmak için çok uygun bir yer olmuştu; İstanbul'da oturduğu yere yakındı ve çalışma saatleri esnekti. Sıkı bir diyet uygulaması gerektiği, tansiyonu düşük olduğu ve diyaliz sonrası yorgun düştüğü için başka hiçbir şey yapamadığından hastalık vaktini alıyordu. Temel günlük rutinler tüm yaşamını ve bedenini öyle zapt etmişti ki bunalmaya başlamıştı. Hastalığın getirdiği bu kısıtlamalar içinde aile ortamında çalışabilmek çok iyi oluyordu.
Hastaneden uzakta, gittiği özel bir küçük diyaliz ünitesindeki hayatı farklı seyrediyordu. Diyalize haftada üç kere özel servisle gidip geliyor, yol boyunca merkeze giden diğer hastalarla sohbet ediyordu. Servisteki herkes aynı hastalıktan, aynı acıdan, aynı ölü sosyal hayat ve tecritten mustaripti. İstanbul'un yoğun trafiğinde geçirdikleri saatler boyunca çoğunlukla dini ve ruhani meseleler hakkında konuşuyorlardı: ölüm, ölümden sonra yaşam ve Sünnilerin cennete gideceği, Alevilerinse Araf'ta acı çekeceği üzerine. Zehra bu konuşmalardan rahatsız oluyordu.
"Ne olduğumuzu tam olarak bilmiyordum....o yüzden anneme biz Alevi miyiz diye sordum." 27 yaşındaki Zehra dini kökenlerini ilk defa sorguluyordu. Annesi öyle olduklarını söyledi. Bunu duyunca öldükten sonra kendisine ne olacağı meselesi canını daha da fazla sıkmaya başladı. Servisteki Sünni kadınlar haklıysa, doğru olan onların Müslümanlık anlayışıysa, bu demek oluyordu ki bu dünyadaki varlığına anlam katan Alevi âdetleri, ibadetleri, şarkıları, duaları ve ailesinin tüm gelenekleri yanlıştı. Bu kendisinin ve tüm diğer Alevilerin cehenneme gideceği anlamına gelirdi. Neden bunca insan yanlış yolu seçer ki, diye düşündü. Aleviler Türkiye'nin Müslüman nüfusunun yüzde yirmi beşini oluşturuyordu. Geri kalan yüzde yetmiş beşlik çoğunluğun neredeyse tamamı Sünni'ydi. Servisteki konuşmalar Zehra'nın canını sıkmıştı. Evde hayat her zaman olduğu gibi devam ediyor, herkes akşam eve paylaşacak az da olsa bir şeyler getiriyordu. Onlar için "son", bir şarkı ya da duadaki duygu yüklü bir kelimeden ibaretti. Ama Zehra kendi sonunun yaklaştığını hissediyordu ve onu anlayan kimse yoktu. Perşembe akşamları genellikle aile bir araya gelir, Berat Kitabı'ndan bölümler okuduktan sonra ilahiler söylerlerdi. Bir hafta diyaliz yüzünden yorgun düştüğü için duaya katılamadı. Bu olay ağabeyiyle arasında bir tartışmaya yol açtı ve tartışma ciddileşti. Ailesine Alevi olmak hakkında düşündüklerini ve yanlış yolda olmaktan endişe duyduğunu söyledi. Hiçbirinin öldüğü yoktu ama o çok yakında hakikatle yüzleşmek zorunda kalacaktı. Ya cehennemde yanarsaydı? Neyin doğru olduğunu söylemeye kimin hakkı vardı ki? Zehra'nın kuşku içinde olmasına sinirlenen ağabeyi ona, "Sen bizden değilsin!" diye bağırdı.
Zehra kendini dışlanmış, istenmeyen biri gibi hissediyordu. Ama aynı zamanda bu tam da şüphe ettiği şeydi. Hiçbir zaman onlardan, ne yakın akrabalarından ne de cemaatten biri olmamıştı muhtemelen. Eğer onlardan biri olsaydı onlar kadar sağlıklı olurdu ama topallığı ve zayıf bünyesiyle başından beri farklıydı, şimdi de böbrekleri iflas etmişti. Onun yerine Dede'yle akraba olabilirdi. Hem ona benziyordu hem de aynı dertten mustaripti. Ev ve cemaat ortamı bu şekilde sarsılınca öbür dünya hakkında kafası iyice karıştı ve Araf'tan kurtulma umuduyla popüler din ve psikoloji kitapları okumaya başladı. Mahşer gününde uyanıp sırat köprüsünden kolayca geçeceklerin arasında yer almak istiyordu ama fazla zamanı kalmadığının bilincindeydi.
Böbrek nakli ameliyatından birkaç gün önce, sonunun yaklaştığını gösteren bir olay daha oldu. Hastanedeki yatağının sol yanından yaklaşan koyu bir gölge gördü. O anda bunun Azrail olduğu hissine kapıldı; ölme vakti mi gelmişti? Sohbet ederken sol kolunu hafifçe kaldırıp boşluğa işaret etti. "Orada durdu," dedi. Başucundaki işaret ettiği yere baktım. "Yanıma geldiğini gördüm ve nefes alamadım ama sonra gitti." Yaşadığı o ânı bana anlatırken ölüm yanımızda belirmişti ve görünmez diyarlardan gelen varlıkların nasıl da ansızın görünebildiklerine şaşıp kalmıştım.
Zehra'yla hastanede tanışıp iki uzun gün boyunca sohbet ettiğimde babasının böbreği kendisine henüz takılmıştı. Zaten güçsüz olan bedeni iyice zayıflamıştı ve gözlerinde hassas, yorgun bir ifade vardı. Benimle başkalarından sakladığı anlaşılan şeyleri, özellikle de babasının "gerçek" yani biyolojik babası olmadığı şüphesini paylaştı. Ameliyat başarılı geçmiş olsa da hâlâ kuşku duyuyordu. "Eğer bedenim böbreği atarsa bileceğim," dedi bana, babasının gerçek babası olmadığını bileceğini kastederek. Bütün testler yolunda gitmişti; doku ve kan grubu uyuyordu. Biyolojik uyuma bakılırsa babam o olmalı diye düşünüyordu. Yine de yaşadıkları, biyolojik yapısı ve akrabalık bağları kadar inancı konusunda da kafasında büyük soru işaretleri yaratmıştı. Bu sebeple Zehra kendisinin ve ailesinin gerçekte kim olduğu, hakikatin ne olduğu ve bu yakınlarda Azrail'i tekrar görüp görmeyeceği sorularının nihai cevabını ancak ve ancak bedeninin verebileceğine inanıyordu.
Ölüm yakındı ve gerçeklik algısındaki olağandışı değişimler bunun bir göstergesiydi. Zehra diyaliz ünitesindeki yeni ailesiyle makinelere bağlı yatalak bir hayatı paylaşmıştı ama bu aynı zamanda beklenmedik hakikatleri açığa çıkaran düşler, görüntüler ve yanılsamalar içeren bir hayattı. Diyaliz odasında o ve onun gibi hastalar aile, okul, flört etmek, böbrek hırsızlığı, organ mafyası, organ nakli için nereden böbrek bulunacağı, zenginler ve ne kadar şanslı oldukları, kısaca bir insanın yakın arkadaşları ve ailesiyle konuşacağı her şey hakkında konuşuyorlardı. Birbirlerini uzun süredir tanımasalar da makineler ve iflas eden bedenleri aracılığıyla bu yeni biyomedikal dünya içinde yakın bir bağ kurmuşlardı.
Ameliyat sonrasında Zehra hastaneden taburcu edilip eve, normal aile hayatına döndü; artık diyalize girmesi gerekmediğinden amcasının bakkalında daha uzun süre çalışabilecekti. Ancak babasıyla olan kan bağından hâlâ kuşku duyuyordu ve böbrek rahatsızlığı kalmamış olmasına rağmen tuhaf deneyimler yaşamaya devam etti. Televizyondaki insanlar kendisine bakıyormuş, onu izliyorlarmış ya da ekrandan onunla konuşuyorlarmış gibi geliyordu. Haberleri izlerken spiker kadının onun gözlerinin içine baktığına ve doğrudan kendisine hitap ettiğine emindi. Ailesi hiç olmadığı kadar nazik davranıyordu. Geçmişte anlaştığı da anlaşamadığı da olmuş kız kardeşleri bile ona başka biriymiş gibi davranıyordu. Ya çok düşünceli ya çok iyi ya da çok sessizdiler. Etrafındakilerin onun varlığına gittikçe artan bir dikkat gösterdiğini hissediyordu. Onu gözetleyen bir dünyanın merkezi haline gelmişti. Paranoyası arttı. Değiştiğini duyumsuyordu. Oldum olası insanların, ailesinin, hatta iş arkadaşlarının nazarında görünmez olmuştu; tekstil atölyesindeki patronu kendisine uygunsuz bir şekilde yaklaştığı zaman hariç. Bu olayı çok iyi anımsıyordu; adamı terslemiş ve işten ayrılmıştı. Ama bu olay haricinde kimsenin dikkatini çekmediğini düşünüyordu. Böbrek nakli sonrasındaysa tanıyamadığı bir dünyanın merkezi olmuştu.
Böbrek nakli yapıldığında Zehra'nın durumu kötülemişti; sanki o donup kalmıştı da onu gözlemleyen dünya değişip dönüşmüştü. Hissedebiliyor, düşünebiliyor ve hareket edebiliyor muydu? Yoksa birden dünyanın hakikatini olduğu gibi kavramaya mı başlamıştı? Ya da hakikatin hiç de önceden sandığı kadar elle tutulur bir şey olmadığını mı keşfediyordu?
Zehra'nın Dede dediği adam onun için herhangi bir yaşlıdan öteydi. Alevi inancında dedeler ermiş gibi kabul edilir ve din ve cemaat hayatının lideri olarak görülürler. Halk arasında hakikate giden yolu bildiklerine, insanların doğru yolda ilerlemesini sağlayacaklarına ve Tanrı'ya diğer insanlardan daha yakın olduklarına inanılır. [2] Dedeler sosyopolitik meselelerden bahseder, gençleri Alevilik konusunda eğitir ve küsleri barıştırır. [3] Yarı kutsal addedilen dedeler [4]bilginin vücuda gelmiş şeklini temsil ederler ve bu bilgi ilahi olmaktan ziyade deneyimleri ve bilgeliklerinden kaynaklanır. Alevilerin günlük yaşam politikası içinde dedenin hükmü, hem bilinebilir sağduyu alanında, hem de bilinemez kutsalın estetik alanında geçer. [5]O halde, dönüşüme uğrayan Dede Zehra için ne anlama geliyordu? Zehra için diyaliz ünitesinde yanı başında yatan bu yaşlı hasta, yaşı dolayısıyla saygı duyulacak biriydi. Aynı zamanda ona Dede diyerek kendisine bir cemaat liderinin ermişlik özelliklerini atfetmişti; öyle ki yaşlı adam Zehra'ya ait olduğu yeri, hem diyaliz ailesini hem de Alevi cemaatini göstermek adına şekil değiştirip ona benzer bir hale gelebilmişti. Diyalizdeki Dede hem yarı kutsal hem yarı makineydi. Şekil değiştiren Dede hem yarı tanrısal hem de yarı Zehra'ydı. Görüntüsü değişen Dede'nin Zehra'ya benzemesi onun değişen aile bağları açısından rahatlatıcıydı. Böylece dünya ile olan bağı tamamen kopmuyor, diğer diyaliz hastalarıyla arasında bağ oluşurken başından beri ait olduğu topluluk içinde kalmaya devam ediyordu.
Zaman içerisinde görünürde birbiriyle alakalı olmayan şeyler de hayatında anlam kazanmaya başladı. Sanki doktorların kulağa yabancı gelen tıbbi bilgisi kolundaki delikten içine sızmanın bir yolunu bulmuş da yüzlerin dönüşmesine, kendi dünyalarının onun varlığına nüfuz etmesine sebep olmuş ve onu tehlikelere karşı açıkça uyarmakla kalmamış, ayrıca dayanılmaz teknolojik bir ilginin odağı haline getirmişti. [6] Diyaliz makinesine bağlıyken Zehra istek ve iradeden yoksun kalmış ve daha önce iç dünyasında hiç duyumsamadığı şeylerin ve güçlerin etkisini hisseder olmuştu. Artık dünya ve Tanrı ile kurduğu ilişkideki kendi yerini bilemiyordu. Yaşadığı doğaüstü deneyimin duygusal etkisi, kendisine sunulan biyolojik kanıtın, yani babasının dokusunun kendisininkine uymasının etkisine baskın çıkıyordu. Her şeyin sınırının altüst olduğu bu durumda neyin nereye ait olduğunu kestiremiyordu. Bu denli çarpık bir dünyada olguların pek bir anlamı yoktu. Ne denli tuhaf ve alışılmadık olursa olsun yaşadığı deneyimler sadece başkalarıyla değil kendisiyle ve doğru bilgiye giden yolla kurduğu ilişkinin temeli haline gelmişti.
Bana göre Zehra'nın öte tarafa geçişi olgu ile kurgu, istek ile bastırma, hakikat ile gerçeklik, düş durumu ile doğal durum arasındaki sınırın yok olduğu noktaya tekabül etmekteydi. Freud der ki, insanların rüya görebiliyor olmaları kişisel bir önemi olan dünyalar yaratmalarına ve daha çok hayal kurabilmelerine olanak sağlamıştır. Rüya sırasında doğa kendini yeniden düzenler. Düşlerin Yorumu adlı eserinde kendi rüyalarını ve deneyimlerini inceleyen Freud, rüyaların ardında yatan esas dürtünün isteklerin gerçekleştirilmesi olduğunu, rüyaların bir çeşit ruhsal —kendi yorumuyla libidinal— enerji görevi görüp gerçek hayatta yaşanan deneyimlerin dayandığı temel unsuru oluşturduklarını öne sürmüştür. Zehra'nınki gibi tekno-bilimsel deneyimlerin otoritesi biyolojik bilgiyle destekleniyordu. Sanki düş durumu (hayal) ile doğal durum (maddi dünya) arasındaki zıtlıklar bu şekilde yok oldukça dış dünyanın kurgusu da bedenselleşiyordu.
İflas eden bedeni ve meçhul geleceği arasında kalan Zehra'nın sağduyusu kendisine bir yaşam dünyası, yeni bir alan, paralel bir evren kurmuştu. Ama bu dünya onu izlemeye başlamış gibiydi. Makinede yaşadığı ani duygusal ve ahlaki değişimler ve sonrasında yeni böbreğin içine takılması, akla gelmeyecek görünmez şekillerin belirdiği başka bir gerçekliğe geçmesine yol açmıştı. Nitekim televizyondaki spikerler onunla konuşup ona sinyaller yolluyor, o da bunları kendi yolunu bulmak için kullanabiliyordu. Bu alışılmadık ilgi çok yorucuydu. Sevgi dolu bir gözetim, sevecen bir despotluk, mimiklerden, el kol hareketlerinden, sembol ve işaretlerden okunan bir dünya. Başkahramanı olduğu soyut ve eşsiz bir dünyanın içinde değişimleri takip edebiliyordu. Dünyayı daha önce hiç olmadığı kadar iyi okumaya başlamıştı. İşte böyle birden, başkalarının dünyalarının arasında yeşeren ama bütünüyle onların içinde olmayan bir yabani zihine sahipti. Dönüşmüştü.
Notlar
[1] Burada Lacan'ın kavrama yetisinin dışında kalan şeyleri ifade etmek için kullandığı "gerçek" kavramına gönderme yapıyorum. Bu kavram, nesne veya olayların durumuna değil, imgesel ile simgesel arasında köprü oluşturan bir olay döngüsüne tekabül eden bilinmeyen niteliklerin etkili bir varlığına işaret eder. Bir "gerçeklik" göstergesi olmaktan öte farklı tahayyüllerin hakikate dönüşmesine olanak tanır.Metne dön
[2] Bkz. Gökalp, Türk Töresi; Bal, Alevi-Bektaşi köylerinde toplumsal kurumlar; Gökyay, "Dede Korkut hikâyelerinde şamanlık izleri".Metne dön
[3] Bal, Alevi-Bektaşi köylerinde toplumsal kurumlar.Metne dön
[4] Şener, Alevi Törenleri.Metne dön
[5] Hannah Arendt'e göre modernin ruhu vita activa (aktif yaşama) çağrısını barındırır. Konuşma, politika ve harekete geçme modern bireyi özgürleştirecektir (Hannah Arendt, İnsanlık Durumu).Metne dön
[6] Mary Douglas Saflık ve Tehlike'de kültürel olarak göze çarpan nesnelerin temiz ve saf olanla tehlikeli veya kirletici olan arasında yapılan kozmolojik bir ayrım yoluyla sınıflandırıldığını anlatır. Zehra bu açıdan Dede'yi saf bir nesne olarak görüyordu; ona göre dede genel anlamda, insanın ruhunu ve hayatını anlamlı kılan inanç ve değerlere tutunulmaya çalışılırken ne tür nesnelerin bünyeye alınıp şahsileştirildiğine işaret ediyordu. Alevi kültürünün temel unsurlarından biri olan "biz" algısının içinde kalarak, Zehra gördüğü fiziksel değişimler yoluyla Dede'yi kendisine benzeyen ve dolayısıyla kendinin olan bir şey kılabiliyordu.Metne dön