Artık Yasımı Tutacağım, s. 17-20.
Acı haberi Diran verdi. Kitabımın tanıtım toplantısı için Paris'teydim. Bir radyo programı ardından radyo çalışanları, kitabın çevirmeni ve akşam yapılacak panelin katılımcıları ile birlikte kalabalıkça bir grup olarak yemekteydik ve karşılaştığımız andan itibaren aramızdaki buzları hızla eritmekle ve birbirimizi anlamaya çalışmakla meşguldük.
Ekranında Diran'ın ismini görünce gevrek bir sohbet beklentisiyle keyifle ve vakit geçirmeden açtım telefonumu. Henüz bir şey söylememe fırsat vermeden, "Biliyor musun burada ne oldu?... Hrant'ı vurdular!.." dedi Diran'ın her titreşimine tarifsiz bir acının yerleştiği sesi. Yüzüme yayılmış gülümsemenin donduğunu ve ardından dünyanın tüm dillerinde aynı anlama gelen bir ses çıkardığımı hatırlıyorum. Bir de masamızdaki kalabalığın kocaman gözlerle bana baktığını.
Dünyanın neresine giderseniz gidin her yerde aynı anlama gelen, yürekten kopan o tuhaf ve hırıltılı sesi, kural olarak hıçkırık ve gözyaşları takip eder. Ama sizden kopartılan dostunuz, kardeşiniz, bir yakınınız ise ve siz onun avukatlığını üstlenmiş iseniz, aranızdaki bu müvekkil-vekil ilişkisi devam ediyorsa, yüreğinizden kopup gelen o hırıltıya benzeyen acı sesle ve dudağınızda donan gülümsemeyle kalırsınız. Çünkü görev devam etmektedir ve sizin ağlamaya vaktiniz de hakkınız da yoktur. O sırada medyadan birileri size Hrant Dink'in avukatı olduğunuz için birtakım sorular sormaktadır. "Dostumu öldürdüler, cevap verecek durumda değilim," diyemezsiniz, bu cinayette payı ve rolü olanları, onun nasıl hedef durumuna getirildiğini ve getirenleri söylemek istersiniz. Siz, kendinizi her zaman ve her durumda onun vekili olarak görür ve buna uygun davranmak zorunda olduğunuza inanırsınız. Sizden beklenen de budur. Öyle ya, ağlayan, sızlayan, yas tutan avukatı kim ne yapsın?
Uzakta olmak kahreder sizi... avukat arkadaşlarınızı arayarak ya da sizi arayanlarla konuşarak yapılacak işlere nezaret edersiniz. Cinayet mahallinde olmak, olay yeri krokisi çizilirken ve olay yeri aranırken, deliller toplanırken, otopsi yapılırken başında olmak gibi.
•
Paris'ten apar topar döndüm ve doğruca Agos'a gittim. Cenaze hazırlıklarının konuşulduğu odaya girdim ve derhal cenaze komitesine dahil oldum. İçimden Agos çalışanlarına sarılıp ağlamak geldi ama tuttum kendimi, her birinin sırtına dokunarak, ellerini tutarak metanet telkin etmeye çalıştım. Öyle ya, ben onların avukatıydım ve o anda görev başındaydım.
Emniyet Müdürlüğü'nde yapılan görüşmelere katıldım. Orada polisler bana, "Başınız sağolsun," dediler. Kimileri samimiydi, kimileri tedirgin; bunu hissettim. İçimden "normal" insanların bu durumda söyleyecekleri ve yapacakları şeyler geçti ama ben, "hepimizin" demekle yetindim ve sonra ekledim: "Hepimizin başı sağolsun, kimileri farkında değil belki ama bu hepimizin kaybıdır." Bunu söyledikten sonra, toplantı masasına, görevimin başına döndüm.
Emniyetten tekrar Agos'a döndüm ve oradan Bakırköy'e, sevgili kardeşimin evine gittim. Çok kalabalıktı. Rakel'in salonda taziyeleri kabul ettiğini söylediler. Salona yönelmiştim ki Arat'ı gördüm. Dünya güzeli yüzüne çöken koyu karanlıkla güzelim gözlerine acı ve öfke sinen Arat'ı... İçimden dayanılmaz bir biçimde haykırmak ve ona sarılıp bağıra bağıra ağlamak geldi ama kendimi tuttum yine. Çünkü Arat da benim müvekkilimdi...
Son duruşmada camları koyu bir polis otosuna bindirerek kaçırmıştım babasıyla birlikte onu da. Görev devam ediyordu ve Arat'ın bana ihtiyacı vardı.
Salona girdiğimde, oradakilerin çoğu beni tanıdı. Bu durumda, Rakel'e de sarılıp ağlayamazdım.
Ertesi gün, o dağ gibi Hrant'ımı ensesine kurşun sıkarak deviren tetikçinin teşhis işlemi için yine Emniyet Müdürlüğü'ndeydim. Teşhisin yapıldığı aynalı oda bodrum kattaydı. Beni asansörle aşağıya indiren polis memuru, soruşturma savcılarının ve zabıt katibinin bulunduğu, görgü tanıklarının da sırayla içeri alındığı odanın kapısını araladı, kafasını içeri doğru uzatıp "Maktulün avukatı geldi," dedi. İrkildim. Sendeledim. İçeri giremedim. Kapı açıldığı, içeriye davet edildiğim halde bir süre eşikte bekledim.
"Maktul" sözü ile kastedilen Hrant'tı...
Gerçi, cinayet davalarında öldürülen kişiye maktul, öldürene de katil ya da katil zanlısı deniyordu denmesine ama, bünyem "Hrant" ile "maktul" sözcüklerini yan yana getirmeyi reddediyor, bütün yaşananlara rağmen Hrant'ın adının yanına maktulü yakıştıramıyordum. İçimden orayı hızla terk etmek, sokaklarda koşmak ve bağırarak ağlamak geçtiyse de bunu yapmadım; içeri girdim. Soruşturma savcıları ile tanıştım ve onlardan bilgi aldım.
•
Cinayetten birkaç ay sonra dostlarının Hrant için yazdıklarından oluşturulacak "Hrant'a" (Ali Topu Agop'a at) kitabı için benden de bir yazı istendiğinde hemen herkesin yaptığı gibi tereddütsüz kabul ettim.
Bulduğum ilk fırsatta o yazıyı yazmak üzere bilgisayarın başına oturdum ama tek satır bile yazamadım. Kafamda yazıyı kuruyor ancak bir türlü başlayamıyordum. Bir ekrana, bir klavyeye bir de duvardaki saate bakarak kuracağım cümleyi düşünüyor ama bir adım sonrasını getiremiyordum. Bir oraya, bir buraya bakarak böyle saatler geçirdim ama yazamadım. Bilgisayarı kapatıp kalktığımda içimde tarifsiz bir sıkıntı hissettim. Bu böyle günlerce sürdü.
Sonra birden daha önce de bu duygunun ve iç sıkıntısının aynısını yaşamış olduğumu fark ettim. 2007'nin Şubat ayında Milliyet gazetesi kitap eki için benden ısrarla Türk- Ermeni dostluğunu anlatan bir yazı yazmam istenmiş, çok yoğun olmama rağmen kıramamış, yazmayı kabul etmiştim. Bir türlü başlayamadığım ve zorlukla bitirebildiğim o yazıya verdiğim başlık da ilginçti, "Gecikmiş Yas". Benden Türk-Ermeni dostluğu üzerine yazmam istenirken bu dostluğu, acı, matem ve yas üzerinden kuran bir yazı yazacağım hesap edilmiş miydi bilmiyorum, ama ben başka türlüsünü yazamamıştım.
"Yas" sözcüğünü başlığa yerleştirdiğim o yazıyı ve sıkıntılı yazma sürecini hatırladığımda evde yalnızdım. İçim öyle sıkıldı ki yüzümü yıkamak için bilgisayarın başından kalkıp doğruca banyoya gittim. Yüzümü yıkadım ve aynanın karşısına geçip dikkatle baktım görüntüme. Bir yandan da bu iki yazıda ortak olanı düşündüm. İşte tam o sırada, aylarca önce Paris'te bir lokantada dudaklarımda donup kalan gülümsemeyi fark ettim. Aynada gördüğüm bana hiç benzemiyordu, sadece gülümsemesi değildi donan, bakışları da donmuştu bu bana benzemeyen suretin.
Bu bana benzemeyen donuk suretin ve bu iç sıkıntısının kaynağını keşfettiğim o anda iki damla yaş gelip oturdu göz pınarıma, tıpkı daha önce birkaç kez olduğu, tıpkı daha önce iki damlayla kalıp arkasının gelmediği gibi. Gözyaşlarım pınar olup akmadı, ama birden: "Ben Hrant'ın yasını tutamadım ki," dedim kendi kendime. Yüzümde donup kalan gülümsemenin de, bir türlü geçmeyen iç sıkıntısının da sebebi buydu. Ben, "avukatlık" yapmaktan Hrant'ın yasını tutmaya fırsat ve zaman bulamamıştım. Zaten benden beklenen de yas tutmak değildi. Yas tutmak, ağlamak, dövünmek hatta ilenmek, insanlara mahsustu. Ağlayan, dövünen, ilenen avukattan, başta avukatlar olmak üzere kimse hazzetmezdi.
Ama ben buradan cümle âleme ve tüm dostlarına ilan ediyorum. Bu kez kararlıyım. Hrant'ın yasını tutacağım. Biliyorum ki, hatırlama ve yas, yüzleşmenin, iyileşmenin, olmazsa olmazı. Yıllardır içime hapsettiğim hıçkırıkları artık serbest bırakacağım. Karar verdim ben artık Hrant'ın yasını tutacağım.