Dünyevi Zevkler’den, s. 9-16.
Den Bosch’ta dünyaya geldim, Hieronymus Bosch'un adını aldığı Hollanda şehrinde.(1) Sırf orada doğmuş olmak beni Bosch uzmanı yapmaz ama meydandaki heykelini göre göre büyüdüğümden, gerçeküstü imge dünyasını, simgeciliğini, Tanrı'nın azalan etkisi altında insanlığın evrendeki yeriyle kurduğu ilişkiyi daima sevdim.
Etrafta neşeyle dolaşan çıplak figürlerle dolu, üç kanatlı meşhur tablosu —Dünyevi Zevkler Bahçesi— cennetteki masumiyete atfen yapılmıştır). Ortadaki tablo, püriten uzmanların geliştirdiği ahlaksızlık ve günah yorumlarına uymayacak kadar mutlu ve rahattır. İnsanlığın cennetten kovulmadan önceki halini ya da belki hiç kovulmamış gibi suçluluk ve utançtan azade halini gösterir. Benim gibi bir primatolog için çıplaklık, cinselliğe ve üretkenliğe yapılan göndermeler, bol miktarda kuş ve meyve ve gruplar halinde hareket etmek tümüyle tanıdık şeylerdir ve dini ya da ahlaki bir yorum gerektirmez. Bosch bizi doğal halimizle resmetmiş gibidir, ahlakçı bakışınıysa sağ taraftaki panele saklar ve orada, orta panelde zevküsefaya dalmış insanları değil, rahipleri, rahibeleri, oburları, kumarbazları, savaşçıları ve sarhoşları cezalandırır. Bosch din adamlarından ve hırslarından pek hazzetmezdi, bu da resmin küçük bir ayrıntısını, Dominiken bir rahibe gibi örtünmüş bir domuza bütün servetini vermeyi reddeden adamı açıklar. Bu zavallı figürün ressamın kendisi olduğu söylenir.
Beş asır sonra hâlâ dinin toplumdaki yeri konusunda kavgaya tutuşmaya devam ediyoruz. Bosch'un zamanında olduğu gibi şimdi de ana tema ahlak. Tanrısız bir dünya canlandırabilir miyiz gözümüzde? Böylesi bir dünya iyi olur mu? Sanmayın ki köktenci Hıristiyanlar ve biyoloji arasındaki savaş bilgiler üzerinden yürütülüyor. İnsanın evrimden şüphe etmesi için kanıtlara karşı epey bağışıklık sahibi olması lazım, bu yüzden de şüphecileri ikna etmeye yönelik kitaplar ve belgeseller boşa zahmet. Dinlemeye açık olanlar için çok yararlı olsalar da hedef kitlelerine ulaşamıyorlar. Çatışma hakikatle değil, hakikatin ne yapılacağıyla ilgili. Ahlakın doğrudan yaratıcı Tanrı'dan geldiğine inanan birisi için evrimi kabul etmek manevi bir uçurum demektir. Son zamanlarda ateistlerin en ateşli sözcüsü olan Christopher Hitchens'la, Rahip Al Sharpton arasındaki tartışmaya kulak verelim: "Dünyanın bir düzeni yoksa, bu düzeni belirlemiş bir varlık, bir güç yoksa, neyin doğru neyin yanlış olduğunu kim belirliyor? Her şeyden sorumlu bir şey yoksa, gayri ahlaki bir şey de yok demektir."(2) Dostoyevski'nin Ivan Karamazov'unun "Tanrı yoksa komşuma tecavüz etmekte özgürüm!" haykırışını tekrarlayan çok insanlar gördüm.
Belki sadece ben böyle düşünüyorumdur ama menfur bir davranışta bulunmasını engelleyen tek şey inanç sistemi olan insandan korkarım. Yaşanabilir bir toplum için gerekli özdenetim de dahil, bütün insanlığımızın yapımızda olduğunu neden düşünmeyelim? Atalarımızın henüz din sahibi olmadıkları zamanlarda sosyal normlarının olmadığına hakikaten inanan var mı? Yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmez, haksızlıkla karşılaşınca şikâyet etmezler miydi? İnsanlar, topu topu bir iki bin yıl önce çıkan mevcut dinlerden çok önce, toplumlarının nasıl işlediğine kafa yormuş olmalı. Biyologlar bu kadar kısa süreleri hiç ciddiye almaz.
Dalai Lama'nın Kaplumbağası
New York Times'ın sitesindeki "Tanrısız Ahlak Olur mu?" bloğunda ahlakın dinden önce geldiğini ve bizim de dahil olduğumuz primat ailesini inceleyerek ahlakın kökeni hakkında pek çok şey öğrenilebileceğini yazmıştım.(3) Her ne kadar, doğayı kana bulanmış bir yer gibi görme alışkanlığında olsak da, hayvanlar bizim de ahlaken onayladığımız eğilimlerden yoksun değillerdir, bu yüzden de ahlakın bizim sandığımız gibi insanlığın getirdiği bir yenilik olduğu söylenemez bence.
Şu anda okuduğunuz kitabın konusu bu olduğundan, izninizle yazımın blogda yayımlanmasını takip eden bir haftayı ve o sırada yaptığım Avrupa yolculuğunu anlatarak, anabaşlıkların üzerinden geçeyim. Ancak hemen öncesinde Atlanta'da, çalıştığım Emory Üniversitesi'nde, bilim ve din buluşmasına katıldım. Dalai Lama, en sevdiği konu olan şefkat üzerine bir konuşma yapıyordu. Şefkatli olmak bana hayat için mükemmel bir tavsiye gibi geldiğinden, saygıdeğer konuğumuzun mesajını canıgönülden kabul ettim. İlk tartışmacı olarak, kırmızı ve sarı kasımpatılar denizi içinde yanına oturdum. Ona hitap ederken ve ondan bahsederken "hazretleri" dememi tembih etmişlerdi ama ben her türlü hitaptan uzak durmaya çalıştım. Gezegenin en takdir edilen adamlarından biri ayakkabılarını çıkarıp sandalyesinin üzerinde bağdaş kuruyordu, başına turuncu harmanisiyle aynı renkte kocaman bir beyzbol şapkası takmıştı ve üç bini aşkın seyirci ağzının içine düşecek gibi onu dinliyordu. Sunumumdan önce, organizasyonu yapanlar, lisanı münasiple, kimsenin beni dinlemeye gelmediğini ve orada bulunan herkesin onun bilgeliğinin incileri için geldiğini hatırlattılar bana.
Konuşmamda hayvanlardaki özgecilik üzerine son verileri sıraladım. Mesela, maymunlar kendi yiyeceklerinin bir kısmını kaybetseler bile, bir arkadaşlarının yiyeceğe ulaşması için bir kapıyı gönüllü olarak açıyorlardı. Kapuçin şebekleri de, farklı renklerde markalarla alışveriş yaptığımız bir deneyde yan yana konulduklarında başkaları için ödül almaya istekliydi. Markalardan biri sadece kapuçinin kendisine ödül getiriyordu, bir diğeri ikisine birden. Çok geçmeden kapuçinler "toplumdan yana" markayı tercih etmeye başladılar. Bunun nedeni korku değildi, çünkü korkacak fazla bir şeyi olmayan egemen kapuçinler aslında en cömert olanlardı.
Kendiliklerinden iyilik yaptıkları da oluyordu. İhtiyar bir dişi olan Peony, Yerkes Primat Merkezi arazi istasyonunda, günlerini dışarıda diğer şempanzelerle geçirirdi. Hava kötü olduğunda, arteriti azdığı için yürümekte ve tırmanmakta zorluk çekerdi ama diğer dişiler onun dışarı çıkmasına yardım ederlerdi. Peony oflaya puflaya çok sayıda maymunun birbirlerini tımar etmek için toplandığı tırmanma iskelesine çıkmaya çalışırdı. Sonra onunla akrabalığı olmayan genç bir dişi arkasına geçer, Peony ötekilerin yanına çıkana kadar iki eliyle birden tombul kıçından zar zor iterdi.
Peony'nin kalkıp ağır ağır epey uzak mesafedeki çeşmeye doğru yürüdüğünü de görmüştük. Genç dişiler bazen ondan önce koşar, biraz su alır ve geri gelip Peony'ye verirlerdi. İlk başta ne olduğunu anlamamıştık çünkü tek gördüğümüz dişilerden birinin ağzını Peony' nin ağzına yaklaştırmasıydı ama bir süre sonra şablon netleşti: Peony ağzını iyice açıyor, genç dişi de suyu içeri püskürtüyordu.
Böylesi gözlemler yeni gelişmekte olan ve sadece primatlar değil köpekler, filler, hatta kemirgenler üzerinde araştırma yapan hayvan empatisi alanını destekliyor. Bunun tipik bir örneği, üzgün arkadaşlarını sarılıp öperek teselli eden şempanzelerdir ve buna öyle sık rastlanır ki kayıtlara geçmiş binlerce vaka vardır. Memeliler birbirlerinin duygularına karşı duyarlıdır ve muhtaç durumda olanlara yardım ederler. İnsanların evlerini, mesela iguanalar ve kaplumbağalarla değil de tüylü etoburlarla doldurmasının nedeni, memelilerin bir sürüngenin asla sunamayacağı bir şey sunmasıdır. Şefkat verirler, şefkat isterler ve biz nasıl onların duygularına tepki veriyorsak onlar da bizim duygularımıza tepki verirler.
Dalai Lama bu noktaya kadar dikkatle dinlemişti ama tam o sırada şapkasını kaldırarak sözümü kesti. Kaplumbağalar konusunda daha fazla bilgi edinmek istiyordu. En sevdiği hayvan kaplumbağaydı, kim bilir belki dünyayı sırtlarında taşıdıkları düşünüldüğü için. Budist lider, kaplumbağaların da empatiden nasibini alıp almadığını merak ediyordu. Dişi deniz kaplumbağasının yumurta bırakacak en iyi yeri bulmak için nasıl karaya çıktığını, böylece müstakbel yavrularına duyduğu sevgiyi gösterdiğini anlattı. Yavrularıyla karşılaşacak olsa anne nasıl davranırdı acaba, diye merak ediyordu. Benim için bu örnek empatiye delalet etmiyor. Sadece kaplumbağaların yumurtlayacak en iyi ortamı bulacak şekilde önceden programlandığını gösteriyor. Kaplumbağa gelgit çizgisinin üzerinde kuma bir çukur kazar, yumurtalarını içine bıraktıktan sonra çukuru örter, arka ayaklarıyla kumu iyice sıkıştırdıktan sonra da yuvayı bırakıp gider. Yavrular kuluçkadan birkaç ay sonra çıkar ve ayışığı altında okyanusa koşarlar. Annelerini hiç tanımazlar.
Empati için başkalarının farkında olmak, onların ihtiyaçlarına duyarlı olmak gerekir. Muhtemelen memelilerde, annelerin yavrulara bakmasıyla başlamıştır ama kuşlarda olduğuna dair kanıtlar da vardır. Bir keresinde Avusturya'nın Grünau şehrindeki Konrad Lorenz Araştırma İstasyonu'nu ziyaret etmiştim. Burada büyük kafesler içinde kuzgunlar vardı. Gerçekten çok etkileyici kuşlar, özellikle de güçlü, kara gagaları suratınızın dibinde, omzunuza tünedikleri zaman! Bana öğrenciyken baktığım evcil cücekargaları hatırlattı. Grünau'da biliminsanları, kuzgunlar arasında aniden patlak veren kavgaları izlemişler ve kenardan seyredenlerin gerginliğe nasıl tepki verdiklerini görmüşlerdi. Kaybedenlerin arkadaşları ya onlara sokuluyor ya da gagalarıyla gagalarına dokunarak teselli ediyordu. Aynı istasyonda, Lorenz'in kaz sürüsünün torunlarına, kalp atışlarını ölçen aletler takılmıştı. Her yetişkin kazın bir eşi olduğundan, bu ölçümler empati konusunda bir fikir veriyor. Kuşlardan biri başka bir kuşla kavgaya tutuştuğunda eşinin kalp atışları hızlanıyordu. Hatta eşi kavgaya karışmasa bile kalp atışları kavgadan endişe duyduğunu gösteriyordu. Kuşlar da birbirlerinin acılarını hissediyorlar.
Hem kuşlarda hem de memelilerde bir nebze olsun empati varsa, bu kapasite sürüngen atalarına kadar uzanıyor olsa gerek. Ama bütün sürüngenler değil çünkü çoğu yavrularına bakmaz. Limbik sisteme duyguların beşiği diyen Amerikalı sinirbilimci Paul MacLean'e göre, bakım davranışının en önemli işareti yavruların "kayboldum" çağrısıdır. Küçük maymunlar bunu daima yapar: Anneleri onları geride bıraktığında, dönene kadar bağırırlar. Tek başına bir ağaç dalında otururken sefil bir halleri vardır, belli birine yönelmeyen "kuu" sesleri çıkarırlar uzattıkları dudaklarıyla. MacLean yılan, kertenkele, kaplumbağa gibi çoğu sürüngende "kayboldum" seslenmesinin olmadığını tespit etmiştir.
Ancak birkaç sürüngen, yavru sıkıntıda ya da tehlike altında olduğunda seslenerek anneyi yardıma çağırır. Hiç elinize bebek timsah aldınız mı? Aman dikkat çünkü epey keskin dişleri vardır ama aynı zamanda gırtlaklarından gelen bir çığlık atarlar ve bu sesi duyan anne timsah sudan uçarak çıkar. Böylece sürüngen duygularından şüphe etmek neymiş öğrenirsiniz!
Bunu Dalai Lama'ya da anlattım ve sadece bağ kurabilen hayvanlarda empati bulunmasını beklediğimizi ve az sayıda sürüngenin bu niteliğe sahip olduğunu söyledim. Bu onu tatmin etti mi bilmiyorum, çünkü o, timsah ailesinin o vahşi dişli canavarlarını değil, çok daha sevimli görünen kaplumbağaları sormuştu bana. Ancak görünüş aldatıcı olabilir. Timsah ailesinin bazı üyeleri yavrularını büyük ağızlarında ya da sırtlarında hassasiyetle taşır ve tehlikelere karşı korurlar. Hatta bazen ağızlarındaki eti kapmalarına ses çıkarmazlar. Dinozorlar da yavrularına bakarlardı ve devasa deniz sürüngenleri olan plesiosaurlar muhtemelen doğum yapıyorlar, şimdiki balinalar gibi suda tek bir canlı yavru dünyaya getiriyorlardı. Bütün bildiklerimiz şunu gösteriyor ki bir hayvan ne kadar az sayıda yavru dünyaya getirirse onlara o kadar iyi bakar, bu yüzden de plesiosaurların çok özenli anneler olduğu düşünülür. Tıpkı, bilimin tüylü dinozor kabul ettiği kuşlar gibi.
Beni daha da fazla sıkıştıran Dalai Lama birden kelebeklere atlayıp onlardaki empatiyi sordu, ben de kendimi espri yapmaktan alıkoyamadım: "Onların empati gösterecek zamanı yok çünkü sadece bir gün yaşarlar!" Kelebeklerin kısa hayatı aslında bir şehir efsanesidir ama bu böcekler birbirlerine karşı her ne hissediyorsa, o şeyin empati olduğunu zannetmiyorum. Dalai Lama'nın sorusunun ardındaki büyük çıkarımı, bütün hayvanların kendileri ve yavruları için ellerinden gelenin en iyisini yaptığı fikrini küçümsemek için söylemiyorum bunu. Bu açıdan bakıldığında bütün hayat özenden ibarettir, bilinçli bir özen olmasa da bir tür özendir bu. Dalai Lama, hayatın kökeninde şefkatin yattığı fikrine ulaşmaya çalışıyordu.
...
Notlar
(1) S'Hertogenbosch diye de bilinen şehir 12. yüzyılda Güney Hollanda'nın eyalet başkentiydi. Bosch'un hayatta olduğu zamanlarda (1450-1516) Utrecht'ten sonra ülkenin en büyük şehriydi. Yukarı
(2) 2007'de Al Sharpton ve Christopher Hitchens, New York Halk Kütüphanesi'nde (NYPL) din üzerine bir tartışma yaptılar; bkz. www.fora.tv Yukarı
(3) Yazı "The Stone"da yayımlandı, 17 Ekim 2010, opinionator.blogs.nytimes. com/2010/10/17/morals_without_god/.. Yukarı