İkinci Basıma Önsöz, On Yıl Sonra Deri-Ben, Évelyn Séchaud, s. 13-35
Didier Anzieu'nün kitabı, Deri-Ben on yaşında. Çağrıldığım bu doğum günü bana yirmi yılı aşkın bir süre önce deri-ben üzerine yaptığım ilk okumayı anımsatıyor... O dönemde "deri-ben" düşüncesinin bozguncu bir havası vardı: Hem bene hem de bedene yeniden saygınlık kazandırıyordu: Lacan tarafından geçersiz ilan edilen ve ben psikolojisi tarafından karikatürleştirilen bene; bu kez Lacancı akımın bir saldırısında, psikanaliz tarafından ihmal edildiği söylenen bedene. O zamanlar benim kendi eğitimim bu tartışmaların içinden geçmişti. Dolayısıyla Didier Anzieu'nün dile getirdiği düşünceleri canlı bir ilgiyle izlemiştim. Aslında, 1985'te çıkan kitaptan önce, 1974'te Nouvelle Revue de Psychanalyse'de(1) bir makale yayımlanmıştı. Didier Anzieu orada deri-beni şöyle tanımlıyordu. "Çocuğun beninin, gelişmesinin erken evreleri sırasında, beden yüzeyi deneyiminden hareketle, kendini kendisine ben olarak temsil etmek için kullandığı bir şekillendirme." Böylece adı konan bu "deri-ben", dokunsal duyusallığa yaslanan birincil ve metaforik bir ben temsili olarak ortaya çıkar. Derinin işlevlerini model alarak tasarlanmış özgün işlevleri vardır; o sırada bu işlevlerden üçü ayırt edilmişti: İçerme; içerisiyle dışarısı arasındaki sınır, yani dış uyaranlara karşı koruyucu bir set oluşturan sınır; çevreyle iletişim ve alışveriş.
1985 tarihli kitapta bu işlevlerin sayısı artar; dokuz işlev ayırt edilir: Tutma, içerme, uyarılma engeli, bireyleşme, duyulararasılık, cinsel uyarılma desteği, libidonun yeniden dolması, izlerin kaydedilmesi, özyıkım. Elinizdeki basımda bu sınıflandırma art arda geliş sırası bakımından hafif bir değişikliğe uğrayarak şu biçimi almıştır: Tutma, içerme, istikrar, anlamlandırma, karşılıklılık, bireyleşme, cinselleşme, enerji yüklenme. Dokuzuncu işlev olan toksik işlev, Didier Anzieu tarafından "olumsuz çalışma"ya bağlı bir karşıt işlev olarak düşünüldüğü için listeden çıkartılmıştır. İşlevlerin bu dökümü, oluşturduğu bütünlük içinde etkileyici görünebilir. Kendi kumanda mevkilerinin tümünü denetleyecek bir ben sentezi hevesi midir söz konusu olan? Düşünce incelediği şeyin etkisine maruz kalmış olabilir mi? Deri-ben incelemesinde, gerçekten de, zaten Le penser'de (Düşünce)(2) önerilen çizelgeyle, derinin sekiz işlevini benin sekiz işlevine ve düşüncenin sekiz işlevine yerleştiren çizelgeyle sonuçlanan bir sistemleştirme çabası vardır. 1994'te René Kaës'i yanıtlarken Dider Anzieu(3) şunları söylüyordu: "Sekiz işleve ilişkin bu çizelgenin değeri neyse odur: Deri için geçerli olan ve ben için daha tartışmalı olan şey bana bir yöneliş hattı imkânı sunuyor. Bazı haneler dolu, bazılarını doldurmam gerekiyor [...] bazıları boş kalacak [...] belki sekizden fazla işlev olacak, belki de yeniden gruplandırmalar; ama deniyorum... bazı anlarda verimli oluyor, düşünce alanımı düzenli ve ilerleyen bir biçimde geliştirmemi sağlıyor." Dolayısıyla, deri-benin işlevlerinin ne tüketilmiş ne de nihai olan bu listesi, belki de daha çok, bilinmeyen boyutuna pay bırakan bir "perspektif nesnesi" (Rosolato) olarak düşünülmeli.
Didier Anzieu 1985'te, 1974 tarihli ilk tanımına, deri-benin, çocuğun beden yüzeyi deneyiminden yola çıkarak kendini kendisine "ruhsal içerikleri içeren" ben olarak temsil etmesine hizmet ettiği ifadesini ekledi. Bu açıklama, vurguyu içerenle içerik arasındaki bu farklılaşmaya yerleştirir ve Anzieu'nün giderek daha fazla keşfettiği yolu, içerenlerin, zarların ve işleyiş kiplerinin yolunu gösterir.
Bugün yapılan ikinci basım, ruhsal zar kavramı, oluşumu ve bozuklukları üzerine daha yakın tarihli çalışmalarla genişletilmiştir. Deri-benle zar kavramı arasında, son kitap olan Düşünce'yle sonuçlanan tüm bir evrim uzanır.
Aslında deri-ben on yıldan bu yana "mucid"inin düşüncesinde olduğu kadar çok çeşitli yazarların araştırmalarında da birçok gelişme göstermiştir. Değişik yönlerde yürütülen bu farklı çalışmalar Didier Anzieu'nün önerdiği kavramın üretkenliğini gösterir.
Didier Anzieu'de Deri-Ben Kavramının Evrimi
Şu son yirmi yıl boyunca giderek artan bir biçimde geliştirdiği kuramsallaştırma hem bir metapsikolojiyle hem de psikanalitik bir psikolojiyle ilgilidir. Deri-benden zar kavramına dek, önerilen düşünceler bu iki boyut içinde bir açılım gösterir.
Metapsikoloji ve psikanalitik psikoloji: Bu iki epistemolojik alan arasındaki ayrım, Daniel Widlöcher tarafından "Psikanalitik Dinlemenin Metapsikolojisi"ne(4) ayrılan çok yakın tarihli bir çalışmada derinleştirilmiştir. Şöyle yazar: "Metapsikoloji psikanaliz deneyiminin kuramıdır"(5) oysa "psikanalitik psikoloji, psikolojinin, psikanaliz durumu içinde gözlemlenebilir işlem mekanizmalarını inceleyen bir dalıdır." Bu ayrımın "kuramsal bir farklılığı ifade etmediğini ama ruhsal olayları farklı gözlem düzeylerinde sorguladığını" da belirtir. Metapsikoloji analistin düşüncesinin analiz edileninkiyle karşılaşması sırasında doğan şeyi biçime sokar. Bir pratiğin ürünüdür, orada geçen süreçlerin temsilini sağlar. Psikanalitik psikoloji ruhun yaşamı üzerine bilgilerin geliştirilmesini hedefler ve disiplinlerarası yöntemsel karşılaştırmalara açılır. Metapsikoloji bir psikanalitik psikoloji haline geldiğinde, kendi keşif alanının dışına çıkar. Öznelleştirici konumunu yitirir; nesnelleştirilmiş, hatta uygun ve çeşitlilik gösterebilen yöntemlerle nesnelleştirilebilir kuramsal gövde haline gelir. Bu kayma, bu kavram ihracı, zamanında Daniel Lagache tarafından gerçekleştirilmiştir ve böylece Lagache psikanalitik klinik psikolojiye kendi düşünce araçlarını kazandırmıştır. Didier Anzieu'nün bu çizgide yer aldığını düşünüyorum. Didier Anzieu deri-benin varoluşunu, aynı anda hem etolojik verilerde, grup durumuna, yansıtmaya, cilt hastalıklarına ilişkin verilerde hem de psikanalitik bir klinikte temellendirmiştir. Ama bu yeni kavramı, analitik deneyimi düşünme zorunluluğuyla yüzleşen bir analist olarak yaratmıştır. Başka alanlara yapılan gönderme, varoluş kanısının doğrulanmasını sağlayacak bir gerçekliğin sınanması olarak ortaya çıkar. O ana dek temsil edilemez olana yeni sözcükler kazandırmaya iten şey, analitik buluşmanın kışkırttığı iç basınç ve bu buluşmanın güçlükleridir. Ve, ruhsal işlemselliği içinde bu kavramın doğruluğu yine analiz içinde ortaya çıkabilir. Başladığı alanın dışına çıkarak, metapsikoloji bence bir keşif alanından çok bir uygulama alanı bulabilir. Metapsikolojik olarak yaratılan deri-benin bir psikanalitik psikoloji kavramı haline gelişi sonradandır.
METAPSİKOLOJİK BİR KAVRAM OLARAK DERİ-BEN
Deri-ben belirli bir analiz pratiği içinde anlam kazanır ve metaforik ifadesi psikanalitik bir düşünme kipinin ayırt edici niteliğidir.
Klinik kaynak... Yetmişli yıllarda, psikanalistler narsisistik ya da sınır bir patoloji gösteren öznelerde karşılaştıkları yeni ruhsal örgütlenmelerle giderek daha çok ilgilendiler. Gerçekten de bu hastalar, ruhsal işleyişlerinin anlaşılmasında olduğu kadar, analizlerinin yürütülmesine ilişkin strateji konusunda da ortaya özgül sorunlar getirirler. Bu öznelere psikanalitik yaklaşım, dürtülerin su yüzüne çıkmaları korkusuna neden olan bir sınır yokluğunun nitelediği özgül ben çarpıklıklarını gözler önüne serer. Dışarısı ile içerisi arasında arayüz olarak benin bozuklukları düşünce bozukluklarına eşlik eder. Benin sınırlarına ilişkin bozukluklar ve düşünce bozuklukları, deri-bene, sonra da onun devamı olan Düşünce'ye varan araştırma perspektifini belirlemiştir.(6) Deri-benin incelenmesi, bazı düzensizliklerin özel örgütlenmesini kavramayı, aktarımda gerçekleşen ruhsal güçlüklere yeni bir anlam vermeyi ve uygun bir analitik çalışma biçimi bulmayı sağlar. Didier Anzieu 1986'da araştırmalarını şöyle tanımlıyordu: "Deri-benin çeşitli konfigürasyonlarını incelemek [...]; her ruhsal işlev açığını, çevre tarafından oluşma sürecindeki deri-bene yöneltilen özel bir patojen tecavüze bağlamak ve bu tür bir açık karşısında yürütülmesi gereken psikanalitik çalışma türünü açıklığa kavuşturmak."(7) Deri-benin farklı işlevlerinin incelenmesi analitik çalışmaya amaçlarını sunmuştur: "Kurmak, sürdürmek, sağlamlaştırmak, kıvam, içerme, istikrar, anlamlandırma, uyuşma, bireyleşme, cinselleşme, düşüncenin enerji yüklenmesi."(8)
Bu yaklaşımdan yararlanabilen klinik alan gittikçe genişledi. Deri-benin işlevleri, kendi kökeninin çerçevesini aşan ve bence psikanalitik psikolojiye dahil olan kuramsal bir model önererek ruhsal işleyişin tümüne ilişkin bir okuma çizelgesi(9) sunar.
Deri-benin üçlü türemesi
Didier Anzieu ben ile deri arasında üçlü bir türeme ilişkisinin işlediğini belirtmiştir(10): Metaforik (ben derinin bir metaforudur), metonimik (ben ve deri bütün ve parça olarak birbirlerini karşılıklı içerirler), ve eksiltili: Ben ile deriyi birleştiren tire bir eksiltiye işaret eder (çift odaklı kapsayıcı figür: anne ve çocuk).
Deri-ben her şeyden önce bir metafordur ve yaratıcı gücünü bundan alır; aynı zamanda bir metonimidir ve kavramsal teminatını ve keskinliğini bunda bulur; eksiltili olarak şekillendirilişi onu tekbencilikten çıkarır ve ötekiyle ilişkiye sokar. Jean Laplanche, Freud'da benin soy ağacının metaforik ve metonimik iki hattı bir araya getirdiğini kısa süre önce gösterdi.(11)
Metaforik hat, benin kurucu özdeşleşmeleri dizisine dayanır; metonimik hat ise ben ile, benin türediği ve giderek uyum sağlama işlevinde uzmanlaşmış bir eki haline geldiği organizma arasındaki sürekliliğe dayanır. Metaforik-metonimik ikili türeme ya da daha doğrusu metaforik-metonimik salınım Guy Rosolato(12) tarafından oyunun ve sanatın, ama aynı zamanda yaratıcılığı ve düşünce keskinliğini birleştiren kuramın zembereği olarak düşünülmüştür.
Freud'un sözcük dağarcığında, çoğunlukla tıp, ekonomi, mimarlık, arkeoloji, doğa bilimleri vb. gibi oldukça farklı alanlardan ödünç alınarak oluşturulmuş çok sayıda metafor vardır. Şiirde sık sık kullanılan metafor her zaman imgelem tarafından gerçekleştirilen bir buluştur; Alman dilinin "phantasieren" olarak adlandırdığı ve Freud'un metapsikolojik düşüncede kullandığı yeteneğin sonucudur: "Metapsikolojik olarak spekülasyon yapmadan ya da kuramsallaştırmadan –biraz fantezi kurmak da diyebilirim– bir adım bile ilerlenmiyor."(13) Freud bu metapsikolojik olarak fantezi kurma zorunluluğuna, benin dürtüye nasıl boyun eğdirebildiğini kavramanın zorluğuna değinirken başvurmaktadır. Kendi tarzında deri-ben düşüncesi, sınır patolojide bu denli yakıcı olan bu soruna özgün bir yanıt oluşturmaktadır. Metaforun keşfi bir sezgiyle bağlantılıdır. Beklenmedik bir ilişkinin ani kavranışı olarak metafor anlamın açılışıdır, Bir "Witz" gibi, yani dilde bilinçdışı bir anlamı açığa çıkaran nükte gibi sürpriz yapar. Metafor, uçlarını bir araya getirmediği, tersine açık bıraktığı "bilinmeyen ilişkisi" (Rosolato) tarafından desteklenir. Bütün yaratıcı süreçlerle sıkıca bağlantılıdır çünkü bir düşünce... ve çağrışım özgürlüğüne tanıklık eder. Deri-ben metaforun katkısına örnek oluşturur. Ben ve derinin yakınlaşması, her birine bağlanan anlamların üst üste gelmesine yol açar; birinin anlambilimsel alanı, diğerinin anlambilimsel alanıyla, onu kaplamaksızın çakışır; bu karşılaşmadan Winnicott'un kastettiği anlamda geçişsel bir yeni alan doğar. Deri-ben özgün bir yaratı, keşif olduğu kadar bir icat haline gelir.
Sözcük yer değiştirerek örtük bir karşılaştırmayı taşır. Lacancı anlamda, benzerliklerin bir algısıyla nitelenen imgesele (ve yalnızca imgeleme değil) bağlı olmak metaforun doğasındandır. Kuşkusuz, Lacan'dan bu yana imgesel, buraya uygun düşmeyen, daha çok bayağılaştırıcı bir yan anlam kazanmıştır; ben yalnızca, metaforun dilde yeni bir kimlik veren yansıtıcı bir ayna olarak iş gördüğünü vurgulamak istiyorum. O halde deri-ben bir benzerlik taşıdığı deri yüzeyinin bir metaforudur. Annelik işlevinin içe yansıtılması nedeniyle oluşumu da dönüşlüdür. Bununla birlikte, Didier Anzieu'ye göre deri ile ben, sonra da düşünce arasındaki ilişkinin temeli gerçek bir analojidir. Altını çizdiği gibi, analoji "bir yapı ve işlev özdeşliği ilişkisini"(14) tanımlar. Ama benzerlik analoji olarak tanımlandığında metafor metonimi haline gelmez mi? Dahası, eğer ben ile deri arasında analoji, sıkı bir analoji varsa, beni şeyleştirme riskine girilmez mi? Analoji imge ile şeyin kendisi arasındaki mesafeyi kapatmaz mı?
Metaforik boyutu içinde deri-ben imge oluşturur. Metafor ruhsal imgeler telkin eder. Serge Tisseron'un(15) kısa süre önce geliştirdiği düşüncede ileri sürüldüğü gibi, bu imgeler duyusallığa ve hareketliliğe seslenir. Deri-ben dokunma duyusunu çağrıştırır ama aynı zamanda, özneyi kendisinin bir parçasıyla olduğu kadar ötekiyle de temasa geçiren etkin hareketi çağrıştırır. Ayrıca, metafor etkin katılımı kışkırtır, ötekini, taşıdığı şeyin, ortak ve paylaşılan bir deneyime dair yaratıcı yanılsamanın içine sürükler. Sözcük kökeninin ortaya koyduğu gibi metafor, bir yerden diğerine, içruhsal ve öznelerarası aktarımdır. Deri-benin şekillendirilişi böylece analitik çerçevede keşfedilmesini sağlayan yöntemi yineler, ama anlam yaratıcı açıklığının kendisine bırakılması koşuluyla. Aslında metafor olarak deri-ben herkese bir şey söyler, tam olarak herkese aynı şeyi söylemese de! İmgeleme uyarıcı olarak hizmet eder ve herkesin metaforu farklı bir yönde eğirdiği olur; deri-bene göndermede bulunan bazı yazılarda gözlemlenen de budur. Didier Anzieu 1993'te,(16) René Kaës'le bir söyleşisinde şöyle diyordu: "Sözcük (deri-ben) kıvılcım çaktırır, yeni düşünceler edinmeye, ya da yavanlaşmış düşünceleri canlı bir biçimde yeniden düşünmeye iter."
Eğer deri-ben bu canlı ve uyarıcı etkiye sahipse, bu aynı zamanda bedensel yaslanmanın sonucudur, yani benin dürtülere demir atmış olmasının. Nitekim Didier Anzieu Freud'un yaslanma kavramını yeniden ele alarak genişletmiştir. Bilindiği gibi Freud, yaslanma terimini, kendini koruma dürtüleri ile libidinal dürtü arasındaki ilişkiyi tanımlamak için kullanır: Libido, yolunu ve nesnelerini, yaşamsal gereksinimlerin doyurulmasına yaslanarak bulur. Kendi açısından Jean Laplanche söz konusu yaslanma düşüncesini bu anlamda yeniden ele alıp geliştirmiştir. René Kaës'le fikir birliği içindeki Didier Anzieu'ye göre, yaslanma, ruhsallık ile beden arasındaki diyalektik bir bağın modelidir: Bedenin ruha yaslandığı kadar ruhun da bedene yaslandığı karşılıklı bağ. René Kaës buna toplumsal bedeni ekler. Bu toplumsal bedenin, başlangıçta, çocuğun çevresi, ve esas olarak da öznenin gelişmesi için vazgeçilmez olan yaslanmayı sunan anne tarafından temsil edildiğini söyleyebiliriz. Deri-ben, derinin işlevlerine yaslanma yoluyla ve annenin sağladığı, anneyle ortak bir deri yanılsaması yoluyla oluşur. Bedene ve nesneye bu ikili yaslanma, bir analizde etkin olan temsil etme çalışmasının temelini oluşturur. Didier Anzieu'nün özgünlüğü, duyusallığa baskın bir yer tanımak ve dokunsal duyusallığı benin ve düşüncenin örgütleyici modeli haline getirmektir. Ama yaslanmanın bu biçimde genişletilmesiyle cinsel olan neye dönüşür? Benim için temel önem taşıyan bu soruya biraz ilerde, dürtü sorununu ele alırken geri döneceğim.
DERİ-BENDEN ZARA
Zar terimi Didier Anzieu'nün düşüncesinde çok erken bir dönemde kendini gösterir: 1976'da benin ses zarı(17) üzerine yazmaktadır ve zar sözcüğü Deri-Ben'in birinci basımında çok sık, ama öncelikle betimleyici bir anlamda yer alır. Kavramın kendisi, 1986'da ruhsal zarlarla(18) birlikte ifade edilmeden önce, uzun yıllar boyunca bir bakıma gizil olarak kalır. 1986 tarihli bu çalışma Deri-Ben'in Metis edisyonuna katılmıştır.
Zar kavramı, kendisi de bir metapsikolojiye dahil olan ama aynı zamanda psikanalitik bir psikolojinin gelişmesine katkıda bulunan genel bir soyut kavramdır. Didier Anzieu'yü, dikkatini iki temel ruhsal zarın yansıtılması olarak çerçeveye yoğunlaştırmaya teşvik eden, analitik durumdur. Nitekim ona göre, analitik çerçeve(19) ruhsal aygıtın yapısıyla bir türdeşlik gösterir. Perhiz kuralı ve serbest çağrışım kuralı; birincisi uyarılma engeline, ikincisi kayıt yüzeyine denk düşer. "İki yönergenin temel bir kural bünyesinde iç içe geçmesi, ruhun düşünceleri düşünen, duyguları içeren ve dürtüsel ekonomiyi dönüştüren bir aygıt haline gelmesini sağlayan kurucu zarlarının kökensel iç içe geçişini yansıtır."
Deri-beni oluşturan deri zarı yapısal olarak en önemlisidir ama başka duyusal biçimlere (ses zarı, görsel zar, koku zarı) ya da başka işlevlere (rüya zarı, bellek zarı...) yaslanan diğer zar türlerini dışlamaz. Zar kavramı araştırma alanını içeriklere karşıt olarak içerenlerin incelenmesine kaydırır. Zar yalnızca bir yerleştirmenin değil, bir topografinin ve bir topolojinin betimlenmesini sağlayacaktır. Kendisine yatırım yapan dürtünün doğasını da sorgular.
Zarlara ilişkin kuram bazı öncülerden destek alır: Uyarılma engeli ve temas engelleri düşüncesiyle Freud, "benin sınırı" düşüncesiyle Federn, içeren fikriyle Bion. Didier Anzieu'nün zar kavramından yola çıkarak önerdiği kuramlaştırmanın, düşüncesinin en özgün, ama aynı zamanda en fazla sayıda metapsikoloji sorununu gündeme getiren yönü olduğunu düşünüyorum.
Zarların incelenmesi, bir topografi ve bir topoloji incelemesine yönelir. Bu inceleme verimli ve özgündür çünkü o ana dek bilinmeyen bir ruhsal malzemeyi bilgiye açar: Ruhsal uzay, bir ruhsal alanın sınırlarının belirlenmesi. Didier Anzieu'nün, "uzaydaki beden konfigürasyonlarının ve nesnelerin yanı sıra bunların hareketlerinin de temsilleri" olan biçimsel gösterenleri betimlemesini ve buradan farklı patoloji biçimleri çıkarmasını sağlar. Bu temsiller için gösteren terimi, sözel bir kayıt söz konusu olmadığı ölçüde tartışmalıdır ama Didier Anzieu bu noktayı uzun uzun açıklamış ve Guy Rosolato'nun ayrım gösterenleriyle ilgili konumunu benimsemiştir. Biçimsel gösterenler ruhsal içerenlerin temsilleridir. Anneyle benzer nitelikteki alışverişlerde yaşanan deneyimlere anlam verirler. Ayırt edici özellikleri bilinçli ya da önbilinçli olmalarıdır dolayısıyla dikkat verildiğinde ulaşılabilir olurlar. Ama buna karşılık, bilinçdışı olan, erken ilişkilerdeki boşluklar konusunda aydınlatıcı nitelik taşıyan oluşumlarıdır.
Zarlara ilişkin bu yaklaşım ruhsal içeriklerin incelenmesini dışlamaz, onu tamamlar. Didier Anzieu, klinik örnekler çerçevesinde birçok anlama ve yorumlama düzeyi ayırt eder: Dürtüsel düzey, nesne düzeyi ya da topolojik düzey. Örneğin, şunun altını çizer: "Ruhsal içerenler ve özyıkımları üzerine psikanaliz çalışması, temel nesne gereksinimi ve bunun eksikliğinin sonuçları üzerine yürütülecek koşut bir çalışmayı gözden kaybettirmemelidir."(20) Analiz pratiğinde vakaya, tedavinin anına ya da stratejisine göre, bir yorum kipinden diğerine geçilebilir. Ruhsal işleyişin bütününün karmaşıklığı analiz durumunda harekete geçiverir ama en uygun analiz yollarını bulmak ve seçmek, Bion'un kastettiği anlamda "verteks" değiştirme yeteneğine bağlı olarak analiste düşer. Kendi döneminde Winnicott'un bir örneğini verdiği analist yaratıcılığı, analiz edilebilir olanın sınırlarındaki kliniğin özellikle talep ettiği şeydir. Didier Anzieu zarların topolojisinin incelenmesiyle, bize özgün bir yaklaşım biçiminin yolunu açmıştır. Bunun yerindeliğini herkes kendi başına değerlendirmelidir. Ama bana öyle geliyor ki, hayali bir tartışmacı (Freud'un "Amatör Analiz"de"(*) seslendiği kişi) yazarımızı bazı konularda sorgulayabilirdi: Freudcu topografi farklı düzeyler arasındaki ilişkiyi bir gerilim içine sokar. Vurgunun topolojiye yerleştirilmesi içruhsal çatışmanın iptal edilmesi riskini taşımaz mı? Dinamik ve özellikle de ekonomik perspektife ne olur? Dürtüye nasıl bir yer verilir? Ve hangi dürtülere?
Didier Anzieu'nün Deri-Ben'de benin ve zarlarının incelenmesine ayrıcalık tanıdığı kuşkusuz. Ama bu içerenler tam da temsilleri, duyguları, tek sözcükle dürtü temsillerini içermeye hizmet ederler. Deri-benin, dürtünün kök saldığı bedene yaslandığını unutmayalım. "İlk evrede dürtü, beden kazanır. Son evrede isim alır. İki evre arasında ise yerine yerleşir."(21) 1984'te Didier Anzieu konumunu bu kısa formülle özetliyordu. Freud'la birlikte, dürtünün erken duyusal ve motor deneyimlere bağlı bedensel bir kaynağı olduğunu savunuyordu. Sonra ruhsal aygıt dürtüyü imgesel olarak duyu organlarından birine, beden yüzeyinin bir deliğine yerleştirerek temsil eder. İkili dokunma yasağı, dürtünün yayılabileceği imgesel uzayın sınırlarını belirler. Nihayet dil dürtünün, kaynak ile amacı bir uzay ve zamansallık içine yerleştiren bir fantezi senaryosuna dahil edilmesini sağlar. Deri-ben ve zarlar imgesel bir uzayda dürtüsel uyarılmanın sınırlarının belirlenmesini sağlar. Eğer dürtü tamamen deri-ben kavramına bağlı olarak kalırsa, nasıl bir doğaya sahip olur?
Didier Anzieu'ye göre, ruhsal zarlara iki tür dürtü tarafından yatırım yapılır: Bağlılık dürtüsü ve özyıkım dürtüsü. Libidoyu ortadan kaldıran bu ikilik bana en azından şaşırtıcı geliyor. Nitekim, Bowlby tarafından betimlenen, Harlow'un çalışmalarında yeniden ele alınan bağlılık dürtüsü cinsel bir dürtü değildir. Kendini koruma dürtülerinin bir biçimidir. Didier Anzieu'nün anımsattığı gibi Freud dürtü listesinin tamamlanmadığını söylediyse, bunu düşüncesinin çok belirli bir anında, kısmi dürtü sayısının ne kadar erojen bölge varsa ona indigenebilecekken, aynı biçimde ne kadar yaşamsal gereksinim varsa o kadar çok kendini koruma dürtüsü olabileceğini düşündüğü sırada söylemişti. Ama ikinci dürtü kuramı, bu çeşitli dürtüleri toparlayıp birleştirir. Freud Genel Çizgileriyle Psikanaliz' de şöyle yazar: "Çok sayıda dürtü ayırt etmek mümkündür. Önemli olan, bu birçok dürtünün birkaç temel dürtüye indirgenip indirgenemeyeceğini bilmektir. Dürtülerin amaç değiştirebildiklerini (yer değiştirme yoluyla) ve aynı biçimde, birinin enerjisi diğerine aktarılabildiğinden, bir dürtünün ötekini ikame edebildiğini öğrendik... Uzun tereddütlerden sonra, iki temel içgüdünün varlığını kabul etmeye karar verdik: Eros ve yıkım içgüdüsü."(22) Eros, yaşam dürtüsü, aşk, her zaman daha büyük birimlerin birbirine bağlanmasına çalışır; yıkım içgüdüsü, ölüm dürtüsü bağların kopartılmasına hizmet eder. Bu ikinci dürtü kuramında Freud'un, belirli bir kararsızlığın ardından, kendini koruma dürtülerini Eros'a bağladığı bilinir. Bu perspektif içinde, ruhsal zarlara, yaşam dürtüsü tarafından ve/ya da bağlara saldıran yıkım dürtüsü tarafından yatırım yapılır. Bu açık karşıtlık, Didier Anzieu'nün 1993 tarihli bir metninde yer alır; bu metnin iki bölümüne şu başlıkları vermiştir: "Yaşam dürtülerinin içerenlere yatırımları" ve "ruhsal içerenlerin ölüm dürtüsü tarafından depolanmaları, saldırıya ve yıkıma uğramaları". Bununla birlikte, farklılaşmış bir bağlılık dürtüsü iddiasını korur. Bowl-
by'ye (1969) göre bağlılık gereksiniminin doyurulmasının kriterleri şunlardır: Emzirme sırasında karşılıklı gülümseme, duyusal iletişimler, taşımanın sağlamlığı, temasın sıcaklığı, okşayıcı jestler; Didier Anzieu bunlara ritimlerin uyumunu ekler. Bağlılık dürtüsü, nesnelerin güvenilirliğine, onlarla ilişkiye girme olanağına dayanan güvenlik gereksinimini de doyurur. Deri-benin işlevleriyle ilgili bölümü işlerken, o ana dek bağlılık dürtüsünü kendini koruma dürtülerine bağlayan Didier Anzieu, bir nüans getirme gereksinimi duyar gibidir. Şöyle yazar: "Bu noktada artık cinsel ve saldırgan dürtülerin yaslanma yoluyla üzerine kurulacağı yaşamsal kendini koruma gereksinimlerinin (beslenme, soluma, uyku) doyurulması düzleminde değil, zamanı geldiğinde dilsel iletişimin yaslanacağı iletişimin (sözel öncesi, dil ötesi) düzlemindeyiz. Erken alışverişlerin ayırt edici niteliği olan, analojik bir düzlemde yer alan, sözel olmayan bir iletişim. Gerçekten de jeste, mimiğe, duruşa vb. dayalı bir tür dil söz konusu olduğuna göre, biçimsel gösterenler için gösteren terimi burada tüm gerekçesini bulur. Çocuğun anneye ve ebeveyne ilişkin arzuya yatırımı göz önüne alındığında, anne ile çocuk arasındaki alışverişlerin cinsellikle dolu olmadığı nasıl düşünülebilir? Yaslanma, kronolojik değilse bile mantıksal iki zamanı varsayar (kendini korumanın zamanı ve cinsel olanın zamanı), ama iletişim derhal bilinçdışı ve bilmecemsi cinsellikle dolar. Jean La-
planche'ın öne sürdüğü bilmecemsi cinsel gösterenler, erken iletişimde ve sonraki alışverişlerde ebeveyne ilişkin bilinçdışının yerinin açıklanabilmesini sağlar. Buna karşılık, dürtünün ötekinden geldiğini söylediğinde Laplanche'ı izlemek bana mümkün görünmüyor; öteki tarafından harekete geçirildiği kuşkusuz olan dürtü bence özneyle ilişkilidir. Bununla birlikte, ruhsal zarları kurucu alışverişlerin bu biçimde cinsellikten arındırılması yolunda Didier Anzieu'yü izleyebilir miyiz?
İletişimin tüm bu yönleri bana sevgi başlığı altında toplanabilir gibi görünüyor. Nitekim Freud(23) sevgi sözcüğünün, en fazla cinselleşmiş olanından en az cinselleşmiş olanına dek tüm sevgi biçimlerini bir araya getirdiğini söyler. Freud böylelikle tensel sevgiyle tensel olmayan sevgiyi, şefkati ve dürtünün cinsel amacının ketlenmiş olduğu tüm sevgi biçimlerini birbirinden ayırt eder. Ama bu durumda, sevgi biçimlerinin çeşitliliğini açıklamakla birlikte, onları ortak bir dürtünün çoğul ifadesi olarak düşünür. Bağlılık dürtüsü anne ile çocuk arasındaki alışverişleri cinsellikten arındırır; Freud öncesi cinsellikten arındırma. Bana öyle geliyor ki, sevgi olarak yaşam dürtüsüne yapılan yatırım deri-ben ve ruhsal zarların doğasını değiştirmez. Didier Anzieu'nün kendisi de Gilbert Tarrab'la söyleşisini şu sözcüklerle bitirmez mi: "Çocukta, arkadaşta, erkek ya da kadın eşte, kişinin sınırlarını belirleyen ve onu bütünleştiren esnek ve sağlam bir zar oluşturmaya... düşünceleri için canlı bir deri oluşturmaya katkıda bulunduğu zaman, sevgi(24) uyumun işaretidir."
Başka Yazarlar Tarafından İşlenen Ruhsal Zarlar
Deri-ben ve ruhsal zarlar, dar anlamda psikanaliz alanında olsun, psikoloji alanında olsun çok sayıda çalışmayı kışkırtmıştır.
Jean Guillaumin,(25) psikanalistin ruhsal zarları üzerine bir makalede, ruhsal zarların çoğul olduğunu öne sürer. Gerçekten de, şu son yıllarda bu tema üzerine geliştirilen çalışmalar çok sayıdadır ve çok farklı yönleri işlemektedirler. Dolayısıyla deri-ben ve zarlar tümüyle gelişmeye açık bir model oluşturmaktadır. Araştırmaların çeşitliliğine örnek olarak, yalnızca, psikanalistler ya da psikolog-psikoterapistler tarafından yürütülmüş bazı çalışmaları ve önce duyusal zarlarla ilgili olanları ele alacağım.
Görsel zar
Didier Anzieu görsel zarı özgül olarak incelememiştir; ama Freud' un otoanaliz rüyalarından rüya pelikülüne dek rüyalarla ilgilenmiştir. Rüya imgeleri, öteki duyusal kipleri, özellikle sesli ama aynı zamanda motor kipleri içerse de genellikle görseldir. Onun için rüya, deri-benin bir işlevini, duyarlı yüzey ve izlerin kaydedilmesi işlevini yeniden etkinleştiren duyarlı bir peliküldür. Didier Anzieu'ye göre, öznenin rüya görmesi için bir deri-benin oluşmuş olması gerekir, ama bunun karşılığında rüya, deri-benin günlük yaşamda saldırıya uğrayan zarlarının yeniden oluşmasını sağlar. Bununla birlikte, rüya perdesine yansıyan görsel hiçbir biçimde görülebilir değildir. Bir algı değildir. Dürtünün harekete geçirdiği temsillerin içsel şekillendirilişinden ibarettir. Rüyanın görseli, algılar tam da görüşten kaybolduğunda algıların izinin ikincil bir şekillendirmede görülmesini sağlar.(26)
Algılamada temsilin yeri nedir? Ya da hatta, algılama içinde dürtünün kat ettiği yol nasıl kavranmalıdır? Guy Lavallée'nin çalışmasında yanıtlamaya çalıştığı sorular bunlardır.
Guy Lavallée(27) görsel zara ilişkin incelemesini, bir gündüz hastanesinde psikotik ergenlere önerilen bir video atölyesi animasyonu deneyimine dayanarak yürütür. Aynı zamanda hem André Green'in algı ve olumsuz varsanı üzerine çalışmalarından, hem de Didier Anzieu'nün deri-ben ve ruhsal zarlar üzerine araştırmalarından esinlenir. Görmenin örtük olarak içerdiği farklı işlemleri ayrıştırmaya özen göstermiştir. Böylelikle, bir ruhsal zara benzetilmesi mümkün olan, "görmenin içerici ve öznelleştirici halkası"nı betimleme noktasına varmıştır.
Guy Lavallée görmenin diğer duyusal sistemlere göre özgünlüğünden yola çıkar. Aslında görme bir mesafeden dokunmayı sağlar, benin alanını dokunsal olanın ötesine genişletir. Dolayısıyla, diğer duyuların tersine, algılama bedenin mesafesiyle ve organ hazzı üretmeden gerçekleşir. Göz hazzı, görme organının değil, algılayan bakışın hazzıdır, göz bir erojen bölge değildir. Görsel imge, yani bakışın ürünü gözün içinde hissedilmez, "bedensizleşmiştir". Bu sözcük, André Green'in, bedensel duyumlardan ve genel olarak bedenden, yüceltme süreçlerinin temel bir parametresini oluşturan bir uzaklaşmayı tanımlamak için kullandığı kavrama gönderme yapmaktadır. "Bedensizleşme", görmeyi, düşüncenin gereksindiği yüceltmeye en yakın duyu haline getirir ama algıyla temsili de birbirine bağlar. Guy Lavallée'nin önerdiği halka şemasını izleyelim...
– İşlenmemiş haldeki görsel uyaran gerçeklikten kaynaklanır. Bion'un terminolojisine göre beta öğeleri üretir. Retinada oluşan imgenin henüz hiçbir anlamı yoktur. Anlam, onu yaratmaya başlayacak olan bilinçdışı üzerinde uyaranın yaptığı etkidir. Nitekim, görsel uyaran, bu düzeyde hiçbir filtreden geçirme söz konusu olmaksızın, bilinçdışı temsillerle temasa geçer.
– Normal olarak, uyaran tarafından uyandırılan temsiller o zaman algılanan imgeye yansıtılır. Tümüyle optik olan imgeye bir okuma çizelgesi sunarlar: Algı simgeleştirilir. Ama görülebilir olanın tümü algılanmaz; bir kısmı olumsuzlanır, bastırılır ya da bir kadrajla karşılaştırılabilecek bir işlem içinde kenarlarda bırakılır.
Guy Rosolato'nun kuramlaştırmasına göre, uyaranın bu kısıtlayıcı biçime sokulması, bir işaret, "görsel gösteren", "ayrım göstereni" değeri taşır.
Üstelik, simgeleştirme süreci, anne yüzünün olumsuz varsanısı tarafından oluşturulan bir ruhsal perdenin varlığını içerir. Guy Lavallée, Didier Anzieu'nün, deri-benin oluşumu için zorunlu bir fantezi olarak anne ile çocuk arasında ortak bir deri fantezisi fikrini yeniden ele alır ve görme bağlamına taşır. Buna bağlı olarak, anne ile çocuk arasında ortak bir "görsel deri" varsayımında bulunur: Gözlerini annesinin gözlerine sabitleyen memedeki çocuk, mesafesiz bir biçimde, iki boyutlu bir özdeşleşme içinde, annesinin gözlerinin içindedir. Bu yanılsama, daha sonra, annenin ve anne yüzünün olumsuz varsanısı sırasında görsel ruhsal perdeyi oluşturacaktır. Bu görülmez perde yarı opak ya da yarı saydamdır ve imgenin simgeleşmesi bu perde üzerinde gerçekleşir. Perdenin, halkanın oluşmasını sağlayan dönüşlü bir işlevi de vardır.
– Sonuncu ve temel işlem, simgeleştirilmiş algının ben içine yansıtılmasıdır. Uyaran, söze dökülmeye hazır önbilinçli ruhsal malzemeye dönüşmüştür.
Böylece, içerici halka imgeden sözcüğe, önbilinçli düşünceden (görsel imge) bilinçli düşünceye (sözcük) geçişi sağlar. Dokunsal olan, görsel halkada kullanılan ruhsal dönüşlülüğün duyusal modelidir. Bu halka bir ruhsal zara benzetilebilir. Nitekim, görsel uyaranlarla onlara bağlanan iç uyarılma arasında bir uyarılma engeli oluşturur; bir içeren (René Kaës'in içerici olarak adlandırdığı) işlevine sahiptir yani beta öğelerini içerir ve etkin bir biçimde, düşünülebilir alfa öğelerine dönüştürür. İçle dışın, bilinçliyle bilinçdışının bağlantısını ve farklılaşmasını sağlayarak bir temas engeli de oluşturur.
Görsel zarın patolojik kopuşları, içeren işlevinin özünün yer aldığı noktada gerçekleşecektir; içeren halkalar ve ruhsal perde düzeyinde:
– Yansıtma etkinliğinin, yansıtmayı yasaklayacak bir algı tarafından uyandırılan temsillerin olumsuz varsanısı yoluyla ketlenmesi; bu durumda, olumsuz varsanı kutupsallığının aşırılığına bağlı olarak perde fazla opak hale gelir; beyaz psikoz, otizm, füj, endişe verici yabancılık;
– Yansıtmanın aşırılığı ikinci halkayı (içe yansıtmalı) koparır ve içerisi/dışarısı karışıklığını yaratır. Algı ve temsiller olumlu varsanı görüngülerinde birbirine karışma eğilimi gösterir. Olumlu varsanı kutupsallığının aşırılığı nedeniyle perde fazla saydamdır. Bu psikotik dışa atmadır.
Guy Lavallée'nin işlediği, derin bir klinik psikoz bilgisine dayanan bu düşünce, görsel zara ilişkin genel bir model önerebilmesini sağlar.
Ses zarı
Didier Anzieu 1974'ten başlayarak bir ses zarı düşüncesini öne sürer ve bu kitabın bir bölümünü buna ayırır. Édith Lecourt müzik terapistliği deneyimine dayanarak sesi yeniden incelemiştir.(28)
Didier Anzieu'ye göre, ses zarı çevre ve bebek tarafından dönüşümlü olarak çıkartılan seslerden oluşur. Bu ses banyosu, deri-benin hem içeriye hem de dışarıya dönük ikili yüzünü önceden şekillendirir. Anne, çığlıklarının ya da sesleştirmelerinin yansıyan bir imgesini çocuğa geri gönderen bir ses aynası sunar. Ses aynası ancak, annenin çocuğa kendisinden ve ondan bir şeyler, ve çocuğun ruhsal deneyimlerinin niteliğine ilişkin bir şeyler ifade etmesi koşuluyla yapılandırıcı olur. Nihayet, Anzieu ses uzayının ilk ruhsal uzay olduğunu düşünür; bu bir mağara biçiminde görselleştirilmesini önerdiği uzaydır, dolayısıyla sesli mağaradır.
Édith Lecourt bir ses zarının oluşması için iki koşul öne sürer.
1. Ses yaşantısı görsel ve dokunsal bir yaşantıya yaslanabilmelidir. Dokunma-işitme birliğinin önemi üzerinde özellikle durur. Gerçekten de dokunmanın ve hareketliliğin katılımı, üretilen sesleri dış seslerden, içeriyi dışarıdan ayırt etmek konusunda belirleyicidir. Ağızla ilgili deneyimin işitsel-dokunsal bağlantısı sözlü ifadede, sözde (telaffuz, eklemleme, cümle kurma...) ya da şarkıda sınanmıştır.
2. Ardından, ses yaşantısının bir deri-ben temelinde zihinsel olarak işlenmesi gerekir. Ses yaşantısının zihinsel işlemi farklı bileşenlerin bütünleşmesiyle gerçekleşir: Ses banyosu, iki yanlı alışverişler, sesli mağara, "arka sesler"in bütünselleşmesi. O zaman dokunsal, görsel, sessel duyulararası bağlar kurulur. Édith Lecourt zar niteliğinin ancak deri-ben deneyimine yaslanma söz konusu olduğunda düşünülebileceği kanısındadır. Ona göre bu ses zarı iki yüzden oluşur: Bir sözel yüz ve bir müzikal yüz. "Daha çizgisel (zaman içinde) ve tek sesli olan sözel yüz, örgünün dışa dönük görünür ipliğidir. Enine, seslerden dokunmuş (zaman içinde olduğu kadar uzay içinde de), çok sesli müzikal yüz daha içe dönüktür." Bu ikisi birbirinden ayrılamaz ve birbirini tamamlar: Söz ve müzik insani iletişimin iki yüzüdür. Bazı psikotik patolojiler, ses zarının bu iki yüzünün ayrışmasını ortaya koyar.
Édith Lecourt'un dayandığı klinik deneyim, müzik terapisinin belki de en iyi uygulama alanını bulduğu psikotik öznelerle ilgili deneyim gibi görünüyor.
Duyusal zarların yanı sıra, ruhun bir örgütlenmesine ya da işlevine tekabül eden çeşitli zarlar da incelenmiştir. Bu şekilde Annie Anzieu histeriğin uyarılma zarını betimlemiştir; bu çalışmaya Deri-Ben'in daha ilk basımında değinilmiştir. Micheline Enriquez de daha önceki bir çalışmasında, ıstırap zarı düşüncesini,(29) deri-benin özel bir biçimini öne sürmüştür; Didier Anzieu bu düşünceyi kitabının 10. bölümünde ele alır.
Bellek zarı
Micheline Enriquez bellek zarıyla 1987'de ilgilenmiştir.(30) Bu metinde özel bir klinik durumu, öznelerin, kendilerine acılı bir anı bırakan bir analitik deneyimden yakındıkları durumu ele alır. Bu durumu olumsuz aktarım terimleriyle düşünmekten çok, Micheline Enriquez bu acıyı, ilk analiz tarafından işlenmemiş eski bir "bellek yarası"nın (Michel Schneider) aktarım kalıntısı olarak görür. Varsayım olarak şunları ortaya koyar:
– "Analist ve analiz edilen arasında ortak bir bellek fantezisi, tedavideki hatırlama çalışmasının verimliliğinin ve geçmiş deneyimine girişin koşullarından biridir;
– Tarihsel gerçekliğin yadsınması, yatırımının geri çekilmesi, ortak belleğe ilişkin fantezi temsilinin mezar kazıcılarıdır."
Bir bellek zarının oluşumu için gerekli olan bu "ortak bellek", deri-benin oluşumunu sağlayan ortak deri fantezisi modeline göre tasarlanır.
Analiz deneyiminde karşılaşılan iki bellek ve unutma biçimi, bellek zarının işlevlerinin tanımlanmasını sağlayacaktır.
1. Yinelenen ve zaman içinde değişmeyen, anımsanamaz bir bellek; örgütlenmemiş, bağlantısız bir bellek kaybına yol açar. "Dürtü ve fantezi yaşamına uygulanan gerçek etkiler"in izlenim kalıntıları tarafından oluşturulur. Bu izlenimler, "dürtüsel aygıtın çocuksu yaşantı karşısındaki edilgin alıcılığı"nı gösterirler. Bunlar daha ilk hamlede bilinçdışıdırlar ama yine de ayrım gösterenleri (Rosolato) ya da biçimsel gösterenler (Anzieu) biçiminde belleğe yerleştirildiklerini eklemeliyim. Bu bellek bir kayıt yüzeyi oluşturur; bu "kayıt yüzeyi, kendini korumak için yapıştığı uyarılma engelinden ayrıdır" (D. Anzieu); tam bir bellek kaybının nesnesini oluşturur. Hastaya ancak, "tümdengelimli imgesel"e başvuran analist tarafından geri verilebilir. Etkililiğini şekillendirilebilirlik gücünden alan kurma çalışması. "Anımsanamaz belleğe giriş, onu oluşturan izlenimlerin şekle dökülmesinden geçer." Söz konusu olan, bir duyguya bağlanan bir beden yaşantısının imgesinin önerilmesidir. Bellek kaybının ortadan kalkmadığı kesindir ama imge, o ana dek temsil edilemez olan bilinemezin düşünülmesine ve böylece ikincil süreçlere tabi olan bellek sistemine katılmasına olanak sağlar. Başka terimlerle, bilmecemsi analojik gösterenler biçiminde kaydedilen bu duyusal-motor deneyimlerin sözel gösterenlere tercüme edilmesinin söz konusu olduğunu söyleyebilirim.
2. "Unutkan ve anımsanabilir" bir bellek. Burada unutma, ruhsal çatışmanın tetiklediği ikincil bastırmanın ürünüdür. Bu bellek, özneye hem sürekliliğinin hem de değişimlerinin duygusunu veren, sürekli bir dönüşüm çalışması gerçekleştirir. Fantezi temsilleri üzerinde çalışır. Micheline Enriquez, bu kez bir çeviri yazı yüzeyi olarak anlaşılan bir bellek zarının oluşumunda perde-anıya özel bir önem atfeder. Perde-anı, bilinçdışı ve itiraf edilemez bir belleğe koruyucu zar olarak hizmet eder ve o sırada bu belleği özellikle duyusal canlılığıyla (überdeutlich) çağırır.
İkincil bastırma, tarihselleştirici bir bellek oluşturmak için elverişli öğeleri yedekte saklama olanağı sağlar. Bununla birlikte, Micheline Enriquez şu olgu üzerinde durur: "Bastırmanın sonucu olan bellek delikleri, ancak geçmişte aynı arzuları, aynı dürtü ve fantezi temsillerini bastırmış olan ebeveyne ilişkin bir bastırma kertesi ile ortak bir çizgi (ortak bir deri) gösteriyorsa yapılaştırıcı olabilir." Bastırılmış bir şeyin kuşaktan kuşağa iletilmesi, her özneyi kolektif bir kültürel belleğe bağlayan örgütlü bir bellek kaybı zarını güvence altına alır.
Nihayet, deri-benin toksik bir işlevi olduğu gibi, bellek zarının da toksik bir işlevi vardır, "ötekinin belleği ve anısıyla karşılaşmaktan ve onlara ilişkin her türlü anımsamadan kaçmaya kışkırtan özyıkımcı, zehirli tunik."
Micheline Enriquez'nin bu metni, düşünce hareketlerini büyük bir incelikle açığa çıkardığı genç bir kadının analizine dayanır.
Dönüşüm şemaları ve zar şemaları
Didier Anzieu ruhsal içerenlerin temsilleri olan biçimsel gösterenleri betimledi ve tanımladı. Bu gösterenler ruhsal zarların ve biçim bozukluklarının saptanmalarını sağlar. Serge Tisseron(31) bu gösterenlerin zihinsel imgeleri nasıl örgütlediklerini ve zihinsel imgelerde nasıl temsil edilebildiklerini incelemeye çalıştı. Ama bu gösteren terimini korumaktansa, Serge Tisseron, Kant tarafından önerilen "ruhsal etkinliğin temel şemaları"na göndermeyle, şema terimini benimsemeyi tercih etti. Şemalar, imgeler değil, fetüsün, sonra da bebeğin çevresi ve erken ilişkileriyle bağlantılı olarak yaşadığı bedensel deneyimlerin örgütleyici modelleridir. Bu deneyimler duyuları, hareketliliği ve duyguları birleştirirler. Tisseron iki tür şema ayırt eder: Koşut biçimde oluşan ve diyalektik bir ilişki içindeki zar şemaları ve dönüşüm şemaları. Dönüşüm şemaları simgesel sahiplenmeyi sağlayan zihinsel birlik ve dağılma işlemlerine tekabül eder; anneyle ayrılma hareketinin düşünülmesini de sağlarlar. Zar şemaları içerme işlemlerine tekabül eder. Bununla birlikte, sınırların, dolayısıyla zarların oluşumunu gerçekleştiren, dönüşüm şemalarıdır. Buna bağlı olarak, zar şemalarının imgelerini harekete geçiren ve böylece işlemsel hale getiren de onlardır. Normal olarak iki şema dizisi birlikte ve aynı durumlar tarafından uyarılır; çocuk annesiyle ilişkisinde bir içeren bulur ama aynı zamanda, annesinin onun üzerinde sahip olduğu gibi, kendisinin de annesi üzerinde bir etkiye sahip olabileceğinin teyidini de bulur. İçermeyi ve dönüşümleri düşünme olanaklarını örgütleyen modeller olarak şemalar kuşkusuz tüm ruhsal imgelerin oluşumunda etkindir. Nitekim ruhsal imge, temsil ettiği kadar, içerir ve dönüştürür. Çoğunlukla şemalar fantezide artık saptanamazlar: Zar şemaları yerlerini fantezinin içerme işlevine bırakırlar ve dönüşüm şemaları, fantezi senaryosunda seferber edilen dönüşümlerin temsilinden silinir. Ama şemaların kendilerinin temsilin nesnesi oldukları da olur. Serge Tisseron'a göre, o zaman söz konusu olan, şemaların içe yansıtılmalarındaki güçlükleri, ilk alışverişlerdeki eksikliklere bağlı güçlükleri gidermeyi deneyen ruhun bir işlemidir. Dolayısıyla zar ve dönüşüm şemaları, temsillerde ve rüyalarda imgeleşmiş biçimde ortaya çıkabilirler.
Serge Tisseron'a göre, zar ya da dönüşüm şemaları özgül patolojilere yol açarlar. Dönüşüm şemalarının bütünleşmesindeki eksiklik, fantezi etkinliğinin yoksulluğu biçiminde kendini gösterir; bu hastaların ruhsal evreni, Marty'nin işlemsel düşüncede betimlediğine yakındır ama bedenselleştirme söz konusu değildir. Genel bir ruhsal ataletten ve rüyalarda ya da gündüz düşlerinde imgeleme işlevinin yetersizliğinden mustariptirler. Tisseron bu tip örgütlenmeler için analize etkileşimli bir iletişim tarzı katmayı önerir. Şöyle yazar: "Psikanalistin, hastanın ona aktardıklarının kendisi üzerinde yarattığı etkilerden hastayı bilgilendirmek konusunda tereddüt etmemesi gerektiğini söylemek istiyorum... Böylece ruhsal dönüşüm şemalarının yerleştirilmesine katılmış olur... O zaman psikanalist yansıtan bir aynadan çok, büyüten bir yankı gibi işlev görür."
Dönüşüm şemalarına bir yatırım eksikliği, zar şemalarına artı yatırım yapılmasına yol açabilir; bu, kişilik zırhı ve değişime tahammülsüzlükle birlikte takıntılı nevrozun ayırt edici niteliğidir. Buna karşılık, zar şemalarına yatırım eksikliğine, dönüşüm şemalarına bir artı yatırım eşlik edebilir ve histeri tablosu ortaya çıkabilir. İki şema dizisine birden yatırım eksikliği psikozun ayırt edici niteliğidir.
Bana öyle geliyor ki Serge Tisseron tarafından betimlenen şemalar, ruhsal etkinliğin, duyumları temsillere, dürtü temsilcilerini şey ve sözcük temsillerine, birincil süreçleri ikincil süreçlere dönüştürmeye dayanan temel çalışmasını açıklama denemesidir. Ruhsallığın tüm düzeylerinde bir dönüşüm çalışması, içerikleri bakımından olduğu kadar biçimleri bakımından da malzemelere dayanan bir çalışma gerçekleşir.
Deri-ben ve zarlar, araştırmaları kışkırtmayı ve biçimi bozulmuş, delinmiş ya da katılaşmış ruhsal zarların analistten özel bir ruhsal çalışma talep ettiği zor patolojileri içeren klinik çalışmaya farklı anlayış biçimleri sağlamayı sürdürüyor. Yıllar önce, Didier Anzieu ile birlikte çalışırken, buluşmalarımızdan sık sık yeni bir şey kavradığım, düşünülmemiş bir perspektifi araladığım izlenimiyle, uyanmış bir merakın iç kaynaşmasıyla, sorularla, sorgulamalarla dolu olarak ayrılırdım... Deri-Ben okuruna, yazarla böyle bir düşünce buluşması diliyorum.
Notlar
(1). D. Anzieu, "Deri-Ben", N.R.P., Le dehors et le dedans, no. 9, Bahar 1974, s. 195-208.Yukarı
(2). D. Anzieu, Le Penser, du Moi-peau au Moi-pensant, Dunod, 1994.Yukarı
(3). R. Kaës, "Didier Anzieu'yle Görüşme, Didier Anzieu'ye Saygı", Les Voies de la Psyché, Dunod, 1994, s. 35.Yukarı
(4). D. Widlöcher, "Psikanalitik Dinlemenin Bir Metapsikolojisi İçin", Latin kökenli dillerin konuşulduğu ülkelerden Fransızca konuşan psikanalistlerin elli beşinci kongresine sunulan tebliğ, Paris, Mayıs 1995.Yukarı
(5). Vurgu bana ait.Yukarı
(6). Aynı klinikle yüzleşen ve benzer bir düşünce seyrini izleyen André Green, kendi açısından 1976'da sınır kavramını, 1982'de ise ikili sınır kavramını öneriyordu. Zaten üçüncül süreçler düşüncesinin, François Duparc'ın da ileri sürdüğü gibi, dil tarafından işlenmiş bir çeşit ruhsal zar oluşturduğu kanısındayım. Üçüncül süreçleri, içerisi ile dışarısının yanı sıra, bilinçdışı ile ön bilincin kesişme noktasındaki ayrım gösterenlerine (Rosolato) ve biçimsel gösterenlere (Anzieu) yakın buluyorum.Yukarı
(7). D. Anzieu, Une Peau pour les pensées, Gilbert Tarrab'la görüşmeler, Paris, Clancier-Guenoud, 1986, s. 76.Yukarı
(8). D. Anzieu, Düşünce, Dunod, 1994, s. 15 ("Deri-Benden Düşünen Bene Sekiz İşlev").Yukarı
(9). D. Anzieu, a.g.y.Yukarı
(10). D. Anzieu, L'Épiderme nomade et la peau psychique, Paris, Aspygée, 1990, s. 40. Yukarı
(11). J. Laplanche, "Psikanalitik Kendindeliklerin Türeyişi", Vie et Mort en Psychanalyse, Paris, Flammarion, 1970, s. 197-214.Yukarı
(12). G. Rosolato, G., Éléments de l'interprétation, Paris, Gallimard, 1985.Yukarı
(13). S. Freud, "Sonlandırılabilir Analiz ve Sonlanmayan Analiz", Résultats, idées, problèmes, Paris, PUF, kitap II, 1937, s. 240.Yukarı
(14). D. Anzieu, Düşünce, s. 13.Yukarı
(15). S. Tisseron, Psychanalyse de l'image, Paris, Dunod, 1995.Yukarı
(16). R. Kaës, "Didier Anzieu'yle Görüşme", a.g.y., s. 45.Yukarı
(17). D. Anzieu, "Benin Ses Zarı", Nouvelle Revue de Psychanalyse, Narcisses, Gallimard, no. 13, İlkbahar 1976, s. 161-79.Yukarı
(18). D. Anzieu, "Ruhsal Zarların İncelenmesine Giriş", Revue de Médecine Psycho-somatique, no. 8, Aralık 1986, s. 9-22.Yukarı
(19). D. Anzieu, "Psikanalitik Çerçeve ve Ruhsal Zarlar", Journal de la psychanalyse de l'enfant, Le Cadre, Paris, Bayard, 1986, no. 2, s. 12-24. Yukarı
(20). D. Anzieu, "Biçimsel Gösterenler ve Deri-Ben", Les enveloppes psychiques, Dunod, 1987, s. 17.Yukarı
(*) Türkçeye "Amatör Analiz" başlığıyla çevrilen makale, Fransızca, "L'Analyse profane". "Profane" din dışı, laik anlamına geliyor. Freud'un tıp kökenli olmayan analistlerin yaptığı analiz için kullandığı terim. –ç.n.Yukarı
(21). D. Anzieu, "Dürtünün Bedeni", La pulsion, pour quoi faire, 12 Mayıs 1984 tarihli APF Kolokyumu, s. 64.Yukarı
(22). S. Freud (1938), Abrégé de Psychanalyse, Paris, PUF, 1973, s. 8.Yukarı
(23). S. Freud (1921), "Kitle Psikolojisi ve Benin Analizi", O.C.P., PUF, kitap XVI, s. 49-50.Yukarı
(24). Vurgu bana ait.Yukarı
(25). J. Guillaumin, "Psikanalistin Ruhsal Zarları", Les Enveloppes psychiques, s. 138-80.Yukarı
(26). J. B. Pontalis, Perdre de vue, Gallimard, 1988.Yukarı
(27). Lavallée, G., "Görmenin İçerici ve Öznelleştirici Halkası", Les Contenants de pensée, Dunod, 1994, s. 87-126; ve "Görmenin Olumsuz Varsanılı Perdesi", L'Activité de la Pensée, Dunod, 1994, s. 69-143.Yukarı
(28). E. Lecourt, "Müzikal Zar", Les Enveloppes psychiques, s. 199-222.Yukarı
(29). M. Enriquez, Aux carrefours de la haine, "Istırabın Bedeninden Istıraplı Bedene", 2. kısım, 4. bölüm, Épi, 1984.Yukarı
(30). M. Enriquez, "Bellek Zarı ve Delikleri", Les enveloppes psychiques, s. 90-113.Yukarı
(31). S. Tisseron, "Fantezide ve Tedavide Zar Şemaları ve Dönüşüm Şemaları", Le Contenants de pensée, Dunod, 1993, s. 61-85; "İmgede Kullanılan Zar ve Dönüşüm Şemaları", L'Activité de la pensée, Dunod, 1994, s. 41-68; Psychanalyse de l'image, Dunod, 1995.Yukarı