Başlangıç bölümünden, s. 13-16.
Barney Greengrass
Parlak ilkbahar ışığı, Cennet'ten fışkırırcasına, odanın bir ucundan öbürüne uzanan pencereden içeri doluyor. Onuncu kattaki dairede, odasından aşağıdaki hengâmeyi, binaları, mağazaların tabelalarını, yayaları izleyen bir adam var. Bu sabah kendisine yine hatırlatmak zorunda: İnsan Cennet'te, başka her yerde olabileceğinden daha iyi durumdadır.
Caddenin karşısında kırmızı tuğladan heybetli bir bina var. Adamın gözü, dans ve jimnastik derslerinde yeteneklerini gösteren çocuk gruplarına takılıyor. Broadway ve Amsterdam Bulvarı'nın kesişme noktasında trafiğe takılarak kuyruklar oluşturan sarı taksiler, sabahın histerik metronomuyla çılgına dönmüş halde bağırıyor. Oysa gözlemci şimdi aşağıdaki kargaşaya karşı kayıtsız, ağır ağır hareket eden bulutların çöl hayvanları gibi sürüklendiği engin bir çöle benzeyen gökyüzünü inceliyor.
Yarım saat sonra, sokağın köşesinde, oturduğu kırk iki katlı binanın önünde duruyor; sade bir yapı, süsleme yok, basit bir barınak, insan yerleşimi için tasarlanmış bir kutu yığınından ne eksiği ne de fazlası var. Stalin dönemine özgü bir apartman bloğu, diye düşünüyor. Ama hiçbir Stalinist yapı bu yüksekliğe erişmemiştir. Yine de Stalinist, diye yineliyor kendi kendine, ölümden sonraki yaşamının sahne dekoruna meydan okuyarak. Bu sabah, buraya ilk geldiği zamanki, dokuz yıl önceki adam mı olacak; tıpkı o zaman olduğu gibi, ölümden sonraki yaşamın yeniliğiyle şaşkına dönmüş bir adam mı? Dokuz yıl; bu çiçeği burnunda sabahı doğuran serüvenin rahmindeki yeni yaşamla dolu dokuz ay gibi, tüm başlangıçlardan önceki başlangıç gibi.
Düzenli olarak ilaçlarını aldığı eczane sol tarafta. Eczanenin tabelasına boş boş bakarken –mavi zemine beyaz harflerle yazılmış RITE AID– aniden, madeni kaleleri andıran beş itfaiye aracı keskin siren ve klakson sesleriyle caddede ilerlemeye başlıyor. Cehennem'in ateşleri Cennet'i de kasıp kavurabiliyor.
Ama ciddi bir şey yok ve bir anda her şey eski haline dönüyor – hazırlanan yeni kimliği için fotoğraf çektirdiği fotoğrafçı, mahalle lokantası, bir Starbucks, ve tabii ki bir McDonald's, girişi sinyal çeken iki tiple taçlandırılmış. Sonra Pakistanlı gazete bayii geliyor, Hintli tütüncü, Meksika lokantası, kadın giysileri satan mağaza; kocaman çiçek demetleri, kavun ve karpuzlar, siyah, kırmızı ve yeşil erikler, Meksika ve Haiti mangoları, beyaz ve pembe üzüm suyu, üzümler, havuçlar, kirazlar, muzlar, Fuji ve Granny Smith elmaları, güller, laleler, karanfiller, zambaklar, krizantemlerle dolu tezgâhıyla Koreli manav. Küçük ve büyük binaların önünden geçip gidiyor; üslupları, oranları ve yazgıları harmanlayan, Yeni Dünya'nın ve aynı zamanda Eski Dünya'nın Babil'inden. Birbirine uyum sağlaması gereken bir nüfus var – iki elindeki ağır paketler yüzünden bir o yana bir bu yana eğilen kırmızı gömlekli ve kasketli minik Japon adam; siyah güneş gözlüklü, pembe şortlu iki iri sarışın kadın arkadaşının arasında pipo içerek yürüyen sarı saçlı, sakallı, şortlu adam; kısacık kesilmiş kızıl saçları, kısa tişörtü ve incir yaprağı boyutlarındaki şortuyla yalınayak gezen ince uzun kız; kucağında iki çocuk taşıyan iriyarı kel adam; siyah bıyığı ve göğsünde sallanıp duran altın zinciriyle kısa boylu, şişman adam; ayrıca dilenciler, polisler ve turistler; hiçbiri de yeri doldurulmaz gibi görünmüyor. Yetmiş İkinci Cadde'de Amsterdam Bulvarı'na geçiyor ve şimdi küçük bir parkın önünde: Verdi Meydanı, üç yanı madeni parmaklıklarla çevrili çimden bir üçgen; üzerinde frakı, gömlek yakasında boyunbağı, başında şapkasıyla Giuseppe Verdi'nin heykeli meydana hükmediyor; Verdi'nin etrafı operalarından birkaç karakterle çevrili, Cennet'in uysal güvercinleri de bu karakterlerin üzerine konmuş dinleniyor. Semt sakinleri yakındaki banklara dağılmış oturuyor; emekliler, engelliler, birbirine hikâyeler anlatan ve patates cipsi paketlerini ve pizza dilimlerini didikleyen aylaklar.
Cennet'te hiçbir eksik yok – yiyecek, giysi ve gazeteler, minderler, şemsiyeler, bilgisayarlar, ayakkabılar, mobilyalar, şaraplar, mücevherler, çiçekler, güneş gözlükleri, CD'ler, lambalar, mumlar, asma kilitler, köpekler, arabalar, protezler, egzotik kuşlar ve tropikal balıklar. Ve dalga dalga satıcılar, polisler, berberler, ayakkabı boyacıları, muhasebeciler, orospular, dilenciler. Kazazedenin yeni yaşamının dokuzuncu yılını kutladığı bu beklenmedik sabah, her türden insan yüzüyle, her dilden, yaştan, boydan ve ağırlıktan insanla doluyor. Ölümden Sonraki Yaşamın bu yeni dünyasında, tüm mesafeler ve yasaklar ortadan kaldırılmış, bilgi ağacının meyvesine bilgisayar ekranlarından ulaşılabiliyor; hayat süratle akarken ve esas önemli olan yaşanan anken, Sonsuz Yaşam Ağacı, devşirilmiş ürünlerini tüm eczanelerde sunuyor.
Cehennem'in tehlike çanları birden yeniden çalmaya başlıyor. Bu kez yangın değil; bir kızıl haçla birlikte AMBULANS yazısının kırmızı harflerini taşıyan kan kırmızı bir dairenin karaltısını arkasında bırakan, kükreyen beyaz bir dev.
Hayır, ölümden sonraki bu yaşamda hiçbir şey eksik değil, hem de hiçbir şey. Bakışlarını, bu mucizenin gerçekleşmesine izin veren gökyüzüne doğru kaldırıyor. Budanmış bir gök kubbe bu, çünkü binaların beton dikdörtgenleri, manzarayı bir avuç mavi gökyüzünden ibaret kalana dek daraltıyor. Görüntüyü kapatan sağdaki ön cephe, kenarında bir atık su borusunun uzandığı kahverengimsi bir duvardan oluşuyor; solda sarı bir duvar var. Bu altın rengi zemin üzerine, parlak bir maviyle, DEPRESYON BİR KİŞİLİK KUSURU DEĞİL, BİR KİMYA KUSURUDUR mesajı yazılmış. Bir uyarı mı, yoksa sadece bilgi mi, söylemek zor. Alt alta beş ayrı satır halinde yazılmış, DEPRESYON BİR KİŞİLİK KUSURU DEĞİL, BİR KİMYA KUSURUDUR.
Başını geriye doğru atarak kutsal metnin satırlarına dalıyor. Sıçrayarak dalgınlığından sıyrılıyor, geriye dönüyor ve kendini yine Amsterdam Bulvarı boyunca yürürken buluyor. Yeni hayatının bir avantajı var: dokunulmazlık. Artık, önceki yaşamda olduğu gibi ıvır zıvırla zincirlenmiş değilsin. Hiçbir şeyi umursamadan yürüyebilirsin. Füme balığıyla ünlü Barney Greengrass lokanta-şarküteriye yöneliyor. Arkadaşı onu iyice ümitlendirmişti, "Bu mekân önceki yaşamını anımsatacak"tı.
Amsterdam Bulvarı boyunca sıralanan binalar, geçmişten geri alınmış binalar; kırmızımsı, kahverengi, duman grisi, dört-beş-altı katlı eski binalar; demir balkonlar, zamanla kararmış yangın çıkışları. İlk karşılaşmalarında, Yukarı Batı Yakası'nın bu sokakları ona Eski Dünya'yı anımsatmıştı. Ne var ki dokuz yıl önce –yoksa doksan mı?– semte taşındığından beri yüksek binalar çoğaldı. Oturduğu kırk iki katlı apartman bile, şimdi onların yanında adeta basit, cüce bir Stalinist yapı – yine o sinsi sıfat.
Binanın zemin katında, eskiden olduğu gibi yine dükkânlar var: Tam Donanımlı Kuyumcular, Utopia Restaurant, Çiçekçi Amaryllis, Ayakkabı Mağazası, Erişkin Video, Çin Kuru Temizleme, Manikür-Pedikür Salonu, Roma Çerçevecisi ve Yetmiş Altıncı Cadde'nin köşesinde, Riverside Memorial Kilisesi. Kısa kollu siyah bir elbiseyle siyah çoraplar giymiş, koyu renk güneş gözlüğü takan, kalın bacaklı, uzun siyah saçlı bir genç kız binadan dışarı çıkıyor. Devasa tabutları andıran, camları karartılmış üç uzun siyah araba kaldırımın kenarına park etmiş. Siyah takım elbiseli ve siyah şapkalı şık beyefendiler, siyah elbiseli ve siyah şapkalı zarif hanımefendiler, ağırbaşlı giysileriyle yeniyetmeler arabalardan dışarı çıkıyor. Metronom bir kez daha zavallı bir ruh için sonsuzluk saatini vuruyor. Yaşam harekettir, unutmuyor, aceleyle uzaklaşıyor. Bir adım, ikincisi, ve artık tehlikenin uzağında.