ISBN13 978-975-342-049-5
13x19,5 cm, 132 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Cam Kent, 1993
Hayaletler, 1993
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Cem Atbaşoğlu, “Paul Auster’ın parlak kazaları”, Virgül, Sayı 5, Şubat 1998

Bir söyleşisinden biliyorum, Auster, anlatıyı asıl ortaya çıkaranın güçlü duygular, keskin yaşantılar, hatta travmalar olduğuna inanıyor. Yazmak asıl olarak yetenek işi değil, ona göre; yazmaya oturmuyor da, romanlarının içine düşüveriyor. Azmi, sabrı, çalışkanlığı belirtmeye gerek duymamış mı acaba; çünkü "yazmak"tan, başına gelen bir durummuş gibi sözediyor. Kaza gibi: Yazarken ne yazdığını, neden yazdığını bilmiyormuş. Kahramanlarına yansıyan irdeleme becerisini, yazarken bir kenara mı bırakıyor? Sonradan düşünmüyor değil çünkü: Bu kitabı neden yazdım. Quinn'i bu serüvenin içine neden attım (bu serüvenin içine neden atıldım), güçlü tutkular nereden gelir, Fogg'un babası da, Anna Blume da, Benjamin Sachs de neden yüksek yerlerden düşüyor ya da düşme korkuları çekiyorlar, benim kafamda hep bir usta-çırak taşımamın nedeni ne? Kaza yapar gibi yazılmış, içine düşülmüş bir anlatının böyle bir irdeleyiciliği olması, biraz kafa karıştırıcı. İrdelemek için, anlatılanın dışına çıkmak, biraz uzağında durmak gerektiğine göre... Hem Auster'ı romancı diye biliyoruz; romancılar daha serin olmaz mı? "Neden yazıyorsunuz?" sorusuna "hiçbir işi daha iyi yapamadığımdan" diye cevap vermiş ama, herhalde üstüne başarılı yazarların alçakgönüllülüğü gelmiş de ondan. Neden yazdığı belli çünkü: O da "yazmazsa çıldıracak" olanlardan. Yoksa roman sınıfından sayılan bir anlatı böyle saydam, böyle teşhirci, böyle kırılgan olur muydu?

Bir de, "uçma" izleği var; Auster'ın kahramanları "bir vesileyle" uçuyorlar. Yüksek yerlere çıkıyorlar, düşme tehlikesi atlatıyorlar, düşüyorlar... Auster, yüksek bir yerden düşme izleğiyle kendi yaşantıları arasındaki ilişkiyi bulmuş: Emin değil ama, bunu, babasının başından geçen bir kazanın kendisini çok etkilemiş olmasına bağlıyor. Adam çatıyı onarırken ayağı kayıp aşağı uçmuş, az daha ölüyormuş, neyse ki bir çamaşır ipine takılmış da kurtulmuş, küçük Paul bu olaya tanık olmamış ama, anlatılanlardan kafasında canlanan imgeyi, "uçan adam" imgesini uzun süre kafasında taşımış. Bu tuhaf takıntısının altında yatan, çocukluğundaki bu yaşantı olabilirmiş. Uçma takıntısının kökeninde bir düşüş imgesi var. Çatıdan aşağı yuvarlanan baba imgesi, Auster'ın kendisinin de söze dökemeyeceği düş kırıklıklarının özeti. Uçan adam, ülküleştirilmiş babanın yarattığı düş kırıklığının telafisi: "Düşen adam" değil de "uçan adam". İhtişam. Benzer izlekler çok: İnsanın aya çıkışı, Mets'in şampiyonluğu, beyzbol liginin yakın takipçileri olan kahramanların, başlarını döndüren zaferlerin tarihlerini hiç unutmamaları... Gözler hep dorukta, sene 1969.
(...)

Burada, Auster'ın kahramanlarının çoğunun yolunun bir metropolden geçtiğini hatırlayalım: Metropol, kimlik duygusu sallantıda olanlara soluk aldırır. İnsan bazan, dar bir sokağa girdiğinde, bir karakolun önünden geçerken, ya da tıklım tıklım dolu bir otobüste kendinden tedirgin olabilir ama, kalabalık caddeler, bulvarlar ferahtır hep. Görünmeden yürümek mümkündür.
(...)

Auster'ın kahramanlarının da yokolmak, görünmez olmak isteyecekleri durumlar çok; çünkü kurduğu ikililerin arasında sımsıkı bağlar var: Sevgililer, birbirlerinin yüzünde kendi yansılarını gören ikiz dostlar, ustasına tutkuyla bağlı çıraklar, çırağının diri hayranlığından kan alan ustalar... Hep aşk. Ne var ki, aşk kısa ömürlü bir şeydir. Ya aşk biter, ya âşık olunan gider. Demek, insan birine tutkuyla bağlandığında önce uçar, sonra düşer. Önce parlar, sonra söner. Büyür, küçülür. Şişer, büzülür. Önce teşhir eder, sonra görünmez olmak ister. İçin için, herkese mahçup düşer. Eski düşkırıklıklarını onaran ilişkiler, yenilerini getirenlerdir.

Auster'ın anlatısındaki önemli özelliklerden biri de, kahramanlarının kötülükten muaf olmaları. "Kötülük" derken, su katılmamış (nedeni anlaşılarak -anlatılarak- yumuşatılmamış) kötülüğü kastediyorum. Auster'ın kahramanları arasında kötülük yapanlar yok mu, Benjamin Sachs tek başına yeter, ama yazar bize onun çocukluğunda maruz kaldığı travmayı anlatınca, bir çocuğa nasıl şefkatle babalık edebildiğini gösterince, onun "başka yerlerde" yaptığı kötülükleri göremiyoruz. Aklımızda kalan, hafif çatlak, eşsiz bir dost.

Herkesi iyi, en azından anlaşılabilir farzeden, kötülüğü "göremeyen" birinin kendisini algılayışına bir tür ihtişam duygusunun yön verdiğini düşünürüm: "Benim karşıma kötü çıkmaz", ya da "bana kötülük işlemez", ya da daha iyisi, "hayat benim karşıma 'anlayamayacağım' bir kötülük çıkarmaz". Auster'ın anlatısı bize bir yaşama sevinci veriyorsa, bu biraz da hayatın karşımıza su katılmamış ('gerekçesi' olmayan) herhangi bir kötülük çıkarmayacağı yanılsamasını yaratmasından. Oysa "anlayamadığımız" kötülükler yok mu hayatta? Var. Auster'ın anlatısının masal gibi olduğunu düşünmem biraz da bundan. Benjamin Sachs Amerika'daki bütün Özgürlük Anıtlarını bombayla uçurmaya kararlı; işe koyuluyor. Biz de, ben-anlatıcı ile birlikte onun haberlerini izliyoruz. Bütün eski sırlarını, düşkırıklıklarını, çocukluk acılarını bildiğimiz "sevgili dostun" yanındayız. Bu heyecanlı takipte, onun başkalarına verdiği, verebileceği zararı aklımıza getirmemiz kolay mı? Okumaya en heyecanlı yerde uzun bir ara verebilirsek belki... O saldırganlıktaki evcilleşmemiş ve sapkın yanı farketmek çok zor.

Auster'ın ben-anlatıcı olan başkahramanları, kendilerini, yakınlarını irdelemeyi çok seviyorlar, yaşantılarından yola çıkarak bazı zor sorulara cevap arıyorlar. Okur, gündelik hayatın sıradanlığı içinde ansızın yaşadığı aydınlanmalarla silkiniyor. Bazı rastlantılar, gizemli birer pırıltı ile, sıradan olaylardan ayrılıyorlar. Auster'ın kahramanlarının uzun uzun düşündüğü meseleler, başkahramanının irdeleme merakı, anlatının altında akan, adı asla söylenmese de anlatılanı etkileyen bir damarın varlığını hissettiriyorlar. Bu gizli damarın, psikanalizin, yüzeye iyice yaklaştığı zamanlar da oluyor üstelik. Ben-anlatıcı iyice bilgiçleştiğinde, örneğin; olup bitenin, kahramanların geçmişteki yaşantılarından hangisi tarafından belirlendiğini bulup çıkardığında. Benjamin Sachs'in yazdığı romanın çıkış noktası muhteşem Özgürlük Anıtı ya, "yazarın" Anıt'a duyduğu tutkunun muhtemel nedeni, yani geçmiş yaşantılarıyla bağlantısı, romanda bir hatırlama ile açığa çıkıyor. Gündelik hayatın ayrıntısından çıkan bu ani aydınlanmalar, psikanalizin sunduğu kavramalar gibi, uzun süren bir tekdüzeliğin ardından geliyor. Buluşları kimin yaptığı ise, karışık: Yazar mı, kahraman mı, okur mu? Yazarın okurla arasındaki sınır da kahramanlarıyla arasındaki gibi geçirgen. Auster, "sözü söyleyen ben değilim" der gibi. Oysa başkalarının yaşadıklarını anlatan romanların yazarları böyle mi yapar; onların romanlarını okurken, yazarın (sözü söyleyenin, otörün, yetkenin) ayrı olduğunu hep hissederiz.

Paul Auster'ın karşılaştırmalı edebiyat okumuş olduğunu öğrendiğimde şaşırmadım: Anlatısındaki "analist"lik de, narsisizmi böyle iyi anlatıyor olması da yorumcu işlerden birini seçtiğinin işaretlerini veriyordu zaten. Hayatın anlaşılamayan kötülüklerine karşı durmanın sağlam yolları bunlar. Psikanalizin, edebiyat eleştirisinin, öykü-masal yazmanın ortak yönleri: Hep biraz dışarda durmak, kendini "içerde" olup bitenlerden muaf tutmak, anlatmak, yorumlamak, üşümemek. Hatta ısınmak.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X