Mustafa Kurt, “'Cam Kent': Masumiyet ve cennetin dili”, Fotografya
İşin doğrusu, Paul Auster beni yazmayı düşündüğüm bu yazı hakkında hayal kırıklığına uğrattı. Çünkü o ünlü romanına koyduğu 'Cam Kent' adı ilk bakışta bana bir görselliği işaret etmişti; ancak Cam Kent'i okuyup son sayfasını kapattıktan sonra, kitabın düşündüğüm anlamda bana malzeme vermeyeceğini görmüş bulunmaktayım. Halbuki "Cam Kent" tamlaması Walter Benjamin'in şu hikâyesine de ne kadar denk düşüyordu:
"Moskova'da, neredeyse bütün odaları Tibetli rahiplerle dolu bir otelde kaldım; Budist tapınaklarının kongresi için oraya gelmişlerdi. Odaların çoğunun kapısının hep aralık oluşu dikkatimi çekmişti. İlk bakışta rastlantı gibi görünen bu durumdan giderek tedirgin oldum. Sonunda bu odalarda, asla kapalı bir mekânda kalmamaya yemin etmiş tarikat üyelerinin bulunduğunu öğrendim... Bir camekânda yaşamak kusursuz bir devrimci erdemdir. Bu da bir sarhoşluk hali, çok ihtiyaç duyduğumuz bir ahlakî teşhirciliktir." (Walter Benjamin, "Gerçeküstücülük", Son Bakışta Aşk, s. 158.)
İşte tam da bu düşüncelerle başladım, kitabı okumaya: Camdan bir kentte yaşamak. Herkesin herkesi görebildiği evler, apartmanlar, iş yerleri. Hattâ kalpler ve beyinler de şeffaf olmalıydı. Yazar için zaten böyle de, insanlar için de böyle camdan bir kent. Ama olmadı işte. Ancak bu durum Cam Kent'in bir edebî metin olarak üzerinde düşünülmeye değer bir kitap olmasına da engel değil. Tam aksine kitap birçok açıdan oldukça ilgi çekici. Peki, Cam Kent neyi anlatıyor?
Quinn, William Wilson takma adıyla polisiye romanlar yazarak hayatını kazanan bir yazar. Bu durumu kendinden başkasının bilmemesi bir yana, o yarattığı yazarın da kendinden bağımsız bir kimliği olduğuna inanıyor. Hayatının çoğunu evinde geçiren Quinn'e birgün yanlışlıkla bir telefon ediliyor. Birkaç kez tekrarlanan bu yanlış aramalar sonucunda yazar, aranan özel dedektifin (ki onun adı da Paul Auster'dır.) kendisi olduğunu söylüyor ve böylece kendini garip bir olayın içinde buluyor. Paul Auster adlı özel dedektifin yerine telefonda verilen randevuya giden Quinn, vardığı yerde Virginia-Peter Stillman çiftiyle karşılaşıyor. Peter kaçık bir profesörün oğlu ve Peter, babasının kendisini yıllarca bir odaya kapatması sonucu dengesini kaybetmiş. Aynı zamanda hiç kimsenin anlayamayacağı bir dille konuşuyor. Ancak romanın ilginçliği de bu noktada başlıyor. Çünkü Peter'ın babası şuna inanarak oğlunu bu hâle getirmiştir:
"Adem'in Cennet'teki görevlerinden biri de her yaratığa ve şeye isimlerini verip dili icat etmiş olmasıydı. Bu masumiyet döneminde, onun dili dünyanın da kolayına gelivermişti. Sözcükleri gördüğü şeylere öylesine iliştirilmemiş, o şeylerin özlerini açığa vurmuş, onlara hayat vermişti. Bir nesne taşıdığı isimden kopuk değildi. Gel gelelim, cennetten kovulma sonrası için geçerli değildi bu. İsimler niteledikleri nesnelerden koptular; sözcükler yerlerini gelişigüzel işarete bıraktı; dilin Tanrı'yla ilişkisi kesildi. Dolayısıyla, Cennet'in öyküsü yalnızca insanın değil, dilin de cennetten kovulmasını belgeler." (s. 50)
Ona göre, insan 'masumiyetin özgün dili'ni konuşmayı öğrenebilirse, kendi içinde de masumiyete ulaşacaktır. İşte bu nedenle de oğlunu masumiyetin dilini konuşması için bir odaya kapatır. Elbette bu bir suçtur. Bir yere kapatılan ve tedavi gören profesör, buradan çıktıktan sonra da o yeni dil arayışını devam ettirir. Kısacası o bir Adem olmuştur artık ve her şeye isimler vermeye başlar. Bunun gerekçesini de şöyle açıklar:
"Bizim kelimelerimiz dünyaya denk düşmüyor. Nesneler bir bütünken, kelimelerimizin onları ifade edebileceğine güvenimiz tamdı. Ama bu şeyler yavaş yavaş parçalara ayrıldı, paramparça olup kaosa düştü. Yine de kelimelerimiz aynı kaldı. Kendilerini yeni hakikate uyduramadılar. Bu yüzden, gördüğümüz şey hakkında ne zaman konuşmaya çalışsak, yanlış konuşuyoruz, temsil etmeye çalıştığımız şeyin kendisini çarpıtıyoruz. Bu her şeyi berbat ediyor. Ama sizin de anladığınız gibi kelimelerin değişme kapasitesi var... Şimdi benim sorum şu: Bir şey işlevini artık yerine getirmezse artık ne olur? Hâlâ o şey midir, yoksa başka bir şey mi olmuştur? Şemsiyeden kumaşı yırtıp atsanız şemsiye hâlâ şemsiye midir? Çubukları açın, başınızın üstüne tutun, girin yağmurun altına, sırılsıklam olursunuz. Artık bu nesneye şemsiye demek mümkün müdür? İnsanlar genellikle diyor. Çok çok şemsiye bozuk diyeceklerdir." (s. 86-87)
Kendini bir deha olarak gören profesörümüz de bu sebeplerle, sokaklardan çeşitli nesneler (kumaş, kağıt parçaları vs.) toplayıp onlara isimler vermeye çalışıyor, sonraki günlerde. Profesörün Peter'a zarar vermesinden korkan Virginia ise Paul Auster'ı (yani Quinn'i) tutmuştur. Quinn ise ihtiyarı izlerken ve onun yaptıklarını anlamlandırmaya çalışırken kendi hayatının kurgusunu kaybeder. Günlerce Peter'ların evinin karşısındaki sokak aralığında bir çöp bidonunda az yiyip uyuyarak yaşayan Quinn aylar sonra evine döner. Ancak artık evine yeni kiracılar yerleşmiş eşyaları ise satılmıştır. Aynada kendisini tanıyamayan bu adam, aylarca gözlediği Peter'ların evine gelir bakar ki ev bomboştur. Sonunda bomboş odalardan birine kıvrılıp kendini uykuya bırakır. Günler sonra eve gelenlerse onun orda olmadığını görürler. Yani Quinn kaybolmuştur. Ha profesörü merak edebilirsiniz. Onun da intihar haberini gazetelerden okur insanlar. Peter ve eşininse nereye gittiğini kimse bilmiyor. Onların Paul Auster adına kestikleri çek de karşılıksızdır. Quinn romanın ta başında şöyle diyordu, New York'la ilgili olarak:
"New York kocaman bir labirentti, öyle yürümekle bitip tükenecek gibi değildi; Quinn ne denli çok yürürse yürüsün, sokakları ve evinin çevresini ne çok tanırsa tanısın, içinde hep bir yitiklik duygusu bırakıyordu bu kent. Yalnızca kentte değil, kendi içinde de yitikti... Amaçsızca dolaşırken her yer birdi ve nerede olduğunun da bir önemi yoktu. Hiçbir yerde olmadığını duyumsadığı gezintileri en iyileriydi. Hem onun tek istediği de, sonuçta hiçbir yerde olmaktı. New York kendi çevresinde kurduğu hiçbir yer olmuştu..." (s. 8)
Sonuç olarak Quinn, camdan bir kentte yitip gitmiştir. Kendisinin olmayan, başka kimliğe bürünerek hem de. Aslında Cam Kent'i bir roman gibi değil de mistik bir Dilbilim kitabı olarak okumak taraftarıyım. Romanda esas olanın da bu olduğunu düşünüyorum. Böyle olunca da romanın gerçek kahramanı herkesin kaçık diye gördüğü profesör. Onun insanın cennetten kovulma hikâyesine yüklediği yan anlamlar ve dilin de cennetten kovulduğu düşüncesi gerçekten de düşündürücü. Cam Kent'i kitaplığımızda nereye koyacağız? sorununa ise cevabım şu olacak: Umberto Eco'nun "Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı" ile Maurice Olender imzasını taşıyan "Cennetin Dilleri" adlı kitaplarının tam arasına konulacak bir kitap, Cam Kent. Ha unutmadan bunların üstüne de yatay olarak konacak bir kitap daha var: Jacques Ellul "Sözün Düşüşü".
Not: Elimdeki
Cam Kent'i benden önce okuyup –hem de hiç çizmeden, karalamadan– sahafa veren ve kitabın içindeki kâğıt parçasına da "Cam Kent Notları" başlığı altında alıntılar yapan, bunu yaparken de "Ve birçok sayfaya ihanet ettiğimin farkındayım" diyen okura da benden selâm olsun.