Açılış Bölümü, Cam Kent, s. 7-16
Her şey bir yanlış numarayla başlamıştı; gecenin sessizliğinde telefon üç kez çalmış ve adamın biri ona başka birisiyle görüşmek istediğini söylemişti. Çok daha sonra, başına gelenleri düşünebilecek duruma geldiğinde, rastlantıdan başka hiçbir şeyin gerçek olmadığı sonucuna varacaktı. Gel gelelim bu çok sonra oldu. Başlangıçta yalnızca olay ve onun sonuçları vardı. Olayların farklı gelişip gelişemeyeceği ya da her şeyin bu yabancının ağzından çıkan ilk sözcükle önceden belirlenmiş olup olmadığı değil sorun. Sorun öykünün kendisi; bir anlamı var mı yok mu, onu da öykü anlatamaz.
Quinn'e gelince, bizi oyalayacak pek bir şey yok. Kimin nesidir, nerelidir, ne iş yapmaktadır, bunların hiç önemi yok. Örneğin, otuz beş yaşında olduğunu biliyoruz. Bir zamanlar evliymiş, üstelik baba da olmuş; karısıyla oğlunun artık hayatta olmadıklarını biliyoruz. Kitap yazdığını da biliyoruz. Aslını söylemek gerekirse, polisiye roman yazmış. William Wilson takma adıyla yazdığı bu romanlardan yılda bir tane çıkarıyordu, bu da New York'ta küçük bir dairede vasat bir yaşam sürdürmesine yetecek parayı getiriyordu. Bir roman için beş altı aydan fazla zaman harcamadığından, yılın geri kalan kısmında istediğini yapmakta serbestti. Bol bol kitap okuyor, resim galerilerini geziyor, sinemaya gidiyordu. Yazın televizyonda beyzbol maçlarını seyrediyor, kışın operaya gidiyordu. Ancak, her şeyden çok yürümeyi seviyordu. Hemen her gün, sıcak soğuk, yağmur kar demeden kentte gezmeye çıkardı; öyle belli bir yere değil, ayakları onu nereye götürürse oraya giderdi.
New York kocaman bir labirentti, öyle yürümekle bitip tükenecek gibi değildi; Quinn ne denli çok yürürse yürüsün, sokakları ve evinin çevresini ne çok tanırsa tanısın, içinde hep bir yitiklik duygusu bırakıyordu bu kent. Yalnızca kentte değil, kendi içinde de yitikti. Ne zaman yürüyüşe çıksa, sanki kendisini geride bırakıyordu ve kendisini sokaklardaki devinime bıraktığında, yalnızca gözleyen bir göze indirgediğinde, düşünmek zorunluluğundan kurtuluyordu; ona birazcık huzur veren, içini sağlıklı bir boşlukla dolduran her şeyden çok buydu. Dünya onun dışında, çevresinde, önündeydi ve dünyanın değişme hızı onun belli bir şeyle uzun süre uğraşmasını engelliyordu. Esas olan hareket etmekti, bir ayağını ötekinin önüne atıp bedeni onu nereye götürürse gitmekti. Amaçsızca dolaşırken her yer birdi ve nerede olduğunun da bir önemi yoktu. Hiçbir yerde olmadığını duyumsadığı gezintileri en iyileriydi. Hem onun tek istediği de, sonuçta, hiçbir yerde olmaktı. New York, kendi çevresinde kurduğu hiçbir yer olmuştu ve Quinn buradan bir daha ayrılmaya hiç niyeti olmadığının ayrımına varmıştı.
Geçmişte Quinn daha hırslıydı. Gençken birkaç şiir kitabı yayımlanmıştı; oyunlar, eleştiri yazıları yazmış ve birçok çeviri yapmıştı. Gel gelelim, bütün bunları birdenbire bırakıverdi. Arkadaşlarına bir yanının öldüğünü ve bu hayaletin geri dönüp aklını başından almasını istemediğini söylemişti. İşte William Wilson adını tam bu sırada benimsedi. Quinn artık onun kitap yazabilen yanı değildi; Quinn birçok yönden yaşıyor olmasına karşın, kendisinden başka herkes için yok olmuştu.
Yazmayı sürdürmüştü çünkü becerebildiğini hissettiği tek şey buydu. En akıllıca çözüm polisiye roman yazmaktı. Bu çetrefil öyküleri, çoğu zaman kendisine karşın, kolaylıkla ve hiç çaba harcamadan yaratıyordu. Kendini yazardan saymadığı için, yazdığı şeylerden kendisini sorumlu görmüyor, bu yüzden de yaptığı işi canı gönülden savunmak gelmiyordu içinden. William Wilson kendi buluşuydu ve her ne kadar Quinn'in içinden doğmuşsa da artık başına buyruk bir yaşam sürdürüyordu. Quinn ona saygı, kimi zaman da hayranlık duyuyordu, fakat hiçbir zaman William Wilson'la aynı adam olduğunu sanacak denli ileri gitmedi. Bu takma ad maskesinin arkasından bu yüzden çıkmıyordu. Onu temsil eden biri vardı ama daha tanışmamışlardı bile. İlişkileri postayla sınırlıydı. Bu nedenle Quinn postanede bir kutu kiralamıştı. Bu yol, Quinn'e ödeyeceği para pul ne varsa temsilcisi aracılığıyla ödeyen Quinn'in yayıncısı için de geçerliydi. William Wilson'ın yazdığı kitaplarda hiçbir zaman yazarın fotoğrafı ya da özgeçmişiyle ilgili bir not bulunmazdı. William Wilson herhangi bir yazar adları listesinde yer almıyordu; söyleşi yaptırmıyordu; gelen bütün mektupları ise onun adına temsilcisinin sekreteri yanıtlıyordu. Quinn'in bildiği kadarıyla, Wilson'ın sırrını kimse bilmiyordu. Önceleri, arkadaşları onun yazmayı bıraktığını öğrendiklerinde, hayatını nasıl kazanacağını sorarlardı. Hep aynı yanıtı verirdi Wilson. Karısından miras kalmıştı. Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, karısının hiçbir zaman parası olmamıştı. Ve doğrusunu söylemek gerekirse, artık hiç dostu da kalmamıştı.
Beş yıldan fazla olmuştu. Artık oğlunu pek düşünmüyordu, daha geçen gün de karısının resmini duvardan indirmişti. Arada sırada, ansızın üç yaşında bir oğlanı kolları arasında tutmanın nasıl bir şey olduğunu duyumsardı; ama bu pek düşünmek değildi, anımsamak hiç değildi. Tensel bir duyumsamaydı bu, bedeninde unutulmuş geçmişin bir iziydi ve tümüyle onun kontrolü dışındaydı. Böyle anlar daha seyrek gelir olmuştu; sanki Quinn için her şey değişmeye başlamıştı. Artık ölmek istemiyordu, ama hayatta olduğuna sevindiği de söylenemezdi. Şimdi hiç değilse karşı koymuyordu. Yaşıyordu ve bu gerçeğin inadı onu yavaş yavaş büyülemeye başlamıştı; sanki kendisinden sonra yaşamayı başarmıştı da şimdi ölümünden sonraki yaşamı sürdürüyordu. Artık uyurken başucu lambasını açık bırakmıyordu ve aylardır gördüğü bir tek rüyayı bile anımsamıyordu.
Gece çökmüştü. Quinn yatağına uzanmış sigara içiyor, pencereye çarpan yağmurun sesini dinliyordu. Yağmur ne zaman duracak acaba, sabah şöyle uzun ya da kısa bir yürüyüşe çıksam mı çıkmasam mı, diye düşündü. Marko Polo'nun Seyahatname adlı kitabı yanındaki yastığın üstünde yüzükoyun yatıyordu. Quinn, son William Wilson romanını iki hafta önce bitirdiğinden, gevşemiş, dinleniyordu. Öykü anlatıcısı özel dedektif Max Work, bir dizi çetrefil suçu çözümlemiş, dayaktan ve birkaç olaydan kılpayı kurtulmuştu; bütün bunlar da Quinn'i biraz bitkin düşürmüştü. Yıllar geçtikçe Work, Quinn'e iyice yakınlaşmıştı. William Wilson, Quinn için soyut biri olarak kalırken, Work giderek yaşamsallık kazanmıştı. Quinn artık üç kişilikli bir ben haline gelmişti ve Wilson bu üçlüde vantrilok görevini üstlenmişti. Quinn'in kendisi bir kukla haline gelmiş, Work ise bu ortaklığa bir amaç kazandıran yaşam dolu ses olmuştu. Wilson bir yanılsama olmakla birlikte öteki ikisinin yaşamlarını gerekçelendiriyordu. Wilson diye biri yoktu belki, ama yine de Wilson, Quinn'in kendisinden geçerek Work'e ulaşmasını sağlayan köprüydü. Work, Quinn'in yaşamında varlığını yavaş yavaş kabul ettirmiş, onun manevi kardeşi, yalnızlığına yoldaş olmuştu.
Quinn, Marko Polo'yu aldı ve ilk sayfayı yeniden okumaya başladı. "Her şeyi gördüğümüz gibi, duyduğumuz gibi anlatacağız ki kitabımız her türlü uydurmadan uzak bir belge olsun. Ve her kim bu kitabı okur ya da dinlerse emin olsun ki bu kitapta gerçekten başka hiçbir şeye yer yoktur." Quinn, tam bu cümlelerin anlamını zihninde tartmaya, taşıdıkları kesin ifadeleri kafasında evirip çevirmeye başlamıştı ki telefon çaldı. Daha sonra, o gece olan biteni kafasında yeniden kurgularken, saate baktığını, saatin on ikiyi geçtiğini görünce o saatte kendisini kimin arayabileceğini merak ettiğini anımsayacaktı. "Aman yine kötü haberdir," diye düşündü. Çırılçıplak, yataktan çıktı, telefona doğru yürüdü, telefonun ikinci çalışında ahizeyi kaldırdı.
"Evet?"
Karşı tarafta uzun bir sessizlik oldu. Quinn bir süre arayanın kapatmış olabileceğini düşündü. Sonra çok uzak bir yerden geliyormuş gibi, şimdiye değin duyduğu seslere pek benzemeyen bir ses geldi kulağına. Hem mekanik hem duygu yüklüydü, neredeyse fısıltı gibiydi ama rahatlıkla duyulabiliyordu, yine de erkek sesi mi, kadın sesi mi çıkarmak zordu.
"Alo?" dedi ses.
"Kimsiniz?" diye sordu Quinn.
"Alo?" dedi ses yine.
"Buyrun," dedi Quinn. "Kimsiniz?"
"Paul Auster'la mı görüşüyorum?" dedi ses. "Bay Paul Auster'la konuşmak istiyordum."
"Öyle biri yok burada."
"Paul Auster. Auster Dedektiflik Bürosu'ndan."
"Kusura bakmayın," dedi Quinn. "Yanlış numara."
"Çok acil bir mesele," dedi ses.
"Sizin için yapabileceğim bir şey yok," dedi Quinn. "Paul Auster diye biri yok burada."
"Anlamıyorsunuz," dedi ses. "Zamanım yok."
"O zaman bir daha arayın efendim. Burası dedektiflik bürosu değil."
Quinn telefonu kapattı. Soğuk zemin üzerinde durup, ayaklarına, dizlerine ve inik erkeklik organına baktı. Bir an için, arayan kişiyle bu denli sert konuştuğuna pişman oldu. Telefondaki sesi birazcık oyalamak ilginç olabilirdi. Belki olayla ilgili bir şeyler yakalardı; belki bir şekilde yardım bile edebilirdi. "Ayaktayken daha çabuk düşünebilmeyi öğrenmem gerek," dedi kendi kendine.
Birçok insan gibi Quinn de cürüm konusunda pek bir şey bilmiyordu. Kimseyi öldürmemiş, hiç hırsızlık yapmamıştı; böyle işlere karışmış birini de tanımıyordu. Daha bir karakoldan içeri adımını atmamış, özel bir dedektif tanımamış, bir suçluyla hiç konuşmamıştı. Bu konuda ne öğrendiyse kitaplardan, filmlerden, gazetelerden öğrenmişti. Ama bu bir eksiklik değildi ona göre. Yazdığı öykülerde onun için önemli olan öykülerin dünyayla ilişkisi değil, başka öykülerle olan ilişkileriydi. Quinn, William Wilson olmadan önce bile polisiye romanların sadık bir okuyucusuydu. Çoğunun kötü yazıldığını bilirdi, çoğunun en hafifinden bir inceleme karşısında bile döküleceğini bilirdi, ama yine de bu romanların biçimi ona çekici geliyordu; okumaya yanaşmadıkları ancak nadiren rastlanan, sözle anlatılamayacak denli kötü olanlarıydı. Başka kitaplar söz konusu olduğunda, kendisine neredeyse dar kafalı dedirtecek denli seçici davranırken, bu yapıtlar arasında hemen hemen hiçbir ayrım yapmazdı. Havasındaysa, hiç zorlanmadan on, on iki tanesini peş peşe okurdu. Onu avucunun içine almış bir açlıktı bu, özel bir yiyeceğe duyulan özlem gibiydi ve doyana değin durmadan yerdi.
Bu kitaplarda en çok hoşuna giden dopdolu oluşları ve her şeyi az ve öz söylemeleriydi. İyi bir polisiye romanda boşa harcanan hiçbir şey yoktur, önemsiz bir tümce ya da bir sözcük olmaz. Önemsiz olsa bile, önemli olmaya adaydır; bu da aynı şey demektir. Kitabın dünyası olasılıkların, sırların ve çelişkilerin birbiriyle kaynaşmasından oluşur. Gördüğümüz ya da dediğimiz her şeyin, en küçük, hatta en önemsiz şeylerin bile, öykünün sonucuyla bir ilgisi olabileceğinden, hiçbir ayrıntıyı es geçmemek gerekir. Her şey öz olur; kitabın merkezi onu ilerleten her olayla birlikte değişir. Öyleyse, merkez her yerdedir ve kitap sonuna ulaşmadan bir çember çizilemez.
Dedektif dediğin bakar, dinler, nesneler, olaylar deryasında dolaşır ve bütün bunları bir araya toparlayıp anlamlı kılacak bir düşünce, bir fikir arar durur. Aslında, yazarla dedektif birbirinin yerini tutabilir. Okuyucu dünyaya dedektifin gözüyle bakar, ayrıntıların tomurcuklanmasını ilk kezmiş gibi yaşar. Dedektif, her şey onunla konuşmaya başlayıverecekmiş gibi, çevresindeki şeylerin ayrımına varır; şimdi dikkatini çekebildiklerine göre de, şeyler sanki varoluşlarının ötesinde bir anlam taşıyabilirlermiş gibi gelir ona. Private Eye. "Kiralık Göz", yani özel dedektif. Bu terimin Quinn için üçlü bir anlamı vardı. "Ö" özel dedektifi akla getirirken, "göz" soluk alıp veren ben'in bedenine gömülmüş o minicik yaşam tomurcuğuydu. Aynı zamanda yazarın gözlerini temsil ediyordu; kendinden dışarı bakıp dünyanın kendini ona açımlamasını isteyen insanın gözlerini. Tam beş yıldır Quinn bu kelime oyununun pençesinde yaşıyordu.
Malum, çoktandır kendisinin gerçek olduğunu da düşünmez olmuştu. Şu anda bu dünyada yaşıyorduysa, bu yalnızca bir yer değiştirme sayesinde, hayali kişi Max Work aracılığıyla oluyordu. Dedektifi kesinlikle gerçek olmalıydı. Kitapların doğası bunu gerektiriyordu. Quinn kendini yok olmaya bırakmış, yabansı ve sıkı sıkıya kapalı bir yaşamın sınırları içine çekilmişse, diğerlerinin yaşadığı dünyada yaşamayı Work sürdürüyordu; Quinn ortadan ne denli kaybolursa, Work'ün o dünyadaki yeri de o denli kalıcılaşıyordu. Quinn kendi etine kemiğine bile yabancılık hissederken, Work saldırgan ve hazırcevaptı ve nerede olursa olsun evindeymiş gibi rahattı. Quinn'in karşısına problem olarak ne çıkarsa çıksın, Work umursamıyor ve serüven kargaşasının arasından yaratıcısını hep hayran bırakan bir kolaylık ve kayıtsızlıkla sıyrılıyordu. Quinn'in, tam tamına Work olmak, hatta ona benzemek istediği yoktu, ama kitapları yazarken Work'müş gibi davranmak, eğer isterse, yalnızca kafasının içinde bile olsa, Work gibi olabileceğini bilmek ona güven veriyordu.
O gece, nihayet uykuya dalarken, Quinn, şimdi benim yerime Work olsa telefondaki yabancıya ne derdi, diye düşündü. Daha sonra unuttuğu düşünde, kendini bir odada tek başına, bomboş beyaz bir duvara ateş ederken bulmuştu.
Ertesi gece, Quinn gafil avlandı. Bu olayın bir kez olup bittiğini ve yabancının bir daha aramayacağını sanmıştı. Şöyle oldu bu kez: Quinn tam tuvalette oturmuş ıkınıyordu ki telefon çaldı. Bu kez biraz daha geç bir saatte aranıyordu, saat bire on, on iki filan vardı. Quinn, tam da Marko Polo'nun Pekin'den Amoy'a gidişini anlatan bölüme gelmiş, o minicik banyosunda kitap kucağında açık oturmuş, güzel güzel işini görüyordu. Telefonun da sırası mıydı şimdi? Hemen yanıt vermek istese, kıçını temizlemeden kalkması gerekecekti ve oturduğu dairenin bir ucundan ötekine bu durumda yürümekten hiç de hoşlanmayacaktı. Gel gör ki, işini normal hızda bitirse, telefona vaktinde yetişemeyecekti. Buna karşın, kımıldamak gelmiyordu içinden. Telefon hiç de en sevdiği nesne değildi ve Quinn ondan kurtulmayı giderek daha sık düşünür olmuştu. Telefonun en nefret ettiği yanı insan üstünde kurduğu zorbaca hâkimiyetti. İsteği dışında rahatsız edilmesi bir yana, Quinn kendisini bu aletin emirlerine kaçınılmaz olarak teslim olmuş buluyordu. Bu kez direnmeye kararlıydı. Telefonun zili üçüncü kez çaldığında, bağırsaklarında ne var ne yok boşaltmıştı. Dördüncü zilde kıçını silmeyi başarmıştı. Beşinci zilde donunu çekmiş, banyodan çıkmış, dairesinin öteki ucuna sakin sakin yürüyordu. Telefonun zili altıncı kez çalarken ahizeyi kaldırdı ama öteki tarafta kimse yoktu. Arayan telefonu kapatmıştı.
Ertesi gece, hazırdı. Yatağına yayılmış, bir yandan The Sporting News okuyor, bir yandan da yabancının üçüncü kez aramasını bekliyordu. Arada sırada, sabırsızlanıp huzursuzlanmaya başladığında, kalkıp dairenin içinde yürüyordu. Pikaba bir plak koydu —Haydn'ın Aydaki Adam operasını— ve baştan sona dinledi. Bekledi, bekledi. En sonunda saat iki buçukta vazgeçti ve yattı.
Ertesi gece ve ondan sonraki gece de bekledi. Bütün tahminlerinde yanıldığını anlayıp da planından tam vazgeçecekti ki telefon yine çaldı. Mayısın on dokuzuydu. Tarihi anımsıyordu çünkü anne ve babasının evlilik yıldönümüydü, yani yaşasalardı öyle olacaktı. Bir seferinde annesi, Quinn'in, rahmine zifaf gecesinde düştüğünü söylemişti. Bundan, yani varoluşunun ilk anını saptayabilmiş olmaktan gerçekten memnundu ve yıllardır o günü doğum günü olarak kutluyordu kendi kendine. Bu kez telefon diğer gecelere kıyasla daha erken bir saatte çaldı; saat daha on bir bile olmamıştı. Quinn, telefona vardığında, başka birisidir diye geçirdi aklından.
"Alo?" dedi.
Telefonun öteki ucundaki yine sessizdi. Quinn, arayanın o yabancı olduğunu derhal anladı.
"Alo?" dedi yeniden. "Buyrun."
"Evet," dedi ses sonunda. Aynı mekanik fısıltı, aynı umutsuz ses tonu. "Evet. Şimdi lazım. Hiç gecikmeden."
"Ne lazım?"
"Konuşmak. Hemen şimdi. Hemen şimdi konuşmak. Evet."
"Peki, kiminle konuşmak istiyorsunuz?"
"Hep aynı adamla. Auster. Kendine Paul Auster diyen adamla."
Bu kez Quinn duraksamadı. Ne yapacağını biliyordu, şimdi tam zamanıydı. Öyle de yaptı.
"Benim," dedi. "Buyrun, ben Paul Auster."
"Nihayet. Nihayet buldum sizi." Quinn, yabancının sesindeki o elle tutulacak denli somut rahatlamayı duyabiliyordu.
"Haklısınız," dedi Quinn. "Nihayet." Hem kendisi, hem de yabancının söyleyeceklerini toparlayabilmeleri için şöyle bir an durdu. "Buyrun, size nasıl yardımcı olabilirim?"
"Yardıma ihtiyacım var," dedi ses. "Büyük tehlike altındayım. Dediklerine göre bu gibi işlerde sizin üstünüze yokmuş."
"Ne gibi işleri kastettiğinize bağlı."
"Ölüm; ölüm ve cinayet demek istiyorum."
"Bakın bu benim işim değil pek," dedi Quinn. "Öyle durup durup adam öldürmem ben."
"Yok, yok," dedi ses alınmış gibi. "Demek istediğim tam tersi."
"Biri sizi mi öldürecek yoksa?"
"Evet, aynen öyle. Beni öldürecekler."
"Ve benden sizi korumamı istiyorsunuz."
"Beni korumanızı, evet. Ve bunu yapacak adamı bulmanızı."
"Kim olduğunu bilmiyor musunuz?"
"Biliyorum, evet. Tabii biliyorum. Ama nerede olduğunu bilmiyorum."
"Biraz anlatır mısınız?"
"Şimdi olmaz. Telefonda olmaz. Çok tehlikeli. Buraya gelmeniz gerek."
"Yarın olur mu?"
"Güzel. Yarın. Yarın erkenden. Sabahleyin."
"Saat onda."
"Güzel. Saat onda." Sesin verdiği adres Doğu yakasında 69. Sokak'taydı. "Unutmayın Bay Auster. Mutlaka gelmelisiniz."
"Merak etmeyin," dedi Quinn. "Geleceğim."