A. Ömer Türkeş, “Taşrada misafir hazırlıkları”, Radikal Kitap Eki, 20 Temmuz 2007
Zaman ve mekan ilişkisi üzerine makalelerini okuduğumuz Türker Armaner, ilk romanı Tahta Saplı Bıçak'ta da bu kavram çiftine dayalı bir hikâye kurgulamış. İstanbul yakınlarındaki hayali bir sahil kasabası Karanca'da geçen bir gün, her bir roman karakterindeki zaman ve mekân algılarıyla geniş bir zamana ve coğrafyaya yayıyor.
1979 yılı yazında, eski ve köklü bir İstanbul ailesinin son fertlerinin yaşadığı bir evdeyiz. Üç kardeş, Münevver Hanım, Nuri Bey ve Nigar Hanım maaşlarını, bankadaki birkaç kuruşu bir araya getirerek aldıkları artık kimselerin rağbet etmediği Karanca'daki evlerinde sessiz ve sakin bir hayat sürdürüyorlar. Münevver Hanım, günlerini kırk yıl önce öğrenciliği sırasında Berlin'de yaptığı bir hatanın kefaretini öder gibi geçiren emekli bir profesör. Evde karısı Emine ve lise çağlarındaki oğlu Suat'la birlikte oturan Nuri Bey, devlet memurluğundan emekli. İki kardeş, erken bunamış kız kardeşleri Nigar Hanım'a da göz kulak olmak zorundalar. Romandaki diğer iki karakter misafir; her yaz olduğu gibi bu yaz da Karanca'ya gelen –üniversite öğrencisi– Serdar yakın bir akrabalarının oğlu. Yolu gözlenen Erkan'sa Avusturya'da hukuk doktorası yapan bir genç. Türker Armaner, işte bu şahıslar kadrosunun her bir elemanını teker teker tanıtarak, giderek hızlanan bir tempoyla anlatmış Erkan'ın Karanca ziyaretini. Roman kişilerinin daralmış ruh hallerine taşranın dışarıdan gelenler için bunaltıcı atmosferi de eklenince, Erkan'ın misafirliğinin yarattığı heyecan iyice belirginleşiyor.
Bir yolcuyu beklemek
Heyecanlar ortak ama beklentiler çok farklı: Mesela, Münevver Hanım'da, kırk yıl önce kendisiyle evlenmekten vazgeçen Sadık Bey'in oğlunu kendi oğlu gibi görmek, ona memleketin geleceğini yüklemek isteği var. Olup biten hiçbir şeyi, Erkan ya da başka birisi vesilesiyle değiştiremeyeceğini, yaşanmış olanları yaşanmamış kılamayacağını, mekânın ahlaki yapısını kendi erdemleriyle dönüştüremeyeceğini biliyor aslında. Ama yine de kendisinin 1939'da Berlin'de yaşadıkları nedeniyle kırk yıldır omuzlarına binmiş suçluluk yükünü hafifletecek bir kurtuluş umudu olarak hayal ediyor Avusturya'da tahsil gören Erkan'ı. Geçmiş zamanın kara deliklerinde kaybolmuş Nigâr Hanım, yıllar önce kendi imzasıyla açılan soruşturma sonunda idama mahkûm olan ve cezası infaz edilen Demiryolları'ndaki küçük memurun Erkan'da dirildiğini düşünmek istiyor, kendisiyle, yurtdışında oturduğu kafenin garsonu gibi konuşmasını arzuluyor.
Nuri Bey, ona hep aramış olduğu, bulamayışını yaşadığı ülkeye bağladığı bir sesi, tabiatın kendine has sesini Avrupa'da duyup duymadığını soracak Erkan'a. Hiç tatmadığı duyguların kışkırttığı karısı Emine Hanım ise Erkan'ın sadece bakışlarını istiyor. Ne bir soru, ne bir cevap, sadece onu dinlemek istiyor. Erkan'ın gözlerinde kendisini görmeyi, kendisine ismiyle, "Emine," diye hitap etmesini özlemiş. Suat ve Serdar için Erkan gelecek zamanı temsil ediyor; onu kendilerinin kusursuz hali biçiminde görüyorlar, her ikisi de onun gibi olmak, hatta Erkan'ın kendisi olmak için ona ne yapmaları, nasıl adımlar atmaları gerektiğini sormak istiyorlar.
Bindiği trende bütün bunlardan habersizce çevresini gözlemleyen Erkan'sa çocukluğundan beri oynadığı, kendisini kendi zihninin içinde mahpus olarak hayal etme oyununu oynuyor: "Şu anda da bulunduğu vagonda fiziksel dünyaya ilişkin tüm algılara zihnini kapatmış, böylece bu dünyanın yargılarından, değerlerinden, yükümlülüklerinden, haklarından da sıyrılmıştı. Bir Avrupa kentinde doktora yapmanın, ancak dünyanın geri kalanından yalıtılmış bir ülkede önem taşıdığını biliyordu; ne Münevver Hanım'ın sandığı gibi ülkesine aldığı derece, edindiği akademik tecrübe ile hizmet etmek, Anadolu'yu aydınlatmak gibi bir vazife vehmediyordu kendine, ne de Serdar'ın kuşağını adam etmeye niyetliydi. Yorgun, hayal kırıklığına uğramış, yalnız bir adamdı; yakın çevresini, uzak çevresini, en başta kendisi olmak üzere yeryüzünün tümünü kandırmış, birdenbire sahneye itilip ait olmadığı, bilmediği bir oyuna dahil edilmiş, replikleri bilmediği için kulağı suflörde beceriksiz bir oyuncuymuş gibi hissediyordu."
Her ne kadar bir yolcu ve bekleyenleri varsa bile, mekânı öne çıkaran klasik bir yol romanı değil Tahta Saplı Bıçak. Yolculuklar, yer değiştirmeler de olmakla birlikte, daha çok zamanda yapılan içsel yolculukların romanı. Kesintili bir yolculuk bu. Öznel zamanla nesnel zamanın birbirine karıştığı, kişilerle birlikte toplumun da bilincinin yarıldığı, bir zamandan bir başka zamana atlanan anakronolojik bir yolculuk. 1979'lar, 1939'lara, 1960'lar 2007'lere karışıyor. Elbette hikâyede 2000'li yıllar yok. Ancak unutmamak gerekir ki, yazar 2007'lerin zihin dünyasından bakıyor geçmişe. Belki de bu nedenle, o dönemde tali bir sorun bile olmayan çevre konusu önemli bir yer tutarken, 1979'ların siyasi atmosferinden hiç nasiplenmemiş anlatısı. İstanbul yakınlarındaki bir sahil kasabasının o günlerdeki siyasi atmosferini yakalayamıyoruz. Oysa, şiddetin hüküm sürdüğü, faşizmin ayak seslerinin duyulduğu 1979'un siyasi ve toplumsal hayatı, 1939'ların Almanya'sıyla çok çarpıcı ilişkilendirilebilirdi.
Önemli bir eksiklik.
Mekân tasvirleri önemli
İlk hikâyelerinde göç, ada ve metin motiflerini öne çıkarmıştı Armaner. Tahta Saplı Bıçak'ta adanın yerine ada kadar sınırları çizilmiş, ada kadar kendi zamanını oluşturan bir sahil kasabası var. Mekândaki kendi içine kapalılık metnin içine kapalılığıyla örtüşüyor. Bu nedenle mekân tasvirleri önemli, ve hikâyeyle organik bir bütünlük oluşturuyor. Mekânın bu ayrıntılı aktarımı özellikle yerli halkın dışarıdan gelenlere karşı kapalı, hatta düşmanca tutumunu açığa çıkarırken, Karanca'ya dışarıdan bakanların, mesela Serdar ve Erkan'ın yabancılığını da vurgulamış. Zaman gibi mekân da, bir yere ait olmama durumu da kişilerin zihninde inşa ediliyor. Ada, sahil kasabası, ya da bir ülke; sınırları çizilmiş her toprak parçası o topraklarda yaşayanlar için o kendine kapalı imgeler, zaman algıları ve sonuçta bir bellek, bir kimlik oluşturuyor. Ancak –mesela Münevver Hanım gibi– böyle bir aidiyet duygusu taşımayanlar başka tasarımlar, algılar ve belleklerle yaşayabiliyorlar.
Armaner'in önceki kitaplarını okuyup dilsel ve kurgusal arayışlarını bilenler Tahta Saplı Bıçak'ın üçüncü tekil şahıs ağzından yalın bir dille aktarılan hikâyesine şaşırabilirler. Ama romanın aleyhine bir durum değil bu tercih. Tersine, meselesini çok sağlam bir kurgu ve sonuna kadar merakla okutan bir hikâyeyle anlatmış. Erkan'ın bir taşra kızıyla yaşadığı ilişkiden çevre sorunlarına, aile içi ilişkilere, kasabalının özlem ve nefretlerine kadar her motif birbiriyle bağlantılı ve simgesel.
Bu kuşatıcı kurgunun ve simgeselliğin zaman zaman romana olumsuz etkileri de olmuş. Armaner, Karanca'yı, oranın yerli halkını, İstanbul'dan gelenleri, hatta Berlin'i ve Nazileri metnin dünyasına kurgusal rollerinin taşıyıcıları olarak katarken, ister istemez dış gerçeklikten uzak kişiler yaratmış. Hikâyelerinde, "eylemlerde bulunan ama her an bu durumla tezat oluşturabilecek bir şey de yapabilen, bulunduğu durumun tam tersi bir şekilde tavır alabilen, hatta söylemesi beklenilmeyen sözleri sarf eden sabit bir karakter yerine, oluş içinde var olan karakterler"le karşılaşıyorduk. Romanda bunu göremiyoruz. Münevver Hanım'ın isminden Erkan-Emine ilişkisine, Çehov çağırışımları yapan tahta saplı bıçaktan Karanca ahalisine kadar hemen her şeyin kendisi dışında simgesel bir karşılığı var.
Neyseki simgelerin anlamlarını çözmeden de okumak mümkün Tahta Saplı Bıçak'ı. İlk deneyimini bir Nazi ile yaşayan Münevver Hanım'ın, mutluluğu hiç yakalayamamış Nigar Hanım'ın, sönük evlilikleriyle Nuri Bey ve karısının, geleceklerinin belirsizliğiyle Suat'ın, Serdar'ın, Erkan ve kasabalı sevgilisi Emine'nin bireysel dramları, yeterince derinleşmese bile, beklenti dolu saatlerin yarattığı merak duygusu ve mekân tasvirleriyle birleştiğinde ortaya güzel bir roman çıkıyor. Üstelik kimi yerde roman kişilerinin iç dünyasını, edebiyat hazzı veren yoğun bir dille aktarmış Armaner. Bir alıntı ile bitirelim;
"Nuri Bey'in karısı, bir an kendini su borusu çatlağı gibi hissetti. Kalabalık bir caddenin kaldırımında, bir binanın dibinde, uzun süredir sızdırdığı suların küçük bir öbek oluşturduğu, gelip geçenlerin o sırada gözleri yerdeyse fark ettiği, görmeleriyle unutmalarının bir olduğu, hızla atılan adımların yanından geçtiği, yağmurlu günlerde sızdırdığı suların da bir önem taşımadığı, gece cadde ıssızlaştığında sesi duyulan, tamir gerektirmeyecek kadar küçük, ama onarılmadığında giderek genişleyecek, bu kentin insanlarını birbirine bağlayan on binlerce borunun dibindeki küçük bir çatlak..."