XVII. Bölümden, s. 160-163
Uzayan ilkbahar yağmurları nedeniyle kayık o yaz denize hiç indirilmemişti.
Nuri Bey mayıs ayında gelip kayıkhanede macun çekmiş, kalafat atmış, ıskarmozları yenilemiş, ama dinmek bilmeyen yağışlar, kayıkhaneden rahat insin diye gres sürdüğü kızağı kullanmasını engellemişti. Hava birkaç gün önce düzelmiş olmasına rağmen Nuri Bey "İlk kez Erkan'ın geldiği gün yüzdürürüz," dediği için de beklemişlerdi.
Serdar plastik botuyla açılıp yüzmeyi de seviyordu.
Evden bir süreliğine uzaklaşmak istedi, temkinli olması gerektiğini anladığı için limana ya da çarşıya gitmek yerine, denize açılmaya karar verdi.
Saatine baktı, yediyi geçiyordu. "Hava iyice kararmadan gidip dönerim," diye düşündü, saatini çıkarıp kayıkhanede bıraktı, nemden korumak için bota örttüğü muhafazayı kaldırdı, havasına baktı, kucaklayıp yürüdü, denize bıraktı, biraz itti, içine atladı. Sakin suda rahatça kürek çekiyordu.
On dört sene önce alınan, yazlıkta bıraktığı, kış boyunca özlediği bot, yüzmek dışında deniz yüzeyinde yalnız başına durmasını sağlayan ilk araçtı. Istanbul'da içinden çıkamadığı, nedenini açıklayamadığı her durumda, çözemediği bir metinle karşılaştığında, ilişkileri bozulduğunda, seçim yapmakta zorlandığında aklına kırmızı bot geliyor, kendini bu hafif, küçük araçta denizde açılırken hayal ediyor; onun içindeyken hatalarının bağışlanacağını, sorumluluktan muaf tutulacağını, yükümlülüklerinin olmadığını hissediyordu.
Hızla açılmış, iri bir kayaya yaklaşmıştı. Botu bağladı, kendisi de yassı bir çıkıntıya tırmanıp oturdu. Bu kez yüzmeye niyeti yoktu.
Gözlerini körfezin ağzına, ufka dikti. Kendisini herkesin ve her şeyin arasında sıkışmış hissediyordu. Bulunduğu yeri, denizi, dalga seslerini de düşünmek istemedi. Erkan'a geçen yaz, okuduklarının, yaptıklarının ne işe yarayacağını bazen bilemediğini, konuştuğunda sesinin, yazdığında sözcüklerin ona yabancı geldiğini söylüyordu. Erkan her zamanki gibi kesmeden dinlemiş; herhangi bir eyleme başlamadan önce hesabını yapmak, bittikten sonra da değerlendirmek gerekebileceğini, ama tam eylem esnasında, faal durumdaki özne olarak, failin fiiline dışarıdan bakmasının mümkün olmadığını anlatmış, bir cümleyle de bu konuda söyleyeceklerini bitirmişti: "Yürürken adımların üzerine düşünürsen, düşersin."
Denizin günbatımıyla koyulaşan rengini, botun kıpırtısını, kayanın eteğindeki girintilere dolan suyu seyretti. Rüzgâr çıkmış, batıdan körfezin içine doğru esiyordu.
Botun birkaç metre açığından küçük bir karaltı geçti. Serdar gözlerini kıstı, artan rüzgârın önüne kattığı, uzaklaşan cismin ne olduğunu anlamaya çalıştı, göremedi. Balığa benzemiyordu. "Sahilde piknik yapanların attığı bir şeydir," diye düşündü, umursamadı.
Bir tane daha geçti, onu da izlemeye çalışırken bir tane, birkaç tane, onlarca, yüzlerce geçmeye başladı. Serdar sırtını verdiği yere tutunarak ayağa kalktı – karşılaştığı, titremesine yol açacak kadar ürküntü verici görüntüden sendelememek için iki eliyle kayaya yapıştı.
Kayanın çevresinden, canlı mı cansız mı olduğunu anlayamadığı, her biri yumruk büyüklüğünde sayısız cisim, günbatımının bıraktığı çizgi boyunca, birbirlerine, kayalıklara, bota çarparak ilerliyordu. Gözünü kamaştıran ışık nereden yola çıktıklarını görmesini engelliyor, iyice çoğaldıkları ve uzaklaştıkları için ileride nereye dağıldıklarını da seçemiyordu. Serdar bu cisimlerin canlı olmaları durumda kayaya da tırmanabileceklerini düşündü, kollarını bacaklarını sıyırıklar içinde bırakarak dört-beş metre yüksekliğindeki tepeye tırmandı; bunu yıllardır yaptığı için ayağını basabileceği, kendini çekebileceği yerleri tanıyordu. En üste çıktığında dehşeti büyümüş, başı dönüyordu. Bir çocuk gibi dizlerinin üstünde büzüldü. Siyah bir çizgi halinde hareket eden sürü, kaya onları yardığında ikiye ayrılıyor, sonra birleşip küçük kıpırtılarla yazlığın, komşu evlerin, vapur iskelesinin önünden körfezin bitimine, koya yağıyordu. Aşağıya, kayaya çıktığı yere baktı. Kırmızı bot, siyah cisimlerin çarpmasından sakınmak ister gibi sağa sola yalpalıyordu; cisimlerin bir kısmı, ipin bağlı olduğu yere, küçük bir havuza benzer girintiye dolmuş, orada kalmıştı; Serdar ne olduklarını o zaman anladı.
Salhaneden denize vurmuş ya da boşaltılmış buzağı kafaları, katrana bulanmış ve fabrika bacasından püskürtülen toza karışmış, denizde seyrediyordu.
Kayanın eteğindeki oyukta artık su görünmüyordu; sadece yer açmak ister gibi birbirini iten, yüzü suya gömülü, yukarıya bakan, kendi çevresinde dönen, oyuğun ağzından yeni türdeşlerini sokmayan, cansız, dilsiz, ağızları ve gözleri açık, boyunlarında katranın, tozun arasında kurumuş kan izleriyle, aceleleri varmışcasına hareketli kelleler. Serdar, ne olduklarını artık biliyor olduğu halde, hâlâ bu kesik hayvan başlarının dört bir yandan yuvarlanarak tırmanmasından, kayayı örtüp kaplamasından korkuyordu.
Güneş iyice çekilmiş, hava soğumuş, rüzgâr azalmıştı. Oyuktaki kafalar daha az kıpırdıyordu; yatakta dönen, az sonra dalacağı derin uykunun tadını hissetmiş biri gibi sakinleşmişlerdi.
Serdar da, uykuya iyice dalmalarını bekliyordu. Yavaşça, bir ayağını uzattı, sonra ötekini; yüzü, bedeni kayaya yapışmış, usulca dikkatli adımlarla, sürünün gelmesinden önce oturuyor olduğu yere indi. Geriye dönüp baktı, botu sağlam görünüyordu. Bir adım sonra kayaya çıktığı noktada, ipi bağladığı sivri kayalık ile arasında kesik kellelerle dolu oyuğun olduğu yerdeydi.
Geniş bir adım atıp oyuğun üstünden geçti, cisimleri uyandırmamaya çalışarak sessizce ipi çözdü, bota atladı, ipi toplayıp içeri aldı. Kürekle kayayı iterek açıldı; artık denizde, su alıp almadığından emin olmadığı aracındaydı. Kürek suyu değil, kesik başları iterek yol alıyordu. Mezbaha kokusunu içine çekmemeye çalışarak kafaları araladı, yol açtı. Bunun bir ceza olduğunu, battığı takdirde, sorumluluktan kaçma günahını işlediği için sonsuza dek o pisliğin içinde kalacağını düşünüyordu.
Denizin bittiği, Nuri Bey'in sabah midye topladığı kayalıklara geldiğinde, evin bir ışığının yandığını gördü, kimsenin bu yaşadığından haberdar olmadığını anladı. Sandaletlerini giydi, iki kürekle taşlara bastırarak, zarar göreceğini umursamadan, botu sürterek sahile yaklaştırdı. İnmeden, uzanabildiği yere kadar küreği uzatarak, kıyıya vurmuş kafaları sağa sola attı. Geçtiği yolu düşünerek, botu kucaklamak istemedi, iple çekerek, küreklerle yolundaki kafaları iterek kayıkhaneye geldi.
Çirkefe bulanmış kırmızı bot, Serdar için artık çocukluğu ile sürekliliğini kurmasını sağlayan kendisine ait tek nesne değil, kurtulması gereken, onun olmayan, geride bırakılma vakti gelmiş, belki de çoktan geçmiş, hatırlaması rahatlığa değil kaygıya yol açan, gereksiz, bunca yıl sürüklediği için pişman olduğu, kirli bir anıydı.
Serdar'ın gözünde çocukluk oyuncağı, içinden geçtiği iğrenç cisimlere dönüşmüştü.
Çocukluk fotoğrafları gösterildiğinde yaptığı gibi bota yüzünü buruşturarak baktı, ipi attı, kayıkhaneden saatini aldı, botu sahilde bırakarak bahçenin deniz kapısına yöneldi.