| ISBN13 978-975-342-565-0 | 13x19,5 cm, 112 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Orhan Koçak, “Bâkî kalan…”, Virgül, Sayı 97, Temmuz Ağustos 2006 İlhan Berk’te alttan alta hep hissedilen dümdüz ve kronik bir sıkıntı zemini üzerinde birdenbire beliren sevinç ve hayranlık (“tansık”!) oluşumları vardır; Yücel Kayıran ise münhasıran dert burcunu yurt edinmiş bir şair. Özellikle son kitabı Çalgın’da, daha kasıtlı bir tavırla, Fuzulî ve Necatî’den Necatigil ve Turgut Uyar’a (?) kadar geldiği varsayılabilecek bir azap ve şikâyet şiiri geleneği içine yerleştiriyor kendini. Kitabın adını şöyle açıklamış bir öndeyişte: “Ötekinin bakışı/nazarı altında kalan kişinin varoluş durumunu ifade eden bir kelime Çalgın. Ötekinin bakışıyla/nazarıyla ruhundan bir parça alınan/çalınan, böylece eksilen ruhuyla çalınan parçanın peşinde dolaşıp duran, o eksik parçayı arayan kişi demek.” J.-P. Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” sözü bir şiir programına mı dönüşüyor burada? (Sartre’daki “ötekinin nesneleştirici bakışı” Kayıran’da “nazar”/“kem göz” düşüncesine bitiştiğini de not edelim.) Öte yandan, kendi eksik, eksilmiş parçasını arayan kişi durumu da Eflatun’un Şölen’indeki o öbür yarısını arayan ruh mitosuna gönderiyor bizi. Kendisi de zaten felsefeci olan bir şairde felsefenin ezeli temalarının öne çıkmasını doğal karşılamak gerek; üstelik, bu felsefi yatkınlık, sadece kendini görebilen kopkoyu bir kederin getirebileceği bazı yanılsamalardan ve som bencilliklerden de koruyor şiiri. Mesela kitaba adını veren şiir, “çalındım başka bir göze doğru” dedikten ve “Çalgın”ın “dargın”, “algın” (ki hemen “alıngan”ı da çağrıştırır) ve “salgın” gibi uyaklarına uğradıktan sonra, şu son bölüme ulaşıyor: “nasibim ıslık sesleriyle salgın/ ardıma bakmazdım kap nerede diye/ benden kopan bana mahsus olaydı”. Kötü durumdadır, alay ve hastalıktır payına düşen. “Kap,” şiirin söyleyenini işaretliyordur burada, onun içeriklerinin “çalınmasıyla” boşalan bir muhafaza (“uyurdu kabın içinde büyürdü boşluk/ dökülürken ben zeminde açılan delikte” diyordu daha önce). Ama son iki dize, bu saf kendine acıma duygusuna daha çetrefil ve belki de daha cömert bir kıvrım kazandırıyor: Benden çalınanlar zaten bana ait değildi, başından beri bana ait olsaydı zaten ben de bu arayış içine girmeyecektim; kendini aramak, hiçbir zaman kendini bulamayacağını bilen kişinin telafisidir (Berk de bir aforizmasında, “İnsan eksiktir” demiyor muydu). Böyle bir seziş, kitabın sonuna doğru daha da belirginleşiyor. “Eyvay!” başlıklı sondeyiş yine vurgulu bir iğrenme ve şikâyetle başlamıştır: “Sonra dünyaya döndüm; kredi kartlarıma, zaman aşımı faizine/ icra memurunun insafına kalmış itibarıma, elektrik faturası/ kuyruğuna, dünyada ödenmesi gereken borçlarıma, döndüm,/ muhâneti muhannet edinmiş dostlarıma, kalpleri/ mühürlenmişlere”. İkinci kıtada şöyle bir belirir o kıvrım: “...biliyorum yerinden çıkan tekrar/ dönemez yerine”; üçüncü kıtanın sonunda bir bükülüş daha edinir: “döndüm ah!, olana olmuşa, giderken/ geride bıraktığım kayboluşa,”; dördüncü kıta bizi yine başa, öndeyişteki o delinen ve boşalan bakır kaba döndürür: “günahsızlıktı/ terki terk ettiğim yer, ben dönerken göğsümde/ kalayını yitirmiş bakıra”; ve son dize artık açıkça söyler: “Döndüm! döne döne kendime dönemeden döndüğüm yere döndüm!” Enis Batur’un daha eski şiirlerinden birindeki o epeyce ünlü “Döndüm ki, döndüğüm yerde değildim” dizesinden de tanıdığımız bu deneyim, insanı bir “yerinden uğramışlık durumu” olarak tanımlayan modern felsefenin Hegel’den beri asıl konusudur. Yekpare bir kendilik ya da özdeşlik düşüncesi, XX. yüzyılda Marx, Nietzsche ve Freud’un vârislerince büsbütün berhava edildi. Şu var ki, Hegel’in edebi muadilleri, Schlegel, Novalis ve Hölderlin, yapıtlarının düşünsel keskinliği yönünden hâlâ Hegel’le aşık atabiliyorlardı; şiirleri, dramatik yapıtları, deneme ve aforizmaları, en yüksek ifadesine önce felsefede kavuşturulmuş bazı düşünce ve sezişlerin daha lirik, daha kişisel görünüşlü tercümeleri olarak kalmıyordu. Son elli yılda iyice zorlaşmıştır bu: Ece Ayhan, “ne yöne baktımsa oraya benden önce varmış bir Türkmen kocasının izlerini gördüm” gibi bir şey demişti bir yazısında – şairler sadece eski şairlerin önceliğini silme yükümlülüğünü hissediyor değildir artık: Şiirin kendisi, oraya hep daha önce gelen bir felsefi yazının basıncına dayanmak zorundadır. Kayıran da bu basıncı üstlenen şairlerden. Bunun bedelleri de oluyor. Kavram oyuna dönüştürülecekken, şiir kavramın oyuncağı olabiliyor. “tansökümü” başlıklı parçadan: “ağzımda eski bir tat, ama üvez değil/ çürüyen duvarın kokusu/ nesnelerin kendine çektiği/ bir şey yok elimde, sadece basınç”. Üçüncü dizede birden yolunu şaşırmış, bir yavanlığa sapmış gibidir şiir; düzlemler birbirini dışlamakta ve bu karşılıklı dışlamadan bir elektrik de doğmamaktadır: Ya “üvez”deki, “çürüyen duvar”daki tikellik geçerlidir, ya da “nesneler”deki genellik. İkisi de birbirini hükümsüzleştiriyor burada, basınçsızlaştırıyor. Aynı şiirin ilk bölümündeki şu iki dize de böyle bir uyuşmazlık var: “hüzünden bir kün bulaştığı gün sesime/ arkadaşlarımdan çıkardım bana zamanında verilmeyeni”. İlk dizede, “kün” ile “gün”ün biraz fazla aşikâr beraberliğine rağmen bir ritim var, şiir burada ses olarak kurmaya yöneliyor kendi basıncını; oysa ikincisi bir düzyazı cümlesi ve işin kötüsü, önceki dizeden sonra gelince daha da ağır kalıyor, daha düz tınlıyor. Kayıran bu zaafı sezmiş olmalı: “priz”, “sorarlar”, “uykuda” ve “nakil” gibi parçalarda doğrudan doğruya düzyazının kendi ritmini arar gibi. Ama bu da yine fazla belirgin ve kasıtlı kalıyor: Şiir hiçbir zaman geri çekilmiyor kendi öne sürdüğü işitsel gereçlerden, onları fazla ciddiye alıyor. Oysa elektrik tam da buradan doğabilirdi: Kurulan o aksak ama yine de çok kasıtlı ritimden hafif bir yana kayış, bir geri çekiliş, duyusallığın (sesin) bir tür özeleştirisi olur ve “felsefe” de hükmünü böylece uzaktan icra ederdi – aynı anda kendisi de o duyusallık tarafından eleştirilirken. Burada ikisi de birbirinden etkilenmeyen ilkeler olarak kalıyor. Şikâyet bahsinde de böyle. Bu konvasiyonun ustalarından biri Necatî idi. Kayıran’ın da onu kendine usta seçtiğini sondeyişin başlığından (“eyvay”) ve kitabın “cıva” bölümündeki şiirlerin sonunda tekrarlanan “Bu cıvayı kalbimize kim koydu Necati!” dizesinden anlıyoruz. Ama Necatî’nin sadece ona özgü de olmayan ustalığı, tam da şikâyet çığlığını salarken bir karşıt ritmi de seferber edebilmesindeydi, en güzel gazellerinden birinin son dizesinde olduğu gibi: “A garîb ü vâ garîb ü hâ garîb eyvâ garîb.” Şikâyet mi baskın çıkmıştır burada, yoksa şikâyetin sesi mi zafer kazanmıştır? |