Yıldırım Türker, “Birhan Keskin'in ‘Y’ol’u”, Radikal, 7 Mart 2009
Birhan Keskin’in şiiriyle yatıp kalkarım. Bir gün oturup bir başka şair için yazmıştım:
“Şu dünyada herkesin şairleri vardır. Kendisi bilmese dahi o şairler hep ona yazar. Bir gün keşfettiğinde o şair, ‘senin’ olur. Koynundan çıkmaz geceler boyu. Gündüzünü karıştırır. İkindini zehreder. Sabah onunla uyanırsın.”
Birhan Keskin, şiirin derin kuyularından bana yankılananlardandır.
Kıymetlimdir.
Onun şiirlerinden söz etmek için sanki ‘keder bilmi’ni hatmetmiş olmalı.
Bilgiyle, sezgiyle; insana verilmiş bütün lanetlerin toplamıyla helmelenmiş bir kederin şiiri, onunki.
Doğa karşısında, hayat karşısında alınmış büyük yenilginin kederi.
Hep inanmışımdır; şairleri konuşturmamak lazım. Ama ne diyelim, Keskin bir söyleşisinde elimizden tutmuş: “Genel olarak yeryüzünü ama özel olarak da insanı anlatan bir kitap bu. Bizim hallerimizi anlatan bir kitap. Öyle bir şey ki, bazen o dağın derinine, en dipteki, kor tutmuş haline, bazen de en tepedeki, doruktaki rüzgârlı ruha sahibiz. Her ikisi de bize ait. Tırtıl da, karınca da biziz.... Yeryüzü muhteşem bir yer ve insan bu yeryüzünde sonlu olduğunu biliyor. İnsanın en büyük trajedisi bence bu. Öleceğimizi biliyoruz ve bu müthiş bir keder. Ama dağ bunu bilmiyor, karınca bilmiyor. Bilmeden yaşıyorlar ve bu çok daha neşeli bir durum. İnsan bilincinin olmadığı bir hal hakikaten çok neşeli olmalı. En neşeli varoluş hali onlarınki. Bu kitabı yazarken hep düşünmeye çalıştım. Bu bilincin olmaması halinde, sonsuz bir neşenin mümkün olacağını düşündüm. Ölümlü olma bilinci hayatı bir keder talimi haline getiriyor.”
Birhan, ilk şiir kitabını 1991’de yayımladı: Delilirikler. O günden bu yana yedi şiir kitabına kavuştuk.
Oturmuş onun şiirini bahçede ağırlarken yan bahçelerden, baharın kokusuyla sarhoş olmuş çocukların çığlıkları geliyor. Kafamı toparlayamıyorum. Onun incecik lirizmine bir örnek olsun diye 20 Lak Tablet’deki muhteşem ‘Penguen’ şiirinin bir sonraki soluğunu; ‘Ba’ kitabındaki ‘Penguen 2’de izleyelim:
“PENGUEN 2
O büyük ve muazzam zamanda unuttum
Kanatlarım çok oldu üşüyor benim
Bu beyaz ıssızlıkta göğsüme düşüyor
Bu yüzden eğik boynum
Bir kuşun anısı kalmış bende, saklı
Bundan gözlerimdeki kayalık,
içimdeki serseri buzullar
Dürtme içimdeki narı
Üstümde beyaz gömlek var.”
Onun tırnaklarıyla kazdığı şiir kuytusuna aşinayız artık. O sonsuz lirik, uğultulu sessizliğe sırtımızı verip dinlenebiliriz. Ama dikenlidir de. Birden patlar. Sırtlan gibi güler. Şiir kuytusundan dışarı uğrayıp okşadığı saçımızı çekiverir.
Kimilerinin kusur dediği, şiirinin alametifarikalarındandır.
Kendi şiirini bir çığlıkla tam ortasından yırtar. ‘Yırtılan ipek sesiyle’ bir kez daha kurar dünyanın kederini.
Şiirini kırdığı noktada, o çok iyi bildiği, kumaşını tel tel dokuduğu kederden külhani bir isyan çıkarır. Leonard Cohen’in bir şiirindeki “her şeyde bir çatlak/bir çatlak var/ışık da oradan içeri sızar” dizelerini hatırlatır bana, Birhan’ın kendi şiirini çatlatan o dizeler.
“Dünyanın merkezi sendin her gün ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara. Karrrrrrrrrrraaaaaaaaaa.” da olduğu gibi.
Acıyı dünyayla damgalar.
“Aşki bir şey mi bekliyorsun benden/beklemeeeeeeeeee” der. “Yine de içimde çoook eskiden kalma bir yer/Ya leyl...
ya leyyylllllllllle/Bir çöl gecesine ismini bırakayım” diye haykırır.
Kederinin ağırlığı karşısındaki aczini şiiriyle paylaşır. Şiirin acziyle tartar.
Mükemmele burun kıvırır.
Öyle çok sever ki, “Yoluna baş koymak diyoruz/biz barbarlar buna.”
Aşık gider. Şair boşlukta kederine asılı kalır.
“KIRIK ANAFOR
Kıraç, boz ve kurak bir boşluktayım
kilimleri rüzgâra karşı astım
ben burada
sapların üstünde öğle uykusundayım
dünya aşağıda dağlar uzakta
ben küskünüm ama şu yamaç kadar
ama rengarenk, rüzgârda kilimler
ve harman sonu, yorgun yaprak, kaçkın keler.
Üzerine akşamın kapandığı gölüm ben
Bir kez hatıra ettim aşkı, bir daha etmem.
Seyrek salkımım bağda
Güz geçmiş üstünden
ve tenha.
Göl gibi misin,
Göl gibi misin?
Göl gibisin hea!Rüyadasın, hey, rüyasın.
Bir su şiirinde
Gürültüyle konuşuyorsun
Aşağı iller,
Susmuş şimdi. Oyy!sa”