Açılış: Birinci Bölüm, TARÇIN, s. 9-17
Gökten kafana ne yağarsa yağsın asla küfretmeyeceksin. Buna yağmur da dahil.
Yukarıdan üzerine ne düşerse düşsün, kabulün olmalı. Sağanak ne kadar şiddetli, tipi ne denli dondurucu olursa olsun, bulutların biz aşağıdakilere reva gördüklerine sövemezsin. Böyledir bu düzen. Bunu herkes bilir. Zeliha dahil.
Bilir bilmesine de, temmuz ayının bu ilk cumasında, yanı başındaki tıkanmış trafiğe inat kaldırımda koşturarak çoktan geciktiği bir randevuya yetişebilmek için telaş ederken, dudakları kıpır kıpır, ağzına geleni söylüyor yine de. Sövüyor da sövüyor Zeliha; kırık kaldırım taşlarına, yüksek topuklu pabuçlarına, peşine takılan adam müsveddesine, kuru gürültünün trafiği açtığı görülmediği halde deli gibi kornaya basan şoförlerin cem-i cümlesine; vakt-i zamanında ne gerek varsa şu başa bela yüreğe cefa Konstantinopolis şehrini fetheden ve asırlarca da hatasından dönmeyen tekmil Osmanlı hanedanına ve bir de yağmura... evet, şu yere batası yaz yağmuruna... sövüyor hepsine teker teker.
Doğrusu, yağmur bu şehirde tam bir çile. Dünyanın başka yerlerinde yağmur muhtemelen herkese ve her şeye nimet gibi gelir – mahsule, bitkilere, çevreye, az buçuk romantizm de ilave edince üzerine, bilhassa âşıklara iyi gelir. İstanbul'da öyle değil ama. Burada işler başka türlü. Bizim için yağmur ne bereket demek, ne de ıslaklık. Ne arınırız onunla, ne onanırız. Olsa olsa sebeb-i öfkedir yağmur.
Sebeb-i öfkemizdir yağmur.
Çünkü çamur ve karmaşa ve hiddet boca eder üzerimize, damla damla dahi değil, kova kova, sanki elimizde yeterince yokmuş gibi her birinden. Bir de mücadele demektir yağmur. Biteviye didiniş. Suyla dolu bir leğene aniden atılmış yavru kediler gibi, on milyonumuz birden damlalara karşı beyhude bir kavgaya girişiriz. Bu dalaşta tümüyle yalnız olduğumuz söylenemez aslında. Ne de olsa teneke levhalara yazılı kadim isimleriyle İstanbul'un sokakları da mücadeleye koyulur bizimle beraber. Sokaklar, evliyaların dört bir yana saçılmış mezar taşları, hemen her köşede bekleyen çöp yığınları, yakında göz alıcı, modern binalara dönüşecek çirkin, devasa inşaatlar ve bir de martılar... Onlar da var bu kavgada. Gökyüzü ne vakit tepemize tepemize tükürmeye başlasa, hepimiz birden galeyana geliriz.
Ama sonra, son damlacıklar toprağa erişip de, artık üzerlerinde tozun zerresi kalmamış yapraklara kararsızca tünediğinde, yani yağmurun nihayet durduğunu sezdiğimiz ama bir türlü emin olamadığımız o korunmasız anda, hani hayatın normale döndüğüne dair bir işaret aradığımız o buruk arafta, her şey ve her yer sükûnete kavuşuverir. Sema bize bakar, biz aşağıdakilere. Bakar ve gülümser, bizleri içine soktuğu bu müşkül durumdan ötürü özür dilercesine. Bizler de saçımızda hâlâ damlalar, paçalarımızda çamur, bakışlarımızda bezginlikle, laciverdin tonlarına öykünen ve şimdi her zamankinden daha berrak görünen semaya bakakalırız. Bakar ve tebessümüne karşılık vermeden edemeyiz. Elde değil, her seferinde gökyüzünü affederiz.
Ama henüz böyle bir af için çok erken. Şu anda yağmur hâlâ bütün hızıyla yağıyor ve Zeliha'nın yüreğinde bağışlamadan eser yok. Şemsiye de taşımıyor üstelik. Zira "her yağmurda gene bir sokak satıcısına bir avuç para bayılıp aldığın her şemsiyeyi güneş çıkar çıkmaz orda burda unutacak kadar enayi olduğuna göre, bu sefer yok sana şemsiye memsiye, iliklerine kadar ıslanmayı hak ettin kızım," diye buyurdu kendi kendine. Zaten artık çok geç. Sırılsıklam oldu bile. Bu açıdan bakınca, yağmur da hüzün gibi bir şey galiba: İlk başta, aman bana ilişmesin diye didinir sakınırsın, emniyetli ve kuru kalmak için elinden geleni yaparsın, ama baktın ki olmuyor, baktın ki yağıyor üzerine dört bir koldan, gark olursun ta dibine kadar ve bir kez bu kadar battın mı içine, ha bir damla eksik ha bir damla fazla ne fark eder. Yağmur da hüzün gibi bir şey, yakalandın mı bir kez, azı çoğu yok artık. Olsa olsa "kuru kalabilenler" ve "sağanaktan nasibini alanlar" var.
Yağmur Zeliha'nın kuzguni ve kıvırcık saçlarından aşağı geniş omuzlarına damlıyor. Kazancı ailesinin bütün kadınları gibi, Zeliha da kara ve kıvır kıvır saçlarla doğdu. Ama diğerlerinin aksine, o saçlarını değiştirmedi, aynen korudu.
Arada soluklanmak için durup, ani bir ışığa maruz kalmışçasına zümrüt yeşili gözlerini kısıyor. Katıksız bir kayıtsızlık var bugün bakışlarında, hani şu dünyada sadece üç türden insana has kayıtsızlık: ya umutsuzca saf, ya umutsuzca içe kapanık, ya da umutsuzca umut dolu insanlara. Zeliha bu üç gruba da dahil olmadığından gözlerine sinen kayıtsızlığa anlam vermek zor. Gelip gidiyor kayıtsızlık. Yalpalıyor. Kâh üzerine çöküp donuklaştırıyor bakışlarını, kâh geri çekilip yerinde incecik bir boşluk, bir arayış bırakıyor.
Temmuzun bu ilk cumasında Zeliha'da bir tuhaflık var. Bazen morfin yemiş gibi hissiz görünüyor nedense. Onun kadar cevval biri için hayli sıradışı bir hal. Bu yüzden mi bugün ne bu şehirle ne de yağmurla kavga etmek istemesi? Bu yüzden mi savaşmaması? Kayıtsızlık bir yoyo gibi, inip çıkıyor kendine has bir ritimle. Zeliha da ayak uydurmuş bu yoyoya, ruh hali bir sarkaç olmuş adeta, iki zıt kutup arasında gidip geliyor: Donukluktan taşkınlığa savruluyor, sonra gene taşkınlıktan donukluğa.
Zeliha yağmurun altında ilerleyedursun, cafcaflı şemsiyeler, uyduruk yağmurluklar ve plastik eşarplar satan satıcılar alaycı gözlerle süzüyorlar onu. Satıcıların bakışlarını görmezden gelmeyi başarıyor, tıpkı vücuduna açlıkla bakan tüm erkeklerin bakışlarını görmezden geldiği gibi. Zaman zaman ışıltılı hızmasına takılıyor kınayan gözler. Sanki o minnacık mücevher parçasında iffetsizliğinin ipucunu görmüşçesine yargılayarak bakıyorlar. Oysa bu hızmadan gurur duyuyor Zeliha, ne de olsa kendisi taktı burnuna. Canı yandı yanmasına da, kendini acıtmaya alışkın sayılır. Seviyor hızmasını. Seviyor tarzını. İster erkeklerin sözle ya da gözle tacizi, ister diğer kadınların ayıplamaları, ister kırık kaldırım taşları üzerinde topuklarla yürümenin zorluğu, ister vapurlarda otobüslerde sıkıştırılmak, hatta ve hatta annesinin sürekli dırdırı olsun... bu şehirdeki çoğu kadından uzun boylu olan Zeliha'yı göz alıcı renklerde mini etekler, iri göğüslerini meydana çıkaran daracık bluzlar, parlak naylon çoraplar ve bir karış topuklu ayakkabılar giymekten men edebilecek hiçbir kuvvet yok bu dünyada.
Üzerine bastığı kaldırım taşının aniden yerinden oynamasıyla, altındaki zifos birikintisinin eflatun eteğine fışkırması bir oldu. Küfürü bastı Zeliha. Bu kadar galiz bir lisanı böyle çekinmeden uluorta kullanabilen tek kadın o, Kazancı sülalesinde. Sadece Kazancılar içinde değil, cümle Türk kadınları içinde de nadirattan sayılır bu özelliği sebebiyle. Belki de bu yüzden, ne zaman küfretmeye başlasa, hemcinslerinin küfür açığını da kapatmak istercesine sövdükçe sövüyor. Bu sefer de öyle. Gelmiş geçmiş bütün belediyelere küfretmeye koyuldu çünkü çocukluğundan beri bir gün olsun göremedi şu lanet kaldırım taşlarının sımsıkı yerlerine oturduklarını. Okkalı, sunturlu küfürler... Yanından geçenler hayretle bakıyorlar yüzüne. Bir kadının ağzına yakışmayacak türden küfürler...
Birden susuverdi Zeliha, birinin ona seslendiğini işitmişçesi-ne. Öyleyse bile etrafta bir tanıdık aramak yerine, is rengi gökyüzüne çevirdi yüzünü, kaşlarını çattı. İkircikli bir iç geçirdi sonra bastı gene küfrü, ama bu sefer dünyaya değil, tuttu yağmura sövdü.
Ne gaflet! Cicianne olsa nasıl kızardı şimdi. Cicianne'nin yazıya dökülmemiş ama çiğnenmesi imkânsız kurallarına göre bu yaptığı düpedüz zındıklık. İnsan yağmuru sevmeyebilir, sevmeye mecbur değil elbet, ama her ne olursa olsun gökyüzünden gelene sövmemek gerekir çünkü hiçbir şey öyle kendi kendine düşmez yukarıdan ve yağan her nimetin de musibetin de ardında Allah vardır. Sövdün mü semadan yağana, onu gönderene sövmek kadar büyüktür günahı.
Hiç şüphesiz Zeliha, Cicianne'nin yazıya dökülmemiş ama çiğnenmesi imkânsız kurallarını harfiyen biliyor. Ama temmuz ayının bu ilk cuması hatmettiği en kadim kuralları dahi çiğneyebilecek kadar umarsız hissediyor kendini. Hem ağızdan çıkan çıktı bir kere, olan oldu, maziyle uğraşacak değil. Zeliha'nın pişmanlıklara vakti yok. Jinekologla olan randevusuna geç kaldı. Az buz bir mesele sayılmaz bu – ne de olsa insan jinekologla randevusuna geç kaldığını fark ettiği anda, oraya gitmek için duyduğu kıt isteği hepten kaybedip hiç gitmemeye karar verebilir kolaylıkla.
Hızlandı. Aynı anda, tamponuna silme çıkartma yapıştırılmış bir taksi zınk diye durdu önünde, üzerine su, çamur ve Madonna' nın Like a Virgin şarkısını sıçrata sıçrata. Kalem bıyıklı, koca gıdıklı, esmer yağız bir adam kornaya basıp, açık duran camdan başını çıkardı. Zeliha boş bulundu bir an. Adam adres soracak ya da bir şey danışacak sandı. Ama fonda müzik avaz avaz gümbürderken, sırıtkan şoförün tek söylediği, "Hepsi senin mi yavrum!" oldu.
"Ne diyosun ulan sen?" Zeliha kendi sesinden ürktü, öylesine çığlık çığlığa. "Bu şehirde bir kadın rahat rahat yürüyemez mi?"
"Ama arabaya binmek dururken yürümek niye?" diye sırıttı şoför. "Böyle seksi vücuda yazık, ıslanmasın diye söylüyorum, oldu mu yani?"
Madonna arkadan bağıradursun, "Tıpkı bir bakire gibi, ilk defa dokunulan..." diye, Zeliha açtı ağzını yumdu gözünü, küfür küfür üstüne. Böylece bir kuralı daha çiğnedi. Bir başka yazıya dökülmemiş ama çiğnenmesi imkânsız kuralı ihlal etmiş oldu, bu sefer Cicianne'nin değil, Kadın Feraseti'nin kitabından: Sen sen ol, sakın ola tacizcine küfretme.
İstanbullu Kadınların Elkitabından Altın Feraset Kuralı: Sokakta sarkıntılığa uğradığında asla tepki verme, muhatap olma çünkü tacizcisine küfretmek şöyle dursun tepki dahi veren kadın, tacizcisini daha da kışkırtmaktan öte bir şey yapmamış olur!
Hiç şüphesiz Zeliha bu kuralın yabancısı değil, hem ihlal etmeyecek kadar da kafası çalışır ama temmuz ayının bu ilk cuması diğerlerine benzemiyor işte; içinde açığa çıkmış başka bir benlik var, daha umursamaz, daha atılgan ve alabildiğine öfkeli biri. Ruhunun çoğunu bu öteki Zeliha kaplamış şimdi; ipleri ele almış, ikisi adına karar veriyor. Avaz avaz küfretmeye devam etmesinin sebebi bu. O kadar çok patırtı çıkardı ki, Madonna'nın sesini bastırdığı gibi insanları da başına topladı. Oradan geçen yayalar ve şemsiye satıcıları ne menem bir bela koptuğunu görmek için toplaştılar. Bu arada kimse fark etmedi ama deminden beri Zeliha'nın peşine takılmış ikinci bir tacizci, manyak bir kadına bulaşmaktan çekindiği için takibinden vazgeçti. Ama taksi şoförü ne onun kadar ihtiyatlı ne de ürkekti; bütün bu şamatayı keyifle karşıladı. Şoför sırıtırken, Zeliha adamın dişlerinin şaşırtıcı ölçüde beyaz ve kusursuz olduğunu fark edip, porselen kaplı olup olmadıklarını düşünmekten kendini alamadı. Ne fark eder! Kendine gel! Azar azar, o bildik adrenalin dalgasının bir kez daha karnında kabardığını, midesini kavurduğunu, nabzını hızlandırdığını hissetti. Şiddet nasıl bir tutku, biliyor Zeliha. Kazancı sülalesindeki bütün kadınların aksine, bir tek Zeliha, bir tek o, günün birinde bir erkeği gebertebileceğini seziyor.
Zeliha'nın şansına, tam o esnada, taksinin arkasında bekleyen Toyota şoförünün sabrı tükenmiş olmalı ki, bastı kornaya. Bir karabasandan uyanır gibi sıçradı Zeliha. Kendinden ürktü. Şiddete olan yatkınlığından tedirgin oldu, her zamanki gibi. Sakinleşmeye çalışarak yana çark etti, kalabalığın da dağılacağını, el âlemin kendi yoluna gideceğini umarak aralarından geçip gitmek istedi. Ne var ki o telaşla öyle ters bir hareket yaptı ki sağ ayağı gevşek bir kaldırım taşının altına girdi. Panik zehirdir böyle durumlarda. Panikle çekince ayağını taşın altından, topuğunu kırdı. Ta başından beri aklından çıkarmaması gereken o muhterem kuralı hatırlasa, bunlar gelmezdi başına.
İstanbullu Kadınların Elkitabından Gümüş Feraset Kuralı: Sokakta sarkıntılığa uğradığında sakın ola sinirlenme, panikleme, çünkü sarkıntılık karşısında sinirlenen ve aşırı tepki veren bir kadın sadece kendi işini zorlaştırmakla kalır!
Halini gören taksi şoförü bir kahkaha attı, arkadaki Toyota' nın kornası bir kez daha çaldı, sanki yağmur biraz daha hızlandı ve seyirci yayalardan "cık-cık" sesleri yükseldi, kimi ve niye kınadıklarını anlamak kabil olmasa da. O kargaşanın içinde Zeli-
ha'nın gözü taksinin arkasında parlayan çıkartmalardan birine takıldı: "Hor görme garibi! Onun da bir kalbi vardır."
Zeliha boş boş baktı bu kelimelere. Harfler dağıldı gözlerinin önünde. Birden ölesiye yorgun hissetti kendini – öyle yorgun ve yılgın ki her İstanbullunun hemen her günkü sorunlarıyla değil de, daha varoluşsal bir elemle boğuşmak zorundaydı sanki. Çok geçmeden taksi de Toyota da çekip gittiler, yayalar kendi yollarına dağıldı. Bir tek Zeliha kaldı geride; yolda bulduğu ölü bir kuşu tutar gibi şefkatle bakakaldı avuçlarındaki kırık ayakkabı topuğuna, durdu bir müddet o halde.
Şefkat çetrefil mesele Zeliha'ya göre. Ne de olsa bir sürü şeyle baş edebilir de şefkate gelemez. Toparlandı hemen, tekrar yürümeye koyuldu. Tek topukla zar zor yürüse de, çok geçmeden oradan uzaklaşmayı başardı. Şemsiyeli kalabalığın içinde hızla kayıp, müziği bozan detone bir nota gibi topallayarak. Kahverengilerden ve grilerden mürekkepti kalabalık. Kahverengilerin ve grilerin arasında, nasıl olduysa kumaşa karışmış eflatun bir iplik, uyumsuz mu uyumsuz bir tondu Zeliha. Ne var ki kalabalık, onun ahenksizliğini yutup kendi temposuna uyduracak kadar cevval ve yekpareydi. Parçalarının toplamı değil kalabalık. Yüzlerce nefes alan, terleyen, ağrı çeken bedenden oluşmuş bir yığın değil, yağmur altında tek bir bedendi. Nefes alan, terleyen, ağrı çeken tek bir beden. Ha yaz ha kış, ha yağmur ha güneş fark etmez, İstanbul'da yürümek kalabalıkla birlikte yürümek demek.
Eski Galata Köprüsü üzerinden geçti Zeliha. Bir ellerinde şemsiye, diğerinde olta, sessizce bekleyen balıkçıların yanından geçerken onların kımıltısızlık kapasitelerini, sabırlarını, varlığı bile şüpheli bir kıytırık balık için böyle saatlerce bekleme becerilerini kıskandı. Bu kadar az şeyle mutlu olabilmek ne harikulade bir yetenek. Günün sonunda eve eli boş ama memnun dönmek! Bu dünyada dinginlik bir şanstı, şanslılar da dingin. Böyle olmalıydı herhalde, bu hususta Zeliha'nın tek yapabileceği tahmin yürütmekti zira hiç böylesi bir dinginliği tatmamıştı, tadabileceğini de sanmıyordu. En azından bugün değil. Kesinlikle bugün değil.
Acelesine rağmen Kapalı Çarşı'dan geçerken yavaşladı. Alışverişe zamanı olmasa da vitrinlere göz atmaktan kendini alamadı. Çıkarıp bir sigara yaktı. Dumanı solurken kendini biraz daha iyi, neredeyse rahatlamış hissetti. Bu şehirde pek rastlanmaz sokaklarda sigara içen bir kadına, belli başlı muhitler dışında, ama kimin umrunda, omzunu silkti Zeliha. Donukluktan taşkınlığa, taşkınlıktan donukluğa... çarşının iç kısımlarına doğru ilerledi.
Burada onu ismen tanıyan satıcılar var, özellikle kuyumcular. Ne de olsa Zeliha'nın her türden parıltılı aksesuara zaafı var. Kristal tokalar, alımlı broşlar, salkım salkım küpeler, sedefli yaka çiçekleri, zebra desenli eşarplar, saten çantalar, şifon şallar, ipek ponponlar ve bir de ayakkabılar, daima yüksek topuklu. Bu çarşıdan ne zaman geçse bir sürü dükkâna dalar çıkar, satıcılarla pazarlık eder ve ilk başta almayı düşünmediği şeyleri ilk baştaki fiyatlarından çok daha ucuza alarak çıkardı. Ama bugün başka. Bugün epi topu birkaç dükkânın yanında oyalanıp, birkaç vitrine göz attı. Hepsi bu.
Türlü türlü otlarla ve baharatlarla dolu kavanozlarla, çömleklerle ve şişelerle kaplı bir tezgâhın önünde duraladı. Üç ablasından birinin bu sabah ondan tarçın almasını istediğini hatırladı ama hangisi olduğunu çıkaramadı. Tek bir konuda bile fikir birliğine varamayan ama ayrı ayrı daima haklı olduklarına inanan, başkalarından öğrenecek hiçbir şeyi olmayıp öğretecek çok şeyleri olan dört kızın en küçüğü olmak talihsizlikti, piyangoyu tek rakamla kaçırmak kadar nahoş: Vaziyete neresinden bakılırsa bakılsın insan kendini telafisi mümkün olmayan bir haksızlığa maruz kalma hissinden kurtaramıyordu.
Biraz tarçın aldı Zeliha, tozundan değil çubuğundan. Satıcı ona çay, sigara ve muhabbet teklif etti, o da hiçbirini reddetmedi. Jinekolog beklesin. Oturup konuşurken gözleri gelişigüzel rafları dolaştı ta ki bir çay takımına kilitlenene kadar. Bu da zaafı olan eşyalar listesindeydi: ince, narin kaşıklı, sırça tabaklı, belleri yaldızlı kuşaklı, cam çay bardakları. Evde hepsi de onun tarafından alınmış en az otuz takım vardı herhalde. Ama yeni bir takım almaktan zarar gelmezdi çünkü çok kolay kırılıyorlardı. "Öylesine kırılgan..." diye mırıldandı Zeliha. Bütün Kazancı kadınları arasında çay bardaklarının kırılganlığını kendine dert edinen bir tek oydu. Öte yandan, yetmiş yedi yaşındaki Cicianne başka türlü bakıyordu meseleye.
"Ah, gitti bir kem göz daha," derdi Cicianne ne zaman bir çay bardağı çatlayıp kırılsa. "Şu meşum sesi duydunuz mu? Çat diye inledi valla! Oh yüreğimi titretti! Allah bilir kimin kem gözüydü, çatladı da gitti, iyi oldu!"
Ne zaman bir bardak kırılsa ya da bir ayna çatlasa Cicianne rahatlayarak iç geçirirdi. Madem ki bu deli dünyanın sathından habis insanları silmek kabil değildi, böylelerinin kem gözlerinin masum canlara zarar vermek yerine camdan hudutlara toslayıp dağılması elbette daha iyiydi.
Yarım saat sonra Zeliha, şık bir doktor muayenehanesine daldı, bir elinde kırık topuğu diğerinde yeni çay bardağı takımıyla. Ancak içeri girdiğinde fark edebildi paketlenmiş tarçın çubuklarını Kapalı Çarşı'da unuttuğunu.
(...)