| ISBN13 978-975-342-513-1 | 13x19,5 cm, 184 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Orhan Koçak, “Yüce’den utanmamak”, Virgül, 39, Şubat 2003 Modern (post-romantik) şairin alametifarikasıdır: Güneşe dimdik bakılamayacağına inanmıştır, sadece tutulmasıyla ilgilenir: Yüce, doğrudan el konulabilecek, hatta öylece maruz kalınacak bir şey değil, ancak çevresinde dolanılabilecek, azar azar dolaşıma sokulabilecek ya da sonrası yaşanılabilecek bir deneyimdir. Bu çekingenlikte büsbütün haksız da sayılmaz, çünkü yücenin duygusuyla bayağınınki arasında çok ince, çok geçirgen bir zar vardır: Yüce’nin verdiği ürpertinin bir benzerini sahiden kof, sahiden sahte, sahiden bayağı olan karşısında da hissetmez miyiz sık sık? (Baudelaire bunu araştırmıştı.) Belki sadece Dıranas’ta (“Köpük”, “Büyük Olsun”, hatta “Ağrı”) ve Cansever’de (“Ha Yanıp Söndü, Ha Yanıp Sönmedi Bir Ateş Böceği” ve “Bir Yitişten Sonra”) görece utançsız, ikirciksiz bir yüce ile karşılaşırız. Yüce’nin deneyiminin çoğu zaman fazla şekerlenip ağdalaşabildiğine, hatta rüküşleşebildiğine kendi meslektaşlarının yapıtlarında da tanık olan modern şair, ya yüce’nin negatif temsilcisiyle (gün tutulması) uğraşmayı yeğlemiş, ya da katlanılabilir bir hayretin, bir kamaşmanın sınırını aşmamaya dikkat etmiştir. Birhan Keskin, pırıltılı olandan yüce’ye doğru kaymaktan korkmayacağını Yirmi Lak Tablet’te (1999) belli etmişti, bu kitabında daha da cesur davranıyor (belki “cömert” demek daha uygun.) O da zevk düşüklüğüne karşı bazı savunma önlemleri almıyor değil: Duygulanımın maddesizleştirilmesi, isteği iştah ve kızışmadan arındırma çabası: “serin bir rüyanın hatırınadır/ çektiğim dünya ağrısı.// bir hayalden geldim ben,/ bir hayal verdim sana”. Ama bu arıtma işlemi, daha ötede, daha zorlu bir deneyimin kapısını da açar (yüce’nin Batı dillerindeki karşılığı olan sublime’den arıtma/inceltme sözcükleri de türemiştir): “Günün saf ışığı yavaş yavaş ovadan geçecek birazdan./ Dağların ardında eflatun bir perde gibi dalgalanacak./ Sonra ışık hızıyla –evet ışık hızıyla– camın karnından içeri,/ durgun, sessiz ve hep öyle kalacakmış gibi sessiz odaya vuracak.” İlkin ışığın berisinde, öncesinde konumlanmıştır özne (ışık “birazdan” yayılacaktır); ama bu bekleme ve erteleme ânı, bir anda ışığın kendi “nesnel” etkinliğine maruz bırakılır: Işık, sahip olduğunu teorik olarak bildiğimiz ama bilimsel deneyler dışında hiç yaşamadığımız, yaşayamayacağımız şiddetiyle vurur o yine kendi yarattığı güzel manzarayı. Ama bu kitap birçok bölümden oluşmuş uzun bir aşk şiiri; aşksa, yüce’nin ilk sezinlenişlerinin alanı. Arınmış, ışıltılı ve belki biraz da fazlasıyla kusursuz: “o beni sahilden, kendimi gömdüğüm, sertleşmiş ıslak kumdan aldı,/ elledi./ ben bana düşen acıyı da neşeyi de yaşamıştım, diye düşündüydüm./ içimdeki zayıf hayvan çok olmuştu öleli.// o beni sahilden.../ yani yoktu sedefimden başka şeyim.// derin denizlerle, soğuk denizlerle/ tuzla dalgayla boğuştuydum ben, ve hayvanım çıkmıştı benden./ kendi içine kıvrılmış, rüyasını unutmuş/ soğuk taş değil miydim artık ben?// o bana bir rüya verdi, inanamadım./ (bademin neşesi, dedi, al bak, dedi, kısacık, dedi.)// o benim sedefime elledi.” Kitabın son bölümü ve herhalde en önemli parçası (“Beyaz Levha”) hakkında burada hiçbir şey söyleyemiyorum (“Dağ” şiirinin ilk cümlesi: “sabahın karşısında konuşmak ne zor!”) Şu kısmı aktarayım: “Nasıl oldu da tanışmıştık, ben mi onun yanına gitmiştim yoksa o mu benim yanıma gelmişti, bilmiyorum. Bildiğim, bir yabancıya, ötekine yakınlık duymuştum. Esmer tenli, beyaz gülüşlü bir ‘öteki’ peri. En az benim kadar sessizdi. Benden de sessizdi. Kendi sessizliğimi bir kenara koyup, onun bana dokunan sessizliğini kırmaya çalışırdım./ Bir şey hoşuna gittiğinde gülümserdi./ Gülümsediğinde dünyada beyaz bir delik açılırdı./ Ben o yaz o beyaz delikten içeri atladım.” (Hasetin payı. Şunu söylemeden edemiyorum: Keskin’in sık sık sıfat olarak kullanmaktan kaçınamadığı “kor” ya da “akkor” sözcüğü daha önce yine sıfat haliyle Enis Batur tarafından temellük edilmişti, ama onda bile fazla kıymetli, fazla antika oluyordu. Belki bir gün asıl sahibi gelecek ve “Hah! Bizim rehber buradaymış!” diye alıp gidecektir.) |