Necmiye Alpay, "Bir ucundan herkes", Virgül Dergisi, sayı 80, Ocak 2005
Aile olarak kökleriniz bu coğrafyanın batısındaysa, Doğu sizin için bir tür Afrika’dır, diğer adıyla, “karanlığın yüreği.” Bir gün, bir yakınınız oraya askere ya da “şark hizmeti”ne gider, sizi ürküntüler içinde bırakarak. Sonra? Sonrası her ne olursa, karanlık sürer. Ters yönde gelenlerin, göçlerin olması karanlığı azaltmayıp artırmıştır. Bütün bir yirminci yüzyıl boyunca.
Bizim toplumumuzda kimse, hiçbir aile ya da topluluk, o karanlığın bütün bütüne dışında kalamamıştır. Savaşların, kıyımların, çatışmaların en az birine, göçlere ya da göçmenlere, olmadı darbelere ya da kovuşturmalara bir ucundan bulaşmamış tek bir aile bulmak zordur. Meğerki üstü örtülmüş, başkalarından gizlenmiş olsun. Gerçekte karanlık dalga dalga her yandadır.
Her aile, acı veren bilgilerin üstünü örtmekte, gizlemekte, ölüleriyle birlikte gömmek istemektedir onları; yeni kuşakları korumak, her yönden gelebilecek tehlikelerden uzak tutmak için.
Tehlikelerin bir bölümü, devlet stratejilerinden gelmektedir. Bizim toplumumuzda karanlığın yüreğinde Ermeni kıyımı ve Kürt sorunu yatıyor. Stalinist yöntemlerle derinleştirilen iki sorun: Tehcir, kıyım, yok sayma, yok etme, ad değiştirme vb.
Bugün artık yeterince ortaya çıktı ki üstü örtülen bilgilerin devinimi karanlıkta da sürmekte, bilgiler ve acılar gömülerek yok edilememektedir. Ne mağdur eden başarabilmektedir bunu ne de mağdur olan.
Dolayısıyla, insanlar tarih yazımını otoritelerin tekeline terk etmiyor artık. Bir aydınlığa çıkma duygusuyla kendi tarihlerini kendileri yazmaya koyuluyorlar. Bildiğimiz tarihlere benzemeyen tarihler bunlar. Bazen sanat alanının içinde, bazense kıyısında dolanan tarih yazımları.
Anı dediğimiz yazma etkinliği öteden beri belki biraz budur ama, anı kavramında genellikle dağınık ve gevşek bir yan vardır. Sözünü ettiğim ise, en geniş tarihin karanlık bölgelerine sıkışmış belirli kesitlerin, bu yeni tür tarih yazıcılarının eliyle somut anlatılar olarak ortaya konmasıdır. Hem de hiçbirinin tarih yazımı gibi bir iddiası olmaksızın.
Fethiye Çetin’in Anneannem kitabı bu yeni tarihlerden. Bazı yönlerden, Alsace’lı bir yazarı, Jean Egen’i çağrıştırdı bana bu kitap. 1973’te yayımlanan Lautenbach’ın Ihlamurları’nda, annesinin “taziyesiz” ölüm döşeğinden hareketle, ailesinin Almanlarla Fransızların çekiştirmeleri arasında yaşadıklarını anlatır Egen. Bir yanda daha önceki huzurlu ölüm döşeklerine, diğer yanda İkinci Dünya Savaşı sırasında olup bitenlere uzanan, yer yer humor dolu bir roman türü anıdır o kitap. Sonra elbette Dido Sotiriu’nun Anadolu’ya selamı anılmalı.
Fethiye Çetin’in kitabını bu iki kitaptan ayıran en önemli özellik, tıpkı onlar gibi yürekten yazılmış olmakla birlikte, aynı zamanda karanlığın yüreğinden yazılmış olması. Fethiye Çetin, sözlerin el ayak çektiği, kolay çoğalabileceği alanlara göç ettiği o karanlıklara dönüp oradan söz aldı. Giriştiği yazı işi ürkütücüydü. Üstelik yazar olarak ilk kitap deneyimiydi bu. Yine de, belki anneannesinden gelen bir tür çağrı olmasındandır, ortaya kristal netliğinde bir yazı çıktı.
“Ama bu doğru değil!.. Onun annesinin adı Esma değil, İsguhi. Babası da Hüseyin değil, Hovannes!..” (s. 8)
Anneannesinin cenazesinde ağzından dökülen bu sözleri aktaran anlatıcı, insanların gerçekliğe en yakın oldukları o uğrakta, ölüm uğrağında, bir hakikat duygusuyla etmiştir belli ki bu sözleri. Kitapta “tarih” sözcüğüne ya da benim “en geniş tarih” dediğim çerçeveye dair herhangi bir göndermeye rastlanmamakla birlikte, anlatıcının aktardığı bu sözlerdeki duygunun adını “tarih duygusu” koymadan edemiyor insan. Buradaki ad ikiliği, çırılçıplak bir olgu olarak karşımıza dikilmiştir. İkiliğe mecbur edilmiş insana ait olduğunu sezdiğimiz o temel huzursuzluk, bir anda bizim ruhumuzu da sarmaktadır.
“Annesinin adı Esma, babasının adı Hüseyin olmadığı gibi kendi adı da Seher değil, Heranuş’tu onun.” (s. 9)
Fethiye Çetin, sıkı bir yazar. Olguların çıplaklığı, pek çok sıcak, ince ve etkileyici ayrıntıyı gölgede bırakabilirdi, bırakmıyor; tam tersine, ayrıntılar o çıplaklığın netleşmesine, duyumsanmasına, önemsenmesine katkıda bulunacak dozda. Metnin kurgusu, herhangi bir anı kitabından pek de beklenmeyecek bir yöntemle, geri dönüşlerle oluşturulmuş ve bu yolla kendine özgü bir gerilim yaratılmış. Anlatılan gerçeklikle bağlantımızı, yaşarlık duygumuzu pekiştiren, belli belirsiz bir gerilim. Yaratıcı yazıyla bilgilendirici yazı arasındaki bölgede, sıkı ve özgün bir anlatı bu kitap.
Anlatım ise Anneannem’in ilk bakışta düz bir anı kitabı sanılmasına yol açabilecek kadar yalın. Bu yalınlık yazarın hem gözlem ve humor gücünü kullanmasına hem de kitabın bütünündeki sıcak duyguyu kesintisiz olarak sürdürmesine elveren türden; anlatım, yalın olduğu ölçüde de yoğun.
Yazarın gözlem ve humor gücüne tipik örnek olarak, Anneanne’nin kocası, yazarın dedesi olan o eski adama, komşularının deyişiyle “Fikri Dayı”ya ait bütün bir et yeme kültürü anılabilir. Ama kitapta bu hiç de tekil kalan bir örnek değil. Belki en önemlisi, anlatıcının kendine yönelik gözlemleri ve humorudur. İnsanın, kendi çocukluğuna ilişkin bile olsa, zor ulaşacağı bir kendini bilme yetisi, kendine de yönelebilen bir eleştirel bakış.
Bu gücün anlatıma dönüşmesinde rolü olduğunu düşündüğüm bir dilsel özelliğe daha değinmeden geçmeyeyim; çoğul anlatımlı örtülü özneler; yer yer, “... deyimi kullanılırdı”, “... zorunda kalınırdı” (s. 20) biçimindeki yüklemlere gizlenen kolektif özne; ortak ruhu duyumsatmaya yarayan yapılar.
Anneannem metni, yeni tarih yazımına ait bir başka özelliği de göstererek coğrafyayı tarih içindeki haliyle resmediyor bize:
“Şimdi Palu’nun sınırları içinde kalan köyü Habab, Heranuş’un çocukluğunda Ergani Maden Mutasarrıflığına bağlı 207 haneli büyük bir köydü. Köyde iki kilise ve bir manastır vardı.” (s. 9)
Joan Baez’in söylediği şarkıdaki gibi soralım: Nereye gitti o iki kilise ile bir manastır? Pek çok benzeri gibi, tıpkı Felluce’deki camiler gibi, tıpkı havaya uçurulan havralar gibi yıkıntıya dönüştü. Bir avuç yöneticinin kararıyla birbirinin celladı ve suçortağı kesilen halkların katkısıyla.
Anneannem kitabında o korkunç “kılıç artığı” deyimi geçiyor. (s. 79) Hâlâ kullanılıyor mu bilmiyorum ama, 12 Eylül’de işkenceci polislerin dilinde de vardı bu deyim; büyük bölümüyle tamamlanmış örgüt operasyonlarının ardından tek yakalanan kişiler için kullanıyorlardı. Anneannem kitabındaki bilgiyle birlikte, deyimin tarihselliği çıkıyor ortaya. Kadim devlet jargonuna aitliği.
Anneannem kitabı bir ucundan herkese kişisel bir şeyler anımsacaktır, bana da öyle oldu. Çocukluğumun dilinden bazı sözcükleri yeniden ulaştırdı bana bu kitap: taşkala, pizez (bende “pızez” diye kalmış), şakka, çepiç, tike, “çavuş”...
Bunlar yazarın ve benim çocukluk coğrafyalarımızın bir bölümüyle örtüşmesinden ileri gelen dil ortaklıkları. Çemişgezek ilçesinin o zamanlar adı Germili olan, köy büyüklüğündeki bir nahiyesinde 1950’li yıllarda iki “çavuş” vardı: Faika Çavuş ve Muhlis Çavuş. Adından da anlaşılacağı üzere biri kadın olan, iki sivil “çavuş;” başa çıkılmazlıkları nedeniyle “çavuş” unvanını kazanmış iki şahsiyet. Germili, eski nüfusunda Ermenilerin olduğu anlaşılan bir yerleşimdi ama o nüfustan bir tek Mustafa Emmi kalmıştı biz gittiğimizde. Annesinin ve babasının adı neydi bilmem; o emminin ise asıl adı Mustafa değil, Digran’dı. Kıyım sırasında Türk annelerin kurtarıp sakladığı, sonra da sünnet ettirip adını değiştirdikleri küçük Digran.
Mustafa Emmi’nin benim yaşlarımdaki kızı, sokak oyunlarında kavga çıkınca “gâvur” hakaretine maruz kalırdı. Bu sözcük, benim gibi dışarıdan gelen biri için ilk anda anlaşılması zor bir işaretti; köyün geçmişine ilişkin ender işaretlerden biri. Bir de köyün yukarı mahallesindeki, ikisi dışında tümü yıkılmış taş binalar vardı elbette. O binalardan genellikle yalnızca “Konaklar” diye, ama çok seyrek de olsa bazen “Ermeni konakları” diye söz edilirdi. Onlar da tıpkı küçük Digran ve Heranuş gibi, söz dışına, karanlığa itilmek istenmişti belli ki.
Şimdi Germili’yi haritada aradığımda bulamıyorum. Adı değiştirilmiş. Tarihin silmekle yok edilebileceğine inanılmış belli ki. İyicil yönden düşünecek olup desek ki, acılar durmadan anımsanmasın, unutulsun istenmiştir, o zaman, unutma zorlamasının sakıncalarını ne yapacağız? UnutmaMAnın, Anzak buluşmalarının getirisi örneğin, az şey midir?
Karanlığın yüreğinden yazan bir başka tarih yazarının, Kürt romancı Mehmed Uzun’un bir roman kişisi, “deşilmeyen yara iyileşmez” diyordu. Fethiye Çetin’in Anneannem metni, korkutucu bir yaranın kusursuz biçimde deşilmesindeki sağaltıcılığı açıkça ortaya koyuyor. Sevgili bir Anneanne’nin karanlıkta bırakılmış gerçekliğine olan borcun edasıyla. Bugün yaşayan herkese düşen bir borcun edası.