Hande Öğüt, "Bir 'Türkleştirme' serüveni", Radikal Kitap, 14 Ocak 2004
Geçmiş kötü günleri savuşturmak için "O günler gitsin bir daha geri gelmesin," muradını bir nakarata dönüştüren anneannesi Heranuş'un naçarlığına karşın, Fethiye Çetin, onun anılarını kaleme alarak bu coğrafyada yaşayan herkesin bildiği ama susmayı tercih ettiği saklı yaşamları açığa çıkartıyor. Böylece Fethiye Çetin, Walter Benjamin'in "tarihi güncelleştirmek için bugünü tarihselleştirmek"ten kastettiği şeyi ifa etmiş oluyor.
Sıradanlaştırılmış faşizmin boyutlarını; insanların 'biz' ve 'onlar' diye iki düşman safta 'taraf' olmaya sürüklendiği farklı tarihsellikler içinden –kâh anneannesinin anılarından (1915) kâh kendi gençliğinden (12 Eylül)– verdiği örneklerle aktarıyor Çetin. Tarihi güncelleştirirken bugünü de tarihselleştiriyor, böylece. Siyasi ve kültürel hayatımızın şekillenmesindeki en hassas tabulardan biri olan Ermeni sorununu, anneannesinin özyaşamını hikâyeleştirerek sunarken onun anısına bir saygı duruşunda bulunuyor ve nisyanla malul bırakıldığımız bir mevzuu neşter altına alıyor.
Anneannesi ile aynı yerde doğan, onun hayatının izini sürerek anılarını kitaplaştıran Fethiye Çetin, kendi yaşamından da kimi dönüm noktalarını aktarıyor; anneannesini daha iyi anlayabilmemiz için.
Bir tabu ve 'kara roman'
Ermeni ve Hıristiyan iken Türk ve Müslüman olmaya zorlanan Heranuş, (diğer adıyla Seher) üçüncü sınıfı başarıyla bitirdiği yıl (1915), jandarma, köyü basar. Köy muhtarı Nigoros Ağa, öldürülür. Erkekler birer ikişer götürülür; Heranuş'un dedeleri, amcası ve dayısı da götürülenler arasındadır. Kadın ve çocuklardan mülhem köy ahalisi, olan bitenin nedenini sorgular, dehşeti tenlerinde ve tinlerinde hissederken normal hayata dönemezler bir türlü. Ancak bu, yaşanacak olanların henüz ilk perdesidir.
Erkeklerin yasını tutma fırsatı bulamadan kadınlar da jandarma tarafından Halep'e sürgüne gönderilir ve uzun, acılı ölüm yürüyüşü başlar. İşte bu yürüyüş sırasında, annesinden zorla kopartılır Heranuş. Çermik Jandarma Komutanı Hüseyin Onbaşı, Heranuş'a; Karamusa köyünden Hıdır Efendi ise kardeşi Horen'e talip olur. Çığlık çığlığa yaşanan can pazarlığı nihayetinde İsguhi'nin direnci kırbaçlanarak kırılır. Ve bir daha da yolları asla birleşmez.
Uzun yıllar sonra, annesi ile babasının buluştuklarını ve Amerika'da yaşadıklarını öğrenir Heranuş. Ama 'muhtedi' olduğu için pasaport çıkartmaktan korkar, zaten okuma yazması da yoktur, çekinir, kaderine razı gelir ve mazisini, kaybettiği asıl anne babasını yüreğine gömerek çocuklarına, torunlarına sımsıkı sarılır. Ve ailesine hasret, kendi kimliğine sürgün gözlerini yumar. Peki, hayatı boyunca tüm zorluklara göğüs germiş bu kadın, gerçek kimliği söz konusu olduğunda neden kendini bu denli çaresiz hissediyordu? Neden ailesini ve kimliğini savunamıyor, isteklerinin arkasında duramıyordu?
Taner Akçam Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu adlı kitabında soruna, 'suç işleyen' açısından yaklaşır. Toplum, katliama ilişkin kendini suçlu hissetmemektedir. Yığınlar, devletle olan bu uzaklık sayesinde, kırımla aralarına mesafe koyma ve suçluluk duymama şansı elde eder. Suç duygusunun oluşmamasının önemli bir diğer nedeni ise katliamın bir cezalandırma eylemi olarak adlandırılmasıdır, Akçam'a göre. Sivil toplum düzeyinde katliam reddedilmemekte ama daha çok 'suç ve cezalandırma' mantığı çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu da bir ölçüde polisiyelerin mantığına ve polisiye romanın ideolojik kuruluşuna götürmez mi bizi?
Ünlü iktisatçı, marksist entelektüel Ernest Mandel polisiye romanı, bizzat suçun tarihiyle özdeş kapitalist burjuva toplumundaki 'suçun içselleştirilmesi' süreci olarak ele alır. Hoş Cinayet adlı kitabında, polisiyelerde ölümün, insanın yazgısı ya da trajedi olmadığını dile getirir. Ölüm yaşanan, acı, çekilen, korkulan ya da karşısında savaşılan bir şey değil; teşhir ve analiz edilecek bir şeydir artık, bir soruşturma nesnesi... Ölüm şeyleşmiştir. Öyle ya, 1915'te Heranuş ve akrabalarının yanı sıra binlerce Ermeninin ölüme gönderilişi, kendi yazgıları ya da bir insanlık trajedisi olarak açıklanamaz. Ortada ideolojik bir savaşım; kan dökücü bir tanrı vardır. Ölümler, o yıllarda korkunç, acı verici, dehşetengiz olgulardır; ancak zaman içinde ölüm, soruşturma nesnesine dönüşmüşlüğünü de yitirir; kabaca, acıya tuz basmayı öneren tarih, ölümü şeyleştirerek buhar eder: kamusal insanı çökertir!
Tıpkı Fethiye Çetin'in yaşlandıkça içindeki yalanla, kıvrılarak büyüyen yılanın kendini sokmasına izin vermektense 'konuşabilen' anneannesini dinledikten sonra çöküşü gibi. Duydukları karşısında dehşete kapılır; yaşadığı sarsıntıyı kimselerle paylaşamaz ilkin. Analitik zekâsının izinden giderek ipucu toplama yoluna başvursa da bir sonuç elde edemez, Çetin. Heranuş'un ölümünün ardından Agos gazetesine verdiği vefat ilanının, Fransa'da yayımlanan Haraç gazetesinde haber yapılmasıyla anneannenin Amerika'da doğan kardeşi Margaret ile ilişki kurulur. Nihayetinde Çetin, Amerika'ya gider ve uzak akrabaları ile buluşarak anneannesinin ebeveyninin New Jersey'deki mezarını ziyaret eder. Mezarlarına bir buket pembe gül koyarken onlardan, anneannesinden kendi adına ve onlara, bu inanılmaz acıları yaşatanlar adına bağışlanmayı diler.
Bağışlanma söz konusuysa ortada bir suç vardır, ki bu bizi yine Akçam'ın tezine götürür. Suç işleyeni anlamak kolay değildir, elbette. Çünkü biz, ahlâki açıdan kötü bulduğumuz bir davranışın, iğrençliğinden dolayı, insani olmadığını ilan etmeye yatkınızdır. Ve kendisine duyduğumuz nefretten dolayı da bu eylemleri yapanları anlamaya çalışmaktansa kaçmayı tercih ederiz. Hoş, bu bireysel bir suçsa onu affedebiliriz, ama ya örgütlü bir suç, bir devlet terörü ise? Suçun içselleştirildiği, hatta yadsındığı bu süreçte kendisi de şiddetten doğan, dolayısıyla şiddeti sürekli üreten, şiddetten beslenen ve git gide daha sınai bir ölçekte işlenen suça yol açan bizim gibi ulus devletleri, ironi yaparak bir edebi türe benzetmek gerekirse, en yakın tür 'kara roman' olacaktır. Zira kara romanda cinayete çözümlenmesi gereken bir mantık sorunu olarak değil; denetlenemez bir şiddetin kendini ortaya koyuşu olarak yaklaşılır. Ve sadece suçu işlemez kara roman; bir esrara, şiddeti de içeren daha ağır, daha baskıcı bir ideolojiye gönderme yapar; bir araştırma, gazetecilik, yerinde inceleme endişesi vardır. Ve bu aynı zamanda bir bellek sorunudur. Öğrendikleri ile bildikleri arasında korkunç bir uçurum büyüyen Çetin'in değerleri, duyduklarıyla tuz buz olur, içindeki korkunç karmaşa ile beyni çatırdar ve bu kapkara leke, herkesin üstünü kaplayacak diye korkar. Bellek zemininden oynar, korkunç bir zelzele ile kırılır orta yerinden: "En iyi okuyanlardan biri olduğum için öğretmenlerim her bayramda kahramanlık şiirlerini bana okuturlardı. Yüreğimden kopup gelen haykırışlarla seslendirdiğim 'şanlı geçmiş' şiirleri, korkuyla açılmış çocuk gözlerine, suda kaybolan çocuk kafalarına, günlerce kan kırmızı akan nehir sularına çarpıp paramparça oluyordu" (s. 55).
Bir insanın kendi tarihini unutturan, unutmaya zorlayan o el bizim tarihimizi de yazıyor ve yazmaya da devam ediyor. Ne yapmalı öyleyse? Tarihi güncelleştirmek için bugünü tarihselleştirmeli... Ve yazmalı, bıkıp usanmadan.