ISBN13 978-975-342-492-9
13x19,5 cm, 120 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Torunlar, 2009
Utanç Duyuyorum!, 2013
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Karin Karakaşlı, "Ruhun şâd olsun Anneannemiz", Agos Gazetesi, 10 Aralık 2004

O ilanı hâlâ hatırlar mısınız siz de? 11 Şubat 2000’de Agos’ta çıkmıştı. O güne kadar insan hakları kuruluşlarındaki çalışmalarıyla da tanıdığımız Avukat Fethiye Çetin, bu kez bir torun sıfatıyla ninesinin ölüm acısını paylaşıyor ama aslında “Onun adı Heranuş”tu diye başlayan satırlarda bundan çok daha fazlasını yapıyordu. 95 yıl boyunca tornunun tornunu görecek denli dolu dolu bir yaşam süren Seher Nine’nin Palu’da Heranuş Gadaryan olarak başlayan yaşamını anlatan Fethiye Çetin, 1915’le birlikte tabulaşmış bir dramın kapısını aralıyor, birinci elden bir tanığın, bir tanecik anneannesinin Amerika’da yaşayan ama izini kaybettikleri Ermeni akrabalarını arayarak ölüm acısını kavuşma umuduna dönüştürmeye çalışıyordu.

Başardı da... Agos’ta çıkan ilan Fransa’da Haraç gazetesinde de bir yazının konusu olunca kendisi de Habab köyünden ve Gadaryanlar’ın uzaktan akrabası olan Başepiskopos Mesrob Aşçıyan, ailenin peşine düştü ve Heranuş’un yüzünü hiç görmediği, ABD’de doğmuş kızkardeşi Margret’e ulaştı. Bağ kuruldu, ailenin Türkiye ve ABD sac ayakları biraraya geldi.

Ama bu kadarı yetmedi Fethiye Abla’ya. Sanki eskisinden bile daha çok duruldu. Gizli bir vasiyetin izini sürer gibiydi huzursuz gecelerde.

Ta ki o iç sıkıntısını, yürek burkucu bir kitaba dönüştürene kadar...

O günler gitsin, bir daha geri gelmesin

Okumayanların hayatında bir şeylerin yarım kalacağını düşüneceğim denli tüyleri diken diken eden bir ibret kitabı var artık elimde. Anneannem, Fethiye Çetin’in bizlerle paylaştığı en gizli hazinenin ta kendisi.

Kökenini zorla ardında bırakmış ve bir gün bile şikâyet etmeden yeni bir din ve dille bambaşka bir yaşama başlamış anneannenin yıllar süren suskunluğunu belki de o büyülü tek cümlesi anlatır en iyi: “O günler gitsin, bir daha geri gelmesin...”

İşte o anneannenin belli ki gönül yoldaşı bellediği tornuna açtığı hayatının sırrı ile başlıyor Fethiye Çetin’in yaşamını dönüştüren süreç: “Anneannemin hikâyesini ilk öğrendiğimde gerçekten çok sarsıldım. Benim ailemden aldığım sağlam bir adalet duygusu var. Bunda anneannemin payı da çok büyük. O hayatı boyunca hep mazlumun yanında oldu, haksızlığa karşı durdu. Sanırım benim de ondan aldığım bazı şeyler vardı. Bu olaydaki o dram beni çok etkiledi. Kitapta belki tam anlatamadım ama gecelerce uyuyamadım ta ki o kitabı yazana kadar. Yazarken hep ağladım. Hem ağladım, hem yazdım. Bunu bir anlamda kendime görev bildim” diyor Fethiye Abla ve kitabı kendisine yazdırtan o mecburiyet duygusunu paylaşıyor tüm samimiyetiyle. “Gerek eğitim sistemimizde, gerek toplumda, gerek siyasette tam aksi söyleniyor, sanki bütün bunlar olmamış gibi davranıyorlar. Bu inkâra karşı durmanın, olanları duyurmanın öncelikle anneanneme karşı görevim olduğunu düşündüm. Sonra anneannem çok istediği halde onu yaşarken akrabalarıyla buluşturamamış olmanın suçluluk duygusu içine girdim. Belki bunun da etkisi oldu.

Biz tarihte yaşanmış bu acılar üzerinde kafa yormadıkça, bunları günlük hayatta konuşulur hale getirmedikçe böylesi acıları yaşamaya devam edeceğiz. O nedenle belki ben görmeyebilirim ama ilerde bu acıları bir daha kimsenin tatmamaması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bu kitap bu yolda minicik bir katkı olacaksa, bu da beni en azından mutlu kılar.”

Sen bizim tarafa benziyorsun...

Minicik katkı sözü Fethiye Abla’nın her zamanki alçakgönüllülüğü yoksa o en mahremin paylaşıldığı kitabın insan üzerindeki etkisini balyoz sözü daha iyi açıklar. Bir kere okur gibi değil de el ele vermiş bir anneanne ve tornun yanına çömelen, en mahremlerine dahil olan sırdaşları gibi hissediyorsunuz kendinizi. “Ben bütün mahremiyetimi, özelimi sundum ama sanırım kitabı etkili kılacak olan da o çünkü birebir ve gerçek. Her şey sahici,” diye onaylıyor Fethiye Abla da. O sahicilikte bu hayatta insanoğluna bahşedilebilecek en büyük sevinç ve acıların toplamı gizli.

“Yetişince farkettim ki aslında bunu ailede herkes biliyor ama bir biçimde bizi korumak adına herhalde evin içinde konuşulmuyor, gizleniyor. Derken anneannem isimleri vererek ‘Ailemi bul,’ dedi ve bunu benden başka kimseden istemedi. Bunda neyin etkisi vardı bilemiyorum ama çocukluğumdan itibaren başarılarımda benimle övünme, ‘Sen bizim tarafa benziyorsun,’ ifadesi, benim de haksızlıklara karşı duruşum sanırım bunların etkisi oldu.”

Sonrası çorap söküğü gibi geliyor. Yılların suskunluğu en özelinden bir anneanne-torun muhabbetine dönüşüyor zaman içinde. “Ben üzerine düştüğümde öyle bir açıldı ki artık benim yolumu gözler oldu ölünceye kadar. Ve benim elimi tuttuğunda hemen başlıyordu eskilerden anlatmaya, ailesinden, köyünden anlatmaya. Bir olayı birkaç kez anlatıyordu, bir çözülme içersine girmişti. Sanıyorum o zamana kadar kimseyle de bu kadar rahat konuşmamıştı” diyor Fethiye Abla dalgın gözlerle.

O anlatılanların içinde neler yok ki... Hovannes ve İsguhi Gadaryan’ın sevgili kızları Heranuş’un müzikle yoğrulan, Ermenice’yi hemen söktüğü, mektuplar yazdığı Palu’daki mutlu çocukluk günleri. Derken bir gün tüm erkeklerin bilinmeze götürüldüğü, çoluk çocuk tüm kadınların yollara düşürüldüğü ölüm sürgünü... Babaanneleri tarafından suya atılan çocuklar, çıldıran anneler ve Heranuş’u yanına alan, eşi Esma’nın soğukluğuna karşın ona sevgiyle babalık eden Çermik Jandarma Komutanı Hüseyin Onbaşı...

Biz bir aileyiz

Yazık ki on yıllar boyu birkaç kez yinelenen aileyi bulma girişimleri araya giren mesafenin, kimi yanlış anlamaların, iletişimsizliğin etkisiyle başarısızlıkla sonuçlanmış.

“Amerika’daki akrabalarım özellikle anneannemin annesi babası sağken, anneannemle buluşmak için çok çabaları var. Fakat ne yazık ki bu gerçekleşmediği gibi artık anneannemin Müslüman olduğu ve onlarla görüşmek istemediği intibası ortaya çıkıyor. Çünkü büyükdayım oraya gittiğinde onlarla ‘Benim annem Ermeni değildir, Müslümandır,’ diye kavga ediyor. Marge Teyze ‘Ablam benim hakkımda iyi şeyler düşünsün diye hediyeler aldım anneanneme, teyzeme, anneme. Bir teşekkür mektubu dahi gelmedi,’ dedi sonradan buluştuğumuzda. Oysa ben biliyorum ki o kitapta anlattığım annemin her sandığı açışta çıkardığı sabahlık, eline aldığı tarak, ayna bunlar Marge Teyzenin hediyeleriydi ve onları hep gözü gibi korudu, ‘Bunu bana teyzem göndermiş,’ diye açıkladı bana.

O yüzden ilişkimiz kurulur kurulmaz Marge Teyze’nin oğlu Richard bana ailenin diğer fertlerinin bu temasa nasıl yaklaştığını öğrenmek istedi. Ben buradan onların resimlerini götürdüm hepsini tek tek anlattım onlar da tüm aile üyelerim için özel hediyeler verdiler bana.

Hava alanındaki karşılaşmayı unutamıyorum Richardla sesli sesli uzun uzun ağlaştık. Gidene kadar yaşadığım tüm tedirginlik uçtu gitti. O an aile olduk...”

Şifa niyetine...

Fethiye Abla’nın ailesinin tüm bireylerinin saygılı bir mesafeden izlediği bu iç döküşler, anneanne yaşarken ürününü vermese de bugün artık yalnızca Çetin ve Gadaryan ailelerinin kaynaşmasının değil, kimbilir belki de çözümsüzlüğe kilitlenmiş tarihi bir sorunun üstesinden gelişte küçük ama bir o kadar büyük bir adım oluşturacak. Bu hikâyede, yaraların karşılıklı sarılışında, anneannenin vakur duruşuyla tornunun gururlu anlatımında öyle bir şey var ki saygıya davet ediyor insanı. Evrilemez hiçbir şey olmadığı noktasında dinler üstü bir inançla donatıyor insanı.

“Ben kavga ve öfke dolu tartışmalardan ziyade yüreğimi oraya koydum çünkü anneannemin öyküsü çok insani ve sanıyorum ancak yüreklere ulaşırsak düşünmeye başlayacaklar,” diyor Fethiye Abla.

O şifaya yalnızca buradaki Türk ve Ermeni toplumunun değil, bu topraklardan dünyaya yayılmış Diaspora’nın yeni kuşaklarının da ne denli ihtiyacı olduğunu Richard’ın aile sofrasında yaptığı içten konuşma tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: “Kırımla ilgili ilk hikâyeleri dört beş yaşında küçük bir çocukken öğrendim. Hayatım boyunca Türkler’den çok korktum. Türklere karşı derin bir nefret besledim. Kırım olayının inkârı her şeyi daha da kötüleştirdi. Sonra sizlerin de Türk ama aynı zamanda ailemizin bir parçası olduğunu öğrendim. Şimdi bütün bu parçalarıyla bu büyük aileyi seviyorum ve diğer kuzenlerimle de tanışmak hatta onlarla müzik yapmak için can atıyorum. Ancak kırım olayını inkâr edenlerden hâlâ nefret ediyorum ve onları hiçbir zaman affetmeyeceğim.”

İki demet pembe gül...

Derken Fethiye Çetin alıyor sözü kitabın içinden. Bir yarayı sarıyor, sağaltıyor usul usul. “Anneannemin anne ve babasının New Jersey’deki mezarı. Orayı ziyaret ettiğimizde akşam olmak üzereydi. Çiçekçilerin çoğu kapamıştı. Bulabildiklerim arasında en iyileri pembe güllerdi. İki demet gül aldım. Hovannes ve İsguhi’yi aynı mezara gömmüşlerdi. Mezarın başucundaki plaketin yanına gülleri koyarken onlardan, anneannemden, hepsinden, kendim adına ve onlara bu inanılmaz acıları yaşatanlar adına bağışlanmayı diledim.”

Üzerine büyük büyük sözler edilen, tezlerin anti-tezlerin, propagandaların, kampanyaların yürütüldüğü bir dramı, insanlık boyutuna geri çekiyor Fethiye Çetin’in kitabı. Ölenleri, istatistiki rakam tartışmalarından, kalanları mâhkum kaldıkları sırlar aleminden çekip çıkarıyor, tam karşımıza dikiyor. Bize ise tek bir şey söylemek kalıyor hissettirilen onca yoğunluğun üzerine:

“Ruhun şâd olsun Anneannemiz.

Tornunla ne kadar gurur duysan azdır.”

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X