Halim Şafak, "Dil acımasızdır", İmlasız, Sayı 2, Temmuz-Ağustos 2003
bir
Roman dili gündelik dilin dönüşmesi olarak pek anlanmaz. Gündelik verili dil romanda tam anlamıyla bir farklılaşmayla ve kendini yıkarak ortaya çıkmaz. En azından bizde yazılan romanlarda genelde bu böyledir. Şiirsellik, imgesellik ve daha başka kimi arayışlar ve biçimsel yenilikler, savrulmalar kuşkusuz roman dilinde bir kırılmadır ama; buradaki asıl sorun yazılan romandaki dilin aldığı biçim ve içerdikleridir. Dilin anormalleşmesi, yıkıcılıkla ortaya çıkması, yıkmayı hedef almasıdır. Dil okuru sarsmanın en önemli yoludur. Bu yüzden romanda geliştirilen dilin günümüz dünyasında o sarsmayla dönüştürme ve yıkma gibi bir özelliği sahiplenmesi gerekir. Bir bakıma dil okuru mahvetmelidir. Buradaki mahvetme pratiğinin bir yandan da romanın kendisine dönük olması da başka bir taleptir.
Murat Uyurkulak’ın ilk romanı Tol bu bağlamda dil ve insan olgusunu tartışabileceğimiz özelliktedir. Tol’un roman olarak yapı ve kurgusunu dil ve insanın acısıyla ilişkilendirerek farklı çıkarımlar yapmamız mümkündür. Bu yazının meramı dili üstünden Tol’u irdelemektir. Derdim birey insanın edepsizliğinin ve bayağılığının romanın diline dönük açılımlarını ve bunun sonuçlarını tartışma konusu etmektir.
iki
İki kişinin İstanbul’dan Diyarbakır’a uzun tren yolculuğunun geçmiş ve bugün arasında acı bir yolculuğa dönüşmesi Tol’un asıl eksenini oluşturur. Tol, roman bütünlüğü içinde birbirleriyle bağlantılı öykü parçalarıyla kendini ve babasını başka bir deyişle dünyayı tanımaya ve yıkmaya çalışan bir düzeltmenin bir şairle geçen yolculuğudur.
Romanda tanımaya ve dahil olmaya çalışılan iktidarlaşmayanların dünyasıdır. Oluşturulan dil de iktidarlaşmayanların dilidir. Bu özelliğinden dolayı da Tol öncesinde sonrasında "devlet" ve "iktidar" olgusuna karşıdır. Tartışılan da insanın devlet ve iktidar olgusu karşısındaki anormal durumudur. İktidarlaşmayanların dünyası da devlet olgusundan uzakta yaşanan devletsiz bir dünyadır. Ama bu devletin onlara olan ilgisini hiçbir biçimde ortadan kaldırmış olmaz!
Romanın düzeltmenin babası ve geçmiş üstünden dünyayı sorgulamaya yöneldiği de belirtilmelidir. Dünya (sol dünya dahil) içinde de iktidarlaşmayanların durumu ayrı bir ilgi konusudur. Dünyaya yönelik bu olumsuz bakış romanın devlete yönelik bakışını hiçbir biçimde zayıflatmaz. Tersine o devlete karşılıktan dolayı sol dünyanın da sorgulanması gündeme gelir. Bu bağlamda Tol devlet kadar sol dünyayla da bir hesaplaşmadır. Roman kişilerinin anormalliği de doğrudan sola yönelik bir tutumdur.
Roman kişilerinin anormalliği insana bu dünyada yer açmayla yakından ilgilidir. İktidar talebinin ve otoritaryenizmin kendi biçimi dışında başka biçimlere hayat hakkı tanımadığını hatta düşünce olarak bile buna izin vermediğini biliyoruz. Roman kişilerinin ise büyük bölümünün belirlenmiş ve kurgulanmış insan tipinden başka bir şey olduğu bellidir. Bu halleriyle iktidar anlayışının hiçbir biçimde onları kabullenemeyeceği açıktır. Bu yüzden dışlanmışlardır, ötekidirler. Bu bağlamda Tol öteki’nin, öteki’lerin romanıdır. Öteki’lerin dünyası romanda müthiş bir iktidar karşıtlığıyla otorite ve devletle çarpışmaktadır.
Okuru asıl etkileyen olgu ise yazanın geçmişe ve geçmişin oluşturduğu dünyaya başka bir bağlamda duygusal yaklaşımı ve bağlılığıdır. Denebilirse Tol duygusallıkla örülü bir romandır. Buysa yaşanan ve okurun dahil edildiği acının doğurduğu bir etkileşimdir. Bir yandan da söz konusu duygusallık romanın insana ilişkin vurgusunu kalınlaştırıp daha belirgin hale getirir. Acıysa müthiş bir duygusallıkla yaşanır. Romanın bu özelliği geçmişe ilişkin bir doğallığı da belirginleştirmiş olur. Romandaki duygusal tavır bu bağlamda yazılanın şiirsel yanını da oluşturur. Şiirsellik o duygusallıkla romanı belirler.
üç
Tol öykülerin oluşturduğu bir romandır. Bunun romana ilişkin tercihlerden biri olduğu söylenebilir. Ama bu öyküler arasında bir bağ olmadığı anlamına gelmez. Tersine bağımsız gibi görünen öyküler birbiriyle ilintilidir.Tol’daki öyküler arasındaki ilişkilendirme ve bağın bildik "kurgu"yu içerdiği pek iddia edilemez. Öyküler arasında kurgudan çok kendiliğinden oluşan bir bağ söz konusudur. Murat’ın istediği bu muydu bilmiyorum ama böyle bir yapının oluşmasının romanın lehine olduğunu belirtebilirim.Romanı öykülerin oluşturmuş olmasını da yazılanın oluşturacak olduğu dile ilişkin bir imkân olarak görüyorum. Tol’un duygusal ve şiirsel dilinin bir bakıma bu öykülerden özelde de şiirle öykünün arasındaki şiddetli ilişkiden kaynaklandığını düşünüyorum.
Tol bu özelliğiyle kendini büyük ölçüde kurgusallıktan kurtarmaktadır. Murat’ın Tol’da kurgusallığa fazla ilgi göstermemesi anlatılmak istenenlerin ihtiyaç kabul ettiği bir tavırdır. Bu sayede Tol tarihini yazdığı insanların dünyasıyla uyumlu bir roman özelliği kazanır. Kaldı ki, Murat’ın romanında konu ettiği iktidarlaşmayanların belirlenmiş bir biçimi zaten hiçbir zaman olmamıştır, yoktur.
dört
İktidarlaşmayanların öne çıkan iki özelliği vardır. Bunlardan birisi sözcüğün tam anlamıyla insan olmalarıysa ikincisi insanlıklarına bağlı olarak iktidar karşıtlıklarıdır. Kurgu değillerdir. Buradaki iktidar karşıtlığını bütün iktidar biçimlerine ve otoritaryenizme karşıtlık olarak okumamız mümkündür. Romanda söz konusu edilen insanların normallik haline gelen anormalliklerini bu iktidar karşıtlığı oluşturur. Çünkü iktidar karşıtlığı normallik olmaktan çok bir anormallik halidir.
Bu bağlamda Tol’un insanın anormalliğinin yanında yer aldığı rahatlıkla iddia edilebilir. Üstelik verili olan açısından anormalliğin tam anlamıyla bir muhalifliği, karşılığı içerdiği görülecektir. Bunlara bağlı olarak belirtilmesi gereken başka bir ayrıntı ise roman kişilerinin büyük çoğunluğunun psikolojisinin bozukluğudur. Bunun da anlaşılır olduğunu düşünüyorum. İnsansal olmayanın normallik olarak sunulduğu bir dünyada anormalliğin ve psikolojik bozuklukların "normalliği" temsil ettiği belirtilmelidir. İnsanın insanlaşma eylemi zaten sözü edilen "bozukluğun" ta kendisidir. İktidarın/iktidarların oluşturduğu dünyada insanı belirleyecek olan anormalliktir. Çünkü anormallik normallik kadar iktidara karşıtlıktır. İktidara karşı bir durumdur.
beş
12 Eylül 1980 öncesi ve sonrasının yani son elli yılın birey insan temelinde ele alınışı bu iki döneme yönelik bir hesaplaşma düşüncesi kadar bir intikam duygusunu da somutlaştırır. Çünkü iktidarlaşmayanların hayatı yenilginin ve kaybedenlerin tarihidir.
Buradaki hesaplaşma ve intikam duygusunu iki insan özelinde bireyliğin şiddetli acısı olarak görmek mümkündür. Anlatılanın, belirlenenin ve kurgulanın aksine başka bir geçmiş ve bugün oluşturma talebidir. İki olgunun ihtiyaç kabul ettiği kadar şiddetlidir. Bu anlamda Tol roman olarak bir yadsıma ve reddetmedir. İkisinin beslediği yenilenme talebi ise müthiş bir kuşkuyla dillendirilir. Hatta bunun bir yenilenme olup olmadığı da tartışılır bir durumdur. Belki insanın ilkelliğinin bir kez daha yaşanmasıdır. Bu anlamda da insanın kendileşmesine yönelik bir çağrıdır.
Son elli yıl böyle de okunabilir. Elli yıl şimdiye kadar daha çok verili bir bakış açısıyla yazılanlarda söz konusu edildi. İnsana ilişkin durumlara ya değinilmedi ya da yüzeysel değerlendirmelerle yetinildi. Buysa insana ilişkin çıkarımlarda bulunmanın önünde engeldi. Oysa Murat’ın romanındaki dil büyük ölçüde bu verililiği kırılmaya uğratmaktadır. Tol insanı bütün kötücüllüğü ve olumlu yanlarıyla ortaya koymaktadır.
altı
Tol’da asıl dikkat çekici olan ise sürekli acıya ilişkin esaslı vurgudur. Acı insana ilişkin bir duygu ve haz olarak karşı çıkıldığı kadar olumlanır. Olumlama ise yazanın ve yazının asıl zorluğudur. Bu zorluk hiçbir biçimde acıyı ihtiyaç olmaktan çıkarmaz. "Acı olumlanması gereken bir şeydir ve, hiç kuşkusuz, olumlanması en zor şeydir de. Acı gerçek olanın gerçekliğine bir çağrıdır ve bu yüzden bizim gibi mahlukların en çok ihtiyaç duyduğu şeydir." (Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik. Ayrıntı,1999)
Murat Tolbağlamda Diyarbakır’a doğru zamanın egemenliğini hızla yararak ilerleyen tren birey insanın kendine yolculuğudur. Üstelik yalnızca acının gerçeklik kazandırabileceği bir yolculuktur. Zamana ise romanda sürekli belirsizleştirilerek karşı çıkılır. Zamanın egemenliği ve insan üstündeki belirleyiciliği o zamansızlaştırma sayesinde ters yüz edilir. Ama okurun Tol’u istediği zaman ve düzlemde okuma talebinin aynı zamanda yazanın da talebi olduğu bellidir.
Acı geçmişe ve bugüne yönelik hatırlamalarla insanın kendiliğinin yolunu açar. Hatırlamanın ise bir yaşantılamadan çok hayatın kendisi olduğu belirtilmelidir. Müthiş bir yaşama ve hayatta kalma isteğiyle bu hatırlamanın izi sürülür.
Hatırlama için insanın ihtiyaç kabul ettiği ise düzenli algının bozulup yerini düzensiz algıya bırakmasıdır. Ancak algının düzensizliği böyle bir hatırlama karşısında yaşamayı sağlayabilir.Tol’da yer alan kişilerin neredeyse hepsinin alkoliklerden oluşmasının yegane açıklaması da budur. İnsanlar alkolle kendilerine kimi zaman altından kalkamayacak kadar "güç" uygularlar. Hayatının düzensizliği ise "kendi hayatı pahasına" yaşama isteğine bağlanabilir. (agy) Bunu Thoreau’dan hareketle"sahici bir deneyim" yaşamak olarak anlayabiliriz. (agy)
Tol’un ortaya koyduğu hayat/lar bir deneyimdir. Bu deneyimler ise bugüne yönelik olarak kuşkusuz yeni deneyimlerin ve hayatların kapısını aralar. İki insanın tren yolculuğu özünde hayata ilişkin bir deneyimdir. Üstelik bu tren yolculuğu doğrudan hayatın içine olduğu kadar dışınadır. Bir bakıma dünyadan kurtulma isteğidir. Oysa Tol’u okudukça dışarı çıkmanın Sartwell’in deyimiyle "dünyaya karışmak" olduğunu anlarız. (agy) Hatta buradaki dünyaya karışmayı yine dünyadan "kurtulmak" olarak okumak da mümkündür. Tren yolculuğunun asıl oluşturduğu ise yaşanan dünyayı anlamak isteği kadar yeni bir hayat/dünya oluşturma ya da istediğini istediği gibi yaşama çabasının sonucudur.
Tol baştan sona bunun bir kurtulmama hatta kurtulmak istememe olduğunu imler durur. Çünkü "dünyadan kurtulmanın tek yolu da tamamen dünyaya gömülmektir" (agy) Üstelik "Kişi daima dünyayla iç içedir ve dünyayı araştırmak kişiyi giderek daha fazla dünyanın içine sokar." (agy) Bu bağlamda Tol dünyaya dahil olmanın birey insanda oluşturduğu çarpışmadır.
yedi
Gündelik dil yazı dili karşısında başkalaşım geçirirken içerdiklerinden de büyük ölçüde kurtulur. Özellikle gündelik dilin hareketliliği yazı dilinde durağanlaşır. Birey insan katında yıkıcı bir özellik kazanan gündelik dil yazılanda başka bir bağlamda pasifleşmenin imkânı olur.
Gündelik dilin birey insandaki olumsuzluğu ve kötücüllüğü ortadan kalkar. Bu noktada edepsizlik ve bayağılıktan dolayı dilin içerdiği yoğun anlamlar sarsıcılığını kaybeder. Söz konusu kaybı insanın doğallığının ortadan kalkması olarak anlamak mümkündür. Günümüz romanında genelde insanlar kadar onların dili de mekanik ve yaşamasızdır. Mekanik olanın soğukluğu doğal olanın içtenliğini ve ilkelliğini acımasızca yok eder.
Bunu insanın kendinden uzaklaşması, kendine yabancılaşması, kendiyle arasına bir mesafe koyması olarak anlamak mümkündür. İnsanın kendiyle arasına koyduğu uzun mesafenin bir diğer anlamı kendini soyutluyor olmasıdır. Günümüz romanında insanın kendini dışlaması bu soyutlukla belirir. Bu durum insanın kendiliğinin, kendi olmasının zorluğu ile yakından ilgilidir. Belirlenmişi yaşayan insan ise hiçbir zaman kendisi olmayacaktır. Başkasının belirlediği biçim ve biçimlerde yaşayacaktır. Şiddetle ve çığlık atarak belirtilecek olansa açıktır: "insan olmak kendi olmamaktır!"
Kendi olmanın zorluğundan dolayı da insan yapı olarak kendi olmamaya eğimlidir. Buysa insanı yine kendi iç dünyasında varlığını tartışmalı hale getirir. Sartwell’in deyimiyle günümüzde insan iç dünyasında kendine karşı bir tür soyutlama haline çoktan gelmiştir. (agy) Birey insanın en tahammül edemeyeceği şey bu soyutlamadır. Tol ise bu soyutlamaya kesinkes karşıdır. İnsanın gerçekliğinden şüphe duymamızın boş bir çaba olduğu yineler durur. İnsanlar vardır ve soyutlamaya yönelik ağır müdahalelere rağmen istedikleri gibi yaşamaktadırlar. Yaşadıklarının acı olması bunu hiçbir biçimde değiştirmez.
sekiz
Başa dönersek dilin acımasızlığının düşünsel arkaplanını insanın acısı oluşturur. Dilin acımasızlığı ise insanın acısıdır. Acı ve acımasızlık dili aktif hale getirir. İnsanın acısı bu ilintiden dolayı dilde bütün şiddetiyle ortaya çıkar. Verili olanın dile ilişkin ayrımları ise çoğunlukla bu şiddeti bastırma amaçlıdır.
Verili dil hayatın içindeki dilin ayıklanmasından oluşur. Özellikle bedeni hatırlatan bir dilin dil dışı ilan edilmesi verili dilin asıl belirleyicisidir. Bu bağlamda dile ilişkin "argo" yada "müstehcen" gibi ayırmalar bu verililiğe ilişkindir. Böylesi bir ayrım insana uzaklığından dolayı baştan tartışmalıdır.
Sartwell’in "’en yüce’ olan en bayağı olandadır." (agy) demesi insanı ve bedenini bütün ayrımlar karşısında insana ilişkin tek bir gerçeğin parçası haline getirir. Arzu-haz ve acı’nın biçimlendirdiği şey insansal olan tek gerçektir.
Dile yönelik faşizan tavır bu bağlamda insanın içgüdülerinin gemlenmesine yönelik önemli bir araçtır. Modern dünya dilden başlayarak insan ve bedeni üstünde bir baskı oluşturur. Egemenliğin asıl oluştuğu yerse dildir.
dokuz
Son elli yılın romanı yenilerde yazılıyor. Şimdiye kadar yazılan romanların genel özelliği hayatı ve insanı ifade etmede içine düştüğü zorluktur. Günümüz romanına ilişkin dilsel sorunla da burada karşılaşırız. Çoğu zaman oluşturulan dil ve kişilikler hayattan uzakta durmanın asıl nedenidir. Buradaki durumu oldukça ideolojik bulduğum belirtmeliyim.
Bir bakıma romanda insanın hallerinin tekdüzeliği ve kurgusallığı yaşantılamayı engelleyen ideolojik bir durumdur. Söz konusu ideolojik durum insanın "olumsuzluğuna" ve "kötücüllüğüne" karşı bir eleştirellikle belirir. Bu bağlamda günümüz romanında insan bir eksiklikle –doğal olanın ve kendinin eksikliğiyle– ortaya çıkar. Kendine giydirilmiş bir dil ve rolle aramızda dolaşır.
Bu büyük ölçüde dilin oluşturduğu bir yaşamasızlık olduğu kadar insana bakışın sonucudur. Romanda oluşturulan insana ilişkinlik böylelikle tartışmalı hale gelir. Okuduklarımızda karşımıza çıkan ilişki kurmakta zorlandığımız insan suretinde başka bir prototiptir. Hayatın içinden çekip çıkarılanlar romanda oluşturulan hayata dahil olduklarında hayata ilişkin bütün özelliklerinden kurtulurlar. Doğallıklarını kaybedip sentetikleşirler. Buradaki durumu romanın kurgusuyla açıklamaksa oldukça zordur.
Müstehcenliğin bir "sarsma tekniği" olduğunu biliyoruz. Ne var ki, müstehcenlik günümüz romanında erotizm daha ileride de pornografi olarak ortaya çıkıyor. Sonunda da insan hayatıyla pornografik bir ilişkiye dönüşüyor.İtirazım müstehcenliğin bunlarla sınırlanmasınadır. Başka bir deyişle erotizmin ve pornografikliğin yıkıcılığının yerine görüntülerin öne çıkarılmasıdır. Pornografinin görüntü ve gösteriyle sınırlanmasıdır. Bu verili bir pornografiklikdir. Oysa müstehcenliğin asıl oluştuğu yer yazılanın dilidir.
TolMurat romanında bu dili özellikle öne çıkarmaktadır. Onu dışlamak isteyenlerin karşısında yer alarak onu hayatın içinde tutmaktadır. Üstelik Tol’daki dil hayatın ve onun acımasızlığının dilidir.
Edepsizliğin ve bayağılığın dilinin toplumsal olandan dışlandığını biliyoruz. Hatta bunun tam bir "kazıma" faaliyetine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Sartwell bu durumu şöyle açıklar: "İncelikli bin bir yol denenerek edepsiz sözcükleri tamusal söylemden kazıma gayreti, o aman vermez bedensellik gerçeğini unutma gayretidir." (agy)
İnsan için belirleyici olan bedensel olandır. Bedeninin özgürlüğüdür. Bundan bedenin dilinin de özgür olması gerektiği anlamı çıkar. Oysa kamusallık bedensel olanı unutma, unutturma üstüne kurulmuştur. Jean Genet "Büyük sanatçının rolü, her kelimeyi değerlendirmektir." derken bu hatırlatmanın gerekliliğini belirtmiş olur. Genet’ye göre: "bu kelimeler varlar. Eğer var iseler onları kullanmak gerekir, yoksa onları icat etmeselerdi."(Jean Genet, Açık Düşman. Metis,1994)
Murat’ın romanında asıl meramı bu mudur bilmiyorum ama kaynağı ve nedeni ne olursa olsun romanının dilini iktidarlaşmayanların dili oluşturmuştur. Romanını günümüz romanlarından ayıran asıl özelliği budur. Dili kamusal alandan kazıma gayretlerinin tersine orada oluştuğunu göstermektedir. Toplumsal hayatın içindeki dilin varlık nedeninin de insanların kendisinin olduğunu belirtmektedir. Verili olanın normalleştirme çabalarının tersine dilin anormalliğini ve acımasızlığını duyurmaktadır. Benzer bir durum insan davranışları için de geçerlidir. İnsanların diliyle davranışları uyum içindedir. İnsan davranışıyla dili arasında bir eşitlik ilişkisi söz konusudur. Şiddet, saldırganlık gibi olgular da aynı bağlam içinde değerlendirilmelidir.
Tol bu özellikleriyle verili, belirlenmiş ve kurgulanmış olanın karşısına insanın arzusunu ve yaptığını koymaktadır. Romanda sıklıkla duyulan acının da asıl nedeni de bu arzu ve yapılanlardır. Burada bir baskılamadan çok özgürleşme söz konusudur. İnsanın özgürlüğünün davranışlarındaki ve dilindeki karşılığı bulup çıkarılmaktadır.
Tol bu bağlamda doğrudan insanın geçmiş ve bugün okumasıdır. Roman bunu oluşturmaktan çok doğallığı için de okura sunmaktadır. Özellikle belirginleşen hüzün ve kaybetme duygusuna okurun dikkatini çekmek isterim. Ne var ki, ordaki kaybetme duygusu yeni deneyimlerin de motorudur. Kaybetmek bir korku olmaktan çok yaşamaya nedendir. Kaybetmek için yaşamak gerekir. Romandaki ölümle hayat arasındaki gidip gelme de yaşama duygusunu ve isteğini çoğaltan başka bir etkendir. Buysa iktidarlaşmayanların yaşama isteği ve çabasıdır.
"- horlananları, dışlananları, kenardakileri sevmezsek şansımız kalmaz, tadımız hiç olmaz.
-Biraz açsan?
-Yerlileri, ibneleri, kadınları, çocukları, sakatları, bitkileri, hayvanları, taşı toprağı sevicez.
-Ayyaşları?
-En çok onları.."
yukarıdaki diyalog bunu bütün açıklığıyla gösterir.
on
Murat’ın ilk romanı Tol birey okuru yazdığı acının içinde görmekte ve peşinen acının paylaşıldığını kabul etmektedir. Bu yüzdenTol okurun acı duyarak okuyacağı bir yapıttır. Murat’ın Tol’da yazdıklarıyla acılarından kurtulduğunu ise hiç sanmıyorum. Çünkü yazının acımasızlığı öncesinde sonrasında okurdan önce yazanı karşısına alır. Murat’ın bu romanı yazarken çok acı çektiğini düşünüyorum. Tol’u yazmakla bu acılarından kurtuldu mu yoksa yazdıkları yeni acıların başlangıcı mı oldu bu sorunun yanıtını ancak Murat verebilir. Bana sorarsanız Murat eskisinden daha fazla acı çekiyor. İçtiği her sigaranın, doldurduğu her bardak rakının,biranın, şarabın bu acıyı daha da çoğalttığını biliyorum. Öyleyse okur Tol’u okurken insanın acısının hiç bitmeyeceğini peşinen kabul etmelidir. Tol insanın acısını paylaşmak kadar onu birlikte yaşamaya çağrıdır. Okura düşense bu çağrıya kulak vermektir.