ISBN13 978-975-342-405-9
13x19,5 cm, 116 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Kıyısız, 1997
Taş Hücre, 2000
Tahta Saplı Bıçak, 2007
Hüküm, 2016
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Emine Bora, “Geçip gidenin ardından”, Virgül, Eylül 2003

"Kuracağım dil, konuşulacak, aktarılacak, hatta düşünülecek bir dil olmayacak. Azalttığım her ses, kullanmadığım her sözcük ölümü daha da yakınlaştıracak bana." Taş Hücre'de karakterlerinden birine söylettiği bu sözler Türker Armaner'in metninin ilk kitapla son kitap arasında aldığı biçimi de özetliyor gibi. İlk kitap Kıyısız yer, mekân, kişi tanımlarıyla klasik denebilecek bir tarzda ilerlerken, Taş Hücre'de bu işaretler neredeyse yarıya inmiştir. Dalgakıran'da ise karakterlerin adı bile yoktur artık. Figürlerdeki bu belirsizlik, seyrelme, azalma bir anlamda fazlalıklarından kurtulma işlemi gibi de değerlendirilebilir. Bu fazlalıktan biçimsel bir arınma değil, ama daha zihinsel, daha içe dönük. Aslında yazar insandan çok mekâna ve zamana güvenir gibidir; insan kırılabilir, saldırıya uğrayabilir. Kişi pek çok açıdan bir mekândan daha savunmasızdır.

"'Toplumsal bellek' diye bir şey varsa yerinin yazılı metinler olduğunu düşünüyorum. Bir kişinin 'unutmayı' tercih etmesi belki mümkün değildir, ama bir topluma 'unutturmak' mümkündür – özellikle de 'hatırlamak' yasaklanırsa," diyor Armaner, Taş Hücre'nin ardından bir söyleşide. Büyük harflerle olmasa da yazarın metinlerini sessiz ve derinden belirleyen temel tercihin böyle bir kayıt tutmak olduğu iddia edilebilir.

Zamanın geri çevrilemezliğinin kesinlikle farkındadır yazar da metinleri de: Yazarak hiçbir şeyi bağışlatmak mümkün değil. Öte yandan "Ben cevapları olmasa da soruları biliyorum" demek de bir iyileşme umuduna işaret etmez, müzminleşmiş bir travmaya daha yakındır hatta, donup kalmaya...

Armaner'in bakışı nesnesini yücelten bir bakış değil. Sadece kaydeden bir bakış da değil ama. Daha çok bir zamanlar belli belirsiz gördüğü, sezdiği şeyi bilince çıkarma uğraşı gibi. Hep bir anımsama hali: Görmüş, işitmiş ve unutamamış gibi. Metinlerdeki karanlık taraf ise tüm öykülerin altında var olan, zaman zaman bir iki kelimeyle kendini hatırlatan, yaşanmış, olup bitmiş şeylere dair bu bilinç.

Mizah, alay, küstahlık, hafife alma gibi duygulara uzak bir dildir yazarınki. Bunlara gönül indirmeyen bir tür "olgunluk"tan da söz edilebilir. Ama bu gerçek değil de üzerinde fazla düşünülmüş bir olgunlaşma gibidir. Hayata kayıpla başlayan kişi bununla başa çıkmak için artık kayıpları için üzülmüyormuş gibi yapmak istemektedir belki de. Üzüntüye mesafe almak, üzüntüyü kapı dışarı etmek...

"Dil ile kurulanın sözcüklerin dışında bir varlığı olduğunu düşünmek, kesintiye uğratılan bir fiziksel sürekliliğin ise gazete manşetlerinden ibaret olduğunu varsaymak yara almamanın rahat yollarından biridir." diye yazıyor Dalgakıran'da.

Türker Armaner'in öykülerinde Ada –belki de deniz– hem bir mekân hem de bir metafor (imge) olarak önemli bir yer tutuyor. Ada belki de tüm kuşatılmışlığına karşılık belli bir imkânı da içinde barındırıyor.

Taş Hücre'nin giriş öyküsü "Saat" adadaki eve gelişle başlar. "Mühür" ise bir zamanlar orada yaşamış adalıların solmuş hayaletlerini gözler önüne serer.

Dalgakıran'a adını veren "Dalgakıran" öyküsünde de başlangıçtaki mekân adadır. Gene yitip gitmiş hayaletler vardır ama biraz daha intikamcı periler gibidirler.

Tezgâhında dokuduğu kumaşını bitiremeden adadan ayrılmak zorunda kalmış Todor: "İşini bitiremeyen ölülerin dili, söyleyeceği sözü olmaz," diyor. "Mühür" özellikle adalıların yarım kalmış, kursaklarında takılıp kalmış sözlerini tamamlama çabası gibi okunabilir. Derin bir acı gibi: Toprağa, kayaya, bitkiye, eşyaya kazınmış, zamana direnen derin bir acı gibi. Kaya da, kumaş da, şarap da, zeytinyağı da yıllarca değişmeden kalabilmeleriyle artık orada olmayan şeyi hatırlatırlar. Yazar herkesin unuttuğunu hatırlar. Sanki hatırlayamadığı, uzak acısı içine çökmüş kalmıştır. Yazma gerekçesi acıyı bulmak, dışarı çıkarmak içindir. "Emin olduğum nadir şeylerden biri, acının hiçbir yere gitmediğidir. Bir mekâna yayılmışsa kendine has bir koku siner her yere," der yazar "Taş Hücre"de.

Nasıl topluluktan kaçanlara "hüda-yı nabit” gözüyle bakılıyorsa, bir adada yaşamak da anakarada ayakları yere sağlam basanlar için aynı gözle görülüyor olabilir. Ada anakaradan ayrılan, kopan, kaçan bir şey. Kendine yeten küçük bir organizma. İşte bu yanıyla da büyük parça için bir tehdit belki. Anakara tarafından yakalanması, ele geçirilmesi, içerilmesi ve giderek yutulması gereken bir başıbozukluk gibidir ada. Bir hatadır, eksikliktir, pürüzdür.

Azınlık, parça, kısmi olan bütünün bu arzusunu, tahakkümünü hep hisseder. Fiili olarak gerçekleşmese de bir olasılık olarak varlığı parçalanmışlığı hep hatırlatır ve artırır. Tehdit bilfiil gerçekleşmediği sürece parçalanmanın ne boyuta vardığı hiç bilinmeyebilir.

Göç hatanın düzeltilmesidir, fiili durumdur. Oysa mekândan edilmek aynı zamanda zamandan da edilmek anlamına gelir. Şu cümledeki gibi: "Kendi hayatımız başkaları, çoğunluk için gerçek dışı olduğunda, neyle karşılaşacağımız, neye maruz kalacağımız hiç belli olmaz."

İşte Armaner'in kahramanlarının ayaklarını yere sağlam basamamalarının sebebi belki de basacakları sağlam bir yerin artık olmayışı. "Yer değiştirmenin kurgusunu ise ileriye ya da geriye kaydırmak mümkün değil. Yara, bunu görmekle açılır. ... Mültecileri taşıyan hiçbir aracın içinde, örneğin, bütün kalmış bir bilinç yoktur; kişi, yerini değiştirmekten öte kendini değiştirmeye zorlanır." Yer değiştirmek. Yerinden edilmek. Yerini değiştirmeye zorlanmak. Yerlerinden edilmiş ve mekâna olan bağlarıyla birlikte kimliklerine ve kendilerine olan aidiyetlerini de yitirmişler. "Kendimden geriye çekileceğim bir yer yok" sözleri de bağlantısızlığı, yitip gitmeyi anlatmaz mı?

"Bir ada bir süre sonra kendine ait zaman ve mekân oluşturduktan sonra kendine ait bir bellek de oluşturuyor. Göç etmek zorunda bırakılan yanında sadece belleğini götürebiliyor. Adadan göç edenler ise bu belleği de yitiriyorlar."

Kıyısız, Taş Hücre, Dalgakıran. Bağımsız öyküler değil de bir bütünün birbiriyle bakışan parçaları gibi görülebilecek bu metinler, mekânın katmanları ile algı ve bilinçdışının katmanları arasında dokunmuş. Son kitap Dalgakıran ise adeta kendinden öncekilerin tortusu gibi. Uyku ile uyanıklık arasında hissedilmiş gibi. "Eşik", "Dalgakıran" ve "Sis Bileti" sıralaması Giriş, Gelişme, Sonuç gibi görülebilir. Şöyle olması beklenir: Kahraman sahneye çıkar, kahramanın başına çeşitli olaylar gelir, kahramanın hikâyesi bir sona bağlanır. Oysa şöyledir: Kahraman kaybolmuştur, kahramanın kayboluşu derinleşir, kahraman kaybolmaya devam eder. Zarif, sinsi bir karabasanın içinde gibiyizdir. Gerçeklik ile hayal, aşinalık ile tekinsizlik arasındaki mesafe oldukça daralmıştır. "Eşik"te artık "değiştiğinin" farkına varan yüzü silinmiş figür, "Dalgakıran"da tüm anonimliğiyle içiçe geçmiş yaşantıların içinden geçen aynı kişidir. Final öyküsü "Sis Bileti" ise tam anlamıyla altüst oluştur: "Teller, kılcal damarlar parçalanırken, gözüm sanki ters dönmüş, ben, kendi bedenimin içini, yok olmasını izliyordum." "Sis Bileti" her şeyin yoğunlaştırılmış hali. Sıradan gibi görünen gündelik hayat kısa öykü boyunca neredeyse satırdan satıra kaotikleşmeye başlar. Okur da farkındadır dozu giderek artan sıkıntının ama öyle normal gibi ilerliyordur ki herşey, finalde hissedilen o kalakalmışlık hissi bu yüzden çok sarsıcı olur. Okur da cebinde buruşmuş bir sis bileti bulmuştur sanki. Kahramanın da geçtiği o "Eşik"ten atladığını hisseder. Zamanın da dışına çıkılmıştır artık: "Hiçbir sorumluluğum yoktu, hesap soracak kimsemin de olmadığı gibi. Ne eylemde bulunmam, ne de bir şey paylaşmam beklenebilirdi. Söyleyeceklerim önemsenmeyecek, bana, başka türe ait bir canlı gözüyle bakılacaktı. Gururdan, suçlanmaktan, yükselmekten, alçalmaktan, zamanı değerlendirmekten, mekânı kullanmaktan, başkalarını düşünmekten, nezaketten, kabalıktan, gürültüden, kendimi soruşturmaktan, toplumu çözümlemekten, yeryüzünün sırtıma bindirdiği yüklerin hepsinden kurtulmuştum. Koruyacak, korunacak bir insan değildim artık. Kimseden zarar görmeyecek, kimseye zarar veremeyecektim."

Yazar, geçmişin acılarının telafi edilemeyeceğini bilmekten doğan bir adalet duygusuyla yaklaşıyor kahramanlarına. Kalemiyle onların kaderlerini şekillendirmekten adeta kaçınarak yazgılarına tanıklık etmek istiyor daha çok. Taş Hücre, Kıyısız ve Dalgakıran'da yazının, önce yazanı değiştireceğinin çok kuvvetli bir örneğini sunan Türker Armaner, kahramanlarına dışarıdan bakan bir göz değil artık. Bizzat yazdıklarının içine çekilen, kahramanlarının yanında yer alan yazarın okurunu davet ettiği yer de tam burası.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X