Asuman Kafaoğlu Büke, “Bitlenen Bonbonlar”, Cumhuriyet Kitap, 5 Eylül 2002
Bazı romanlar bittiklerinde başa dönüp ilk sayfaları tekrar okumak istersiniz. Romanı birkaç günde okusanız bile, sanki ilk sayfaları okuyalı aylar, hatta yıllar geçmiş gibi, nasıl ve nerede başladığını anımsamakta zorlanırsınız. İşte Elif Şafak’ın Bit Palas romanını bitirdikten sonra bunları hissettim ve tekrar başladım okumaya...
Tam da romanın başında –ve tekrar sonunda– yazarın söylediği gibi dairesel bir biçeme sahip Bit Palas. Yazar bu çembere saçmalık adını veriyor ama hiçbir masalın saçma olmadığı inancıyla ayrılıyoruz kitaptan. Gördüğümüz tüm rüyalar gibi, masalların da anlamlarını çözmek isteyen yanımız devreye giriyor. Bu anlamlar masalların içinde mi gizli, yoksa bizim onlara yüklediğimiz, her masaldan aldığımız anlamlarda mı, düşünmeye başlıyoruz.
Bit Palas’ın çok sayıda kahramanla ve aşırı masalla yüklü olması, romanı ortaladığımızda bütün bu kopuk öykülerin asla toparlanamayacağı korkusunun doğmasına neden oluyor fakat kopuk kopuk görünen öykülerin romanın sonunda biraraya gelip bir tek öykü halini aldığını görüyoruz. Elif Şafak büyük bir beceriyle öykülerde ortak imgeler kullanarak kopuk görünen masalları birbirlerine bağlayıp roman boyunca bir tutarlılık sağlıyor. Gri çöp tenekelerin kapaklarında bakılan fallardan, gri gözlü ölü bebeklere ve oradan da romanın kahramanlarından biri olan gri dış boyasıyla Bonbon Palas apartmanına uzanan kül rengi kurdele, romandaki tek bağlayıcı unsur da değil üstelik. Romanın başında mezarlıkta tabut içlerinde ve çöpler arasında tanıştığımız böcekler de roman boyunca ölüm kokusu yayarak çoğalıyorlar adeta.
Romanın kahramanları 1966 yılında yapılan Bonbon Palas adında bir apartmanda oturan ve burada çalışan insanlar. Kuaför, kapıcı, on numaralı dairenin kiracısı ve diğer ev sahipleri. Okur onları tanımadan çok önce apartmanın, mahallenin ve şehrin kokularıyla ve renkleriyle tanışıyor. Dünyanın birçok köşesinden getirdikleri geçmişleriyle apartmanda oturanları da sanki geçmişleri birbirlerine bağlıyor. İki numarada oturan Sidar ile üç numaradaki ikiz kuaförlerin göçmen yaşamları, yurt dışına çocuk yaşta ve istemeden götürülüşleri, ülke ve ailelerinden kopuş öyküleri, benzerlikler taşıyor. Aynı şekilde güvenilmez erkeklerle ilişki içinde olan Mavi Metres ve Metin Çetin’in Karısı Nadya sonunda bir çeşit arzuladıkları özgürlüklerine kavuşuyorlar. Fakat bu apartman daireleri arası benzerlikler, aynı zamanda dış dünyaya kapalı, her biri kendi içine gömülmüş dünyalarda yaşayan insan toplulukları olarak da görülebiliyor: bir numaradaki kapıcının ailesinin Musa, Meryem ve Muhammet adını taşıması (ve Meryem’in, sevgilisi İsa yerine Musa’yı seçmesi) bir ölçüde bu aileyi kendi içine kapatan, diğerlerinden ayıran bir unsur oluyor. Dört numaralı dairede oturan Ateşmizacoğlu ailesi fertlerinin de her birinin Z ile başlayan bir ad taşıması, ya da beş numarada oturan Hacı Hacı’nın torunlarının 5.5, 6.5 ve 7.5 yaşında olmaları, her aileyi kendi içinde, kopmaz bir bütün olarak görmemizi sağlıyor. Kardeşlerin benzerlikleri, aynı korkularla donatılmış olmaları, aynı kül rengi gözlerle bakmaları hep bu kendi içine kapanan dünyaları simgeliyor.
Roman boyunca okurun hissettiği bir başka olgu da, yaşamların bitmemişlik duygusu vermesi. Roman kahramanlarının çoğunun buçuklu yaşlarda olması ve anlatılan zamanın yarımlarla gösterilmesi, tam da romanın başında anlatılan çemberin bir noktalarında olduğumuz duygusunu güçlendiriyor. Bitmişlik duygusunu yarım rakamlar hep engelliyor sanki; her roman kahramanında bir eksiklik duygusu hissetmemizi sağlıyor, henüz tamamlanmamış yılların ve öykülerin kahramanları olarak çıkıyorlar karşımıza. Bu yüzden de romandan tam bir son beklemekten çok erken vazgeçiyoruz. Çemberin bir yerinde bizi üstünden atacağına inanarak sürdürüyoruz okumayı.
Bit Palas roman içinde sürekli göndermeler yaparak, hem geleceğe hem de geçmişe bağlar kuruyor. Bazı tamamlanmamış (hatta yaşanmamış) hayatlar, örneğin Agripina Fyodorovna Antipova’nın yaşamı, İstanbul’a gelen bir başka Rus, Nadya’nın yaşamı aracılığıyla 80 yıl sonra tamamlanıyor. Bunlar hep kitap içinde yapılan göndermeler, bir de yazarın kitap dışına yaptığı göndermeler var. Bunlardan en ilginci Sidar karakterinin dokuz maddede intiharı dillendirmesi gibi, intihar düşüncesiyle geçen yaşamında maddelerle dolu felsefe kitapları yazan düşünür Ludwig Wittgenstein arasındaki benzerlik. Sidar’ın dokuzuncu “Esrar, anlamlandırılmamalıdır” maddesi ile Wittgenstein’in Tractatus Logico-Philosophicus (çev.: Oruç Aruoba, BFS Yayınları, 1985) kitabının yedinci maddesi “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı” aynı ölümü düşünerek geçen yaşamların izini veriyor. Romandaki bitmemişlik duygusu da işte tam bu noktada devreye giriyor, yazar bilinçli olarak karanlıkta bırakmak istediklerini böylesi bir suskunlukla romanın dışında bırakabiliyor.
Ancak romanın 131. sayfasında tanımaya başladığımız roman kahramanı “Ben”, bizim romanın başında beri bildiğimiz gerçeklere de gözleri kapalı kalabiliyor. Rasgele “Bu duvarın altında yatır var, çöp dökmeyin” yazdığı yerde gerçekten bir yatır –ama boş bir yatır– olduğunu okurun bilmesine rağmen, romanı onun ağzından dinlediğimiz “Ben” bilmiyor.
Bit Palas tüm bu gizemli ve masalsı yönleriyle çok iyi yazılmış bir roman. Yer yer aşırı detaylı karakter tasvirleriyle okuması zorlaşsa da, her karakter hakkında anlatılan en ufak detayların bile romanın bütününe gerekli olduğunu görmek bu detaycı yanı kolaylıkla affettiriyor. Yazarın entomoloji, dil bilgisi (Osmanlıca sözcük ve deyimleri kullanması çok eleştirildi Şafak’ın, fakat böylesi bir dil, romanın sihirli gerçekçi dokusuyla bütünlük taşıyor) ve anatomi bilgisine hayran olmamak elde değil.