Açılış Bölümü, s. 11-16
1 Mayıs 2002 Çarşamba günü saat 12:20'de, bir tarafında sivri dişli devasa bir fare, öbür tarafında kocaman, simsiyah, serapa kıllı bir örümcek resmi bulunan, önü arkası sağı solu her tarafı irili ufaklı yazılarla dolu, kirli beyaz bir kamyonet, İstanbul'un çokça kabuk, bir o kadar da isim değiştirmiş ana caddelerinden birine açılan daracık bir ara sokağın köşesine sabahın erken saatlerinde yerleştirildiği halde öğlene doğru nasıl olduysa devrilmiş bariyerleri fark edemeyip yoluna devam etmeye kalkınca, birdenbire yaklaşık iki bin iki yüz kişilik bir kalabalığın ortasında buluverdi kendini. Bunlardan beş yüz kadarını İşçi Bayramı'nda yürüyüş yapmak isteyen göstericiler, bin üç yüzünü onları yürütmemek üzere konuşlandırılmış polisler, geriye kalanlarını da bir başka uçta Atatürk heykelinin etrafına çelenk koyup Bahar Bayramı kutlamaları yapan devlet erkânı ile ellerine bayraklar tutuşturulup, boşluklara doluşturulmuş ilkokul öğrencileri oluşturuyordu. Öğrencilerin çoğu okuma yazmayı yeni öğrenmişti ve okuma yazmayı yeni öğrenen her çocuk gibi onlar da, gördükleri bütün yazıları bağıra çağıra hecelemeyi huy edinmişlerdi. Fareli örümcekli kamyonet aralarına daldığında, saatlerdir güneşin altında suspus vaziyette dikilip, hamasi nutuklar dinlemekten kurdeşen olmuş bu çocuklar koro halinde haykırdılar: Bu beklenmedik saldırı karşısında eli ayağına dolaşan turuncu saçlı, yelken kulaklı, komik suratlı, yaşını hiç göstermeyen sürücü, çocukların gazabından kurtulayım derken direksiyonu öbür tarafa kırınca, bir tarafında göstericilerin, diğer tarafında polislerin öbekleştiği, her an infilak etmeye hazır bir gerilim çemberini tam ortasından biçiverdi. Ne tarafa yöneleceğini bilemeden öylece kalakaldığı birkaç dakika boyunca, aynı ideolojinin farklı köşelerinde mevzilenmiş gösterici gruplar tarafından neşeyle yuhalanıp, öfkeyle taşlandı. Can havliyle kamyonetini çemberin diğer yarısına doğru sürdüğünde, bu sefer de polisler tarafından durduruldu. Fakat tam o esnada, karşı tarafın en ön sıralarından küçük bir kümenin yürüyüşe geçme kararı alması üzerine tüm polisler oraya seğirtince, kamyonet sürücüsü de tutuklanmaktan son anda kurtulmuş oldu. Meydandan çıkmayı başardığında, tepeden tırnağa ter içinde kalmıştı. İsmi Haksızlık Öztürk'tü. Yaklaşık otuz üç senedir böcek ilaçlıyordu ve bu zaman zarfında hiç bugünkü kadar nefret etmemişti işinden.
Başını tekrar derde sokmamak için yolu uzatma pahasına, kestirme ana caddelerden mümkün mertebe uzak durup, yılankavi ara sokaklardan geçe geçe, en nihayetinde aradığı apartmana ulaşmayı başardığında, tam tamına bir saat kırk beş dakika gecikmişti randevusuna. Kaldırıma yanaşıp, az biraz kendine gelebildiğinde, apartmanın girişinde dikilen on beş-yirmi kişilik topluluğu şüpheyle süzdü. Niçin toplandıklarını anlayamasa da, zararsız olduklarına kanaat getirdiğinde, her zaman gereğinden fazla konuşan sekreterinin sabah eline tutuşturduğu adresi kontrol etti: "Jurnal Sokak, 88 numara (Bonbon Palas)". Geveze sekreter bir de küçük not düşmüştü kâğıdın altına: "Bahçesinde gülibrişim ağacı olan apartman". Haksızlık Öztürk alnında boncuk boncuk biriken terleri silerken, dikkatlice baktı önünde durduğu apartmanın bahçesindeki bazı dalları morumsu, bazı dalları pembemsi çiçekli ağaca. Herhalde gülibrişim dedikleri buydu.
Gene de tez zamanda yerine yenisini almayı düşündüğü sekreterine zerre kadar güvenmediğinden, apartmanın tabelasını ileri derece miyop gözleriyle bizzat görmek istedi. Kamyoneti iğreti bir şekilde bırakıp, aşağı atladı. Daha bir adım atmıştı ki, az ötedeki topluluğun içinde yan yana dikilen üç küçük çocuktan kız olanı ciyak ciyak bağırdı: "Aa, şuna bakın! Cin gelmiş! Dedeee, dede bak cin gelmiş!" Çocuğun pantolonundan çekiştirdiği kırçıl sakallı, geniş alınlı, kafası takkeli, yaşlıca bir adam arkasını dönüp, hoşnutsuz bir nazarla önce sokağın ortasındaki kamyoneti, sonra da kamyonet sürücüsünü inceledi. Gördüklerinden memnun kalmamış olacak ki, suratını daha da beter ekşiterek, üç torununun üçünü birden kendine doğru çekti.
Haksızlık Öztürk'e haksızlık ediliyordu. Cin filan değildi. Sadece orantısız yüz hatlarına, aşırı büyük kulaklara ve talihsiz bir saç rengine sahip, kısa boylu bir adamdı o kadar; yani çok kısa. Bir metre kırk buçuk santimdi. Daha önce cüce zannedildiği olmuştu ama ilk defa cin olmakla itham ediliyordu. Aldırmamaya çalışarak, insanları yara yara, külrengi apartmana doğru yürüdü kararlı adımlarla. Doktoru devamlı kullanmasını tembihlediği halde, burnunun üzerinde değil de, saçlarından daha turuncu iş tulumunun cebinde taşımayı yeğlediği kalın camlı, ince çerçeveli gözlüklerini taktı. Buna rağmen, apartmanın ön cephesindeki bulanık çıkıntının ne olduğunu, iyice yaklaşıp, binanın dibine sokuluncaya kadar seçemedi. Tüyleri kirden kararmış bir tavuskuşu kabartmasıydı bu. Temizlense, güzel görünebilirdi göze. Onun hemen altında, çift kanatlı kapının üzerine süslü püslü harflerle yazılmış yazıya baktı: Bonbon Palas No: 88. Doğru yere gelmişti. Kapının kenarında, üst üste dizili zillerin arasına sıkıştırılmış bir kartvizit dikkatini çekti. İki ay önce, aynı bölgede işe başlayan rakip firmaya aitti. Etraftaki insanların kendisiyle ilgilenmeyişini fırsat bilerek, kartviziti sıkıştırıldığı yerden çıkardı, yerine kendininkilerden bir tane koydu.
Bu kartvizitleri bastırdıktan sonra, civardaki tüm sokaklardaki tüm apartmanlara tek tek dağıtması için tuttuğu üniversite öğrencisini, işini yarım yamalak yapıp, kendisine kazık atmaya kalktığı için parasını ödemeden kovmuştu. Haksızlık Öztürk'ün tabiatı böyleydi: kimseye itimadı yoktu. Cebinden bir kartvizit daha çıkarıp bunu da diğerinin üzerine sıkıştırdıktan sonra çevik hareketlerle geri dönerek, kamyonetine atladı. Ama daha kapıyı kapatmaya fırsat bulamadan, boynundan aşağısına leopar desenli muşamba bir önlük bağlamış sarışın bir kadın, yarıya kadar açık pencereden kafasını uzatarak şaşı şaşı baktı:
"Bir tek bununla mı geldiniz? Yetmez ki," dedi kadın incecik alınmış kaşlarını çatarak. "İki kamyon göndereceklerdi hani? İki kamyon bile zor alır bunca çöpü."
Haksızlık Öztürk daha neden bahsedildiğini anlayamadan, iki kırmızı kamyon, çağrıldıklarını duymuşçasına iki ayrı uçtan daldı Jurnal Sokak'a. Her ikisi de süratle yaklaşıp, kamyoneti aralarına sıkıştıracak vaziyette durdular Bonbon Palas'ın önünde. Kamyonların arkasından, özel bir televizyon kanalının aracının yaklaştığını görünce şöyle bir dalgalandı kalabalık. Haksızlık Öztürk park etmeye çalışıyordu o esnada. Ne var ki tam da bu aşamada, sabahtan beri habire nümayiş ortasına düşmekten gerim gerim gerilmiş bulunan sinirleri alnının sağ köşesindeki damarı çılgın bir tempoyla tıp tıp attırmaya başlayınca, damarı bastırmak için kaldırdığı elleri direksiyon hâkimiyetini yitirdi. Geri geri manevra yapayım derken apartmanı sokaktan ayıran bahçe duvarının yanında öbek öbek birikmiş çöp torbalarının içine daldı. Torbaların içindeki çöpler kaldırıma saçıldı.
***
Bonbon Palas uzun zamandır şikâyetçiydi çöplerden; içindekilerden ziyade dışındakilerden. Şubat başından Nisan ortalarına kadar, bölgenin çöp toplama işini üstlenen özel şirketin batması ve yeni bir şirketin ihaleyi alması arasında geçen süre boyunca çöp tepesi ve onunla birlikte palazlanan ekşimsi koku dayanılmaz bir hal almıştı. Ancak yeni şirket işe başladıktan sonra da durum pek fazla değişmemişti. Günboyu, hem sokak sakinlerinin, hem de gelen geçenin bahçe duvarının kenarına attığı çöpler, akşamları düzenli olarak toplansalar bile, her gün silbaştan yükselmeyi başarıyorlardı.
Bugün, eğer merak edip giderseniz, apartmanın bahçesini sokaktan ayıran duvar boyunca, günün sonunda dümdüz edilip, ertesi gün yeniden yükselen ama belki de son tahlilde yekûnundan hiçbir şey kaybetmeyen bir çöp tepeciği olduğunu görebilirsiniz. Çöp torbaları atılır, çöp torbaları kaldırılır ama teneke, mukavva, yemek artıkları ve daha bilumum nesne toplamak için ziyaretine gelen Arayıcı ehlinden, kedilerden-kargalardan-martılardan mürekkep neferleri ile uzun tüylü, nemrut suratlı, kendi katran karası, sakalı beyaz kralıyla, o çöp tepeciği büyük bir istikrarla muhafaza eder yerini. Bir de böcekler vardır tabii. Çünkü çöpün olduğu her yerde, böcekler de olur. Bitler de cirit atar Bonbon Palas'ta. Ve inanın bana, bit en beteridir.
Tabii tüm bunları gözlemleyebilmeniz için orada bir miktar vakit geçirmeniz gerekir. Eğer vaktiniz yoksa, hikâyeyi benim ağzımdan dinlemekle yetinmelisiniz. Yalnız, ben de kendi sesimden konuşurum: olup bitenlere kendimi fazladan katarak değil; yani tam olarak böyle değil. Daha ziyade, hakikatin yatay çizgisini, yalanın dikey çizgisine lehimleyip, bulunduğum yerin bezdirici durağanlığından mümkün mertebe uzaklaşmaya çalışarak. Çünkü sıkılıyorum. Yarın bir gün hayatımın daha az sıkıcı olacağını bir muştulayan olsa bana, daha az sıkıntı duyardım belki. Oysa yarın, tıpkı bugün gibi olacak ve aynen daha ertesi günler gibi. Ama sadece benim hayatım değil ısrarla kendini tekrar eden. Alabildiğine farklı görünmekle birlikte, aslında dikey de, en az yatay kadar sadıktır sürekliliklerine. Sanılanın aksine, çemberlere değil, çizgilere mahsustur ebedi tekerrür denilen.
Çizgilerin yeknesaklığından sapan tek bir patika biliyorum: çemberler içre çemberler. Bir nevi oyunbozanlık da sayabilirsiniz bunu. Yuvarlak, grimtırak, teneke kapağı çevirdiğinizde, çevirip de işinize gelmeyen bir söz dizimiyle karşılaştığınızda mızıtmak bir anlamda. Mızıtıp, yeniden ve yeniden çevirmeye kalkmak. Öznelerle, zamirlerle, fiillerle ve tesadüflerle oynamak; oynayarak avunmaya çalışmak: "2002 baharında, İstanbul'da, birimizin ölümüne kendisi/ben/hepimiz/hiçbirimiz sebep oldu."
Haksızlık Öztürk o gün, önce birini, sonra da tek tek tüm dairelerini ilaçladı Bonbon Palas'ın. On beş gün sonra, ölü annelerinin ardından yumurtalarından çıkan yavru hamamböcekleri için döndüğünde, ilaçladığı ilk dairenin kapısını kapalı buldu. Ama henüz bunlardan söz etmek için erken. Öncesi var çünkü ve tabii, daha da öncesi.