Ertan Yılmaz, “Hız, değişim, süregelen”, Sabit Fikir, Mart 2010
“Rüyaların tarihi hâlâ yazılmayı bekliyor [...]. – Walter Benjamin
Walter Benjamin kediler için hiç de eğlenceli olmayan bir dünyada yaşıyordu. Kedilerin kentlere alışmasının en zor olduğu dönemlerdi onun yaşadığı zaman. Büyük kentlere bir anlam bulmaya çalışırken Benjamin, kedilerin içinde olduğu dünyada köpeklerin neden bu kadar emir komuta zincirine uyduklarına bir türlü anlam veremiyordu. Dünya karışıktı. Her şey hızlanıyordu. Her şey bir araya geliyordu. Her şey kentlerden dağılıyordu küçük kasabalara, köylere, dağların yamacına. Romantizm “Son Bakışta Aşk”ı anlayabilir miydi bilinmiyordu. Arada kalıyordu hep. Arada kaldığı şeylerin adına “Pasajlar” diyordu Benjamin. “Uyuyan Güzel Masalı”nı yeniden yazacaktı ve bunun alt başlığı “Diyalektik Peri Masalı Sahnesi” olacaktı. Bitmedi. Bitemeden ve kedileri anlayamadan korkunç gelmişti Gestapo. Napoli, Moskova, Paris, Berlin farklı akşamlardaydı. Rüyaların kâbusa dönüşebileceği bir farkındalıkla boğuşuyordu yeryüzüyle. Anlamsızdı yeryüzü, anlamsızdı Benjamin.
Gerçeklik, sokakları anlamaktan geçer kentlerde. Arada kalan şeyler hayata geçişleri sağlar. Farkında olmadan fragmanını oluşturursun koca bir filmin. Salataya her yeşillik yakışır. Manavı görürsün, kasabı görürsün, bir bakkal vitrini kadar karışık olabilir her şey ama düzenli olmayı öğrenmek gerekebilir giydiren bir mağazanın vitrininde, kalırsın oracıkta, bir fotoğraf kazırsın belleğine, dans eden kadınlar çıkar sahneye bir kulüpte yudumlarken şarabını, Benjamin aynı sıkıntıyı yaşıyordu Paris’te Louis Aragon’la, “Nadja”ya aşıktı André Breton ve Paris daha aşktı. Hayatı anlamlandırmaya çalışırsanız eğer yığınla şey çıkar karşınıza. Hayat milyonlarca şeyin bir bileşkesi olsa gerek derken kullanımı bir daha olası olmayan şeyler daha çok yorar bir fosil bıraktığı için. Omurga gereklidir hayatın her yerinde biraz kalmak isteniyorsa. Bu omurga yazarak oluşur Benjamin’de. Her yerde yazarak yaşar. Burjuvaziyle hesaplaşır. Kapitalizmin olanaklarını yadsır ve maskelerini bir bir açığa çıkartmak ister.
Susan Buck-Morss Görmenin Diyalektiği adını verdiği kitabında, alt başlığında belirttiği gibi “Walter Benjamin ve Pasajlar Projesi” üzerine biyografik bir çalışma hazırlamış. Kitapta Benjamin’in özel yaşamından akademik yaşamına değin birçok materyal bulunuyor. Kitabın hazırlanış amacı Benjamin’den çok, Benjamin üzerinden hayat ilişkisi kurmak, kültür endüstrisinin oluşum sürecini incelemek denilebilir. Çok kapsamlı bir biyografi olan “Görmenin Diyalektiği”, modernizmin oluşumunu anlamaya çalışan Benjamin’in anlatma sıkıntısını da ortaya çıkartıyor. Kitapta “Pasajlar” projesinden şöyle söz ediliyor: “Benjamin’in ilk notları projenin temalarının büyük kısmının kısaltılmış tarzda ifade edildiği yorum parçalarıdır. Bu bir araya getirilmiş parçaların belli bir düzeni yoktur: pasajlar, moda, can sıkıntısı, kitsch, hatıralık eşyalar, mum figürler, gaz lambaları, panoramalar, demir konstrüksiyon, fotoğraflar, fahişelik, Jugendstil (yeni tarz), avareler (flâneur), koleksiyoncular, kumar, sokaklar, eşya kutu ve kılıfları, alışveriş merkezleri, metrolar, demiryolları, sokak levhaları, perspektif, aynalar, yer altı mezarları, iç mekânlar, hava durumu, dünya fuarları, anayollar, mimari, haşhaş, Marx, Haussmann, Saint-Simon, Grandville, Wiertz, Redon, Sue, Baudelaire, Proust, Merkezi yöntemsel kavramlar da mevcuttur notlarda: rüya imgesi, rüya evi, rüya kolektifi, kök-tarih, tanıma’nın şimdisi, diyalektik imge.” (s. 50-51)
Bugün, Bilgi Çağı’nı tüketen bir dünyanın içinde olduğumuzu söylemek olasıdır. Bilginin yayılımı, toplumsal dönüşüm süreci; kültürü, insanın nesnelerle olan ilişkilerinden ortaya çıkan birikimi, olaylar, tarihsel değer, kazanımlar ve kaybedilenler düzleminde incelenebilir bu. Akıl almaz hızda üretim ilişkileriyle tüketim politikasına dayanan toplumlar oluşturulmak istendiğini anlamak ilk bakışta hiç de zor değil. Benjamin de yaşadığı dönemde bunu anlamış, anlatmış düşünürlerden. Benjamin, kent kültürlerinin oluşumunu incelemek istediği “Pasajlar”ı, vitrinlenen dünyanın gaz lambasıyla aydınlatılmış sürecinden neonlara geçişini yansıtmak için hazırlanıyordu. Susan Buck-Morss da Benjamin’in bu tamamlanamamış çalışmasını sistematik bir şekilde ayaklar üstüne oturtmayı denemiş. Kitabın önsözünde Buck-Morss: “Bu kitap uzun olduğu gibi argümanları da karmaşıktır. Her şeyden önce okurun çaba harcaması şarttır. Fakat sadece akademik kültler dünyasına (ki bunların arasında Benjamin “kültü” artık önde gelen bir role sahiptir) adım atmış olanlara hitap eden bir entelektüel jargonla metnin iyice karmaşık bir hal almaması için, kendi adıma epeyce çaba gösterdim. Kitap uzmanlık isteyen bir bilgi gerektirmiyor. Herhangi bir şekilde felsefi bir altyapıya sahip olmak da şart değil; uzunca bir süredir huşuyla eğilmemiz gerektiği öğretilen kültürel “hazineler” kanonu kadar, günlük hayatta karşılaştığımız sanayi kültürünün sıradan nesnelerinin de bize bir şeyler öğretebileceği önermesine açık olmak yeterlidir.” (s. 15) diyor. Doğrusu, kitabın anlaşılması önsözde de söz edildiği gibi zor sayılmaz. Yine de en azından ‘görme isteği’ olan bir kitlenin ilgisini gerektiriyor denilebilir.
Akşamdı. “Dünya bize kendi hakkımızda bütün kitapların öğrettiğinden daha fazlasını öğretir. Çünkü direnir bize. İnsan engelle boy ölçüştüğü zaman tanır kendini. Ama ona ulaşabilmesi için elinde bir araç bulunması gerekir. Bir rende ister ya da bir saban. Köylü, toprağında çalışırken, yavaş yavaş doğadan bir iki giz koparır, çıkardığı gerçek de evrenseldir. Havayollarının aracı olan uçak da aynı biçimde insanı bütün eski sorunlarla karşı karşıya getirir.” diyor Antoine de Saint-Exupéry (İnsanların Dünyası, Antoine de Saint-Exupéry, Çeviren: Tahsin Yücel, Can. İkinci Basım 1992, İstanbul, s. 7). Değişimi hesaplamak yaşanılan mekânın algılanmasıyla gerçekleşebilir. İnsanlar nüfus yoğunluğunun fazla olduğu metropolleri sürekli değişiminden ötürü büyülü bulur. Güçlü bir iktidar kavgası oluşturan kentler, sermayenin de yönünü belirlemektedir çünkü. Sermayenin oluşturduğu fetişler ister istemez imgesel birtakım olaylar yaratabilir. Benjamin’in bunlardan yola çıkıp “Pasajlar”ını kurmak isteyişi elbette güzel bir istekti, fakat bunu bir çuval materyal üzerinden hazırlaması, onun dünyasının pek de sağlıklı bir ortamda olmadığını açıklıyor diye düşünmek de olası. İşte bütün bunları Benjamin dilinde tasnif eden Buck-Morss, gösteri dünyasının gösterenlerinin düştüğü sahnenin tozunu alıp görünenin daha net anlaşılır olmasını sağlamaya çalışıyor. Fakat dağınık bir yapının bütünsel bir anlam ifade etmesi için materyallerin zengin örgüsünden çok, yalın ve bir o kadar da arındırılmış, ayıklanmış olması gerekir. Susan Buck-Morss’un Walter Benjamin’in “Pasajlar”ını bütünselliğe oturtma biçimi bu yaklaşımda hazırlanmış gibi gözükse de kaynak göndermelerinden okuyucuyu yoruyor. Böyle olunca da okurun ilgisinden bazı zaman uzaklaştığı söylenebilir. Çünkü okurun görevi arşiv karıştırmak değildir.
Okur, salt ayrıştırılmış bilgiyi ister. Bunu şöyle örneklemek olası; bir araç yapılmak isteniyor ve bu araç uçabilmeli, karada ve denizde gidebilmeli, tren raylarında bile yol alabilmeli… Evet, olası; ama böylesi bir araç bile çok yönlü olmakla birlikte bir araç olma bilgisini içerdiğinden sadece bir araç bu, diyebilirsiniz. Burada çok yönlü bir araçtan, genel anlamda da bir araçtan söz etmek gerekir. Çok yönlü bir göndermelere varıyorsa eğer işin sonu, yoğun bir anlam yumağında kaybolabilir okur. Bu bağlamda “Görmenin Diyalektiği”nden yoğun bilgisinden dolayı konsantre bir tat beklemek yerine, aromatik bir tat alınabilir desek sanırım okurunun beklentisine yardımcı olunabilir.
“Pasajlar şunu savunur: Kapitalizm çağını biçimci “modernizm” ve tarihsel açıdan eklektik “postmodernizm” diye ikiye ayırmak bir anlam ifade etmez, çünkü bu eğilimler zaten sınaî kültürün başından beri var olmuştur. Paradoksal dinamikler olan yenilik ve tekrar, basit bir biçimde kendilerini yeniden tekrar ederler.
Modernizm ve postmodernizm kronolojik çağlar değil, sanat ile teknoloji arasında yüzyıla yayılan mücadeledeki siyasal konumlardır. Nasıl ki modernizm toplumsal işlevle estetik biçimin uzlaşmasını öngörerek ütopyacı özlemi ifade ediyorsa, postmodernizm de bunların özdeş olmadığını kabullenir ve fanteziyi canlı tutar. Dolayısıyla her iki konum da ancak kısmi bir hakikati temsil eder; meta toplumunun çelişkileri aşılmadığı sürece bunların her biri “yeniden” ortaya çıkacaklardır.” diyor Walter Benjamin. (s. 387) Eski yeni arasındaki geçişin bir özetini yapıyor adeta Benjamin bununla. Benjamin’in dinlerden sanatsal akımlara dek birçok şeyden beslendiği bu projesi, yaşadığı dönemdeki politik çalkantıların da etkisiyle tamamlanamasa da göstermek için oldukça materyal çıkartmış ortaya. Bütün bu materyalleri derleyen “Görmenin Diyalektiği” de böylece çıkmış ortaya.
José Ortega y. Gasset, “... biz dünyamızın olmamızı istediği gibiyiz ve temel özelliklerimiz çevremizin etkisi altındadır. Böylelikle, yaşamamız, dünya ile olan ilişkimizden başka bir şey değildir. Onun bize sunduğu genel, kendi yaşamımızın genel çehresini oluşturacaktır. Bu nedenle, bugünün insanının değişik olan özelliklerini gözlemleme üzerinde çok fazla duruyorum. İnsan için geçmişteki yaşadığı zorluklar, tehlikeler, istek, sınırlama, bağımlılık anlamına gelirken, yeni dünya; sınırsız imkân, güven ve bağımsızlık anlamına geliyor. Bu ilk ve son izlenimlerin temelinde, her çağdaş insanın aklı da çağına göre biçimlenecektir. Bu temel izlenim, kişinin içinde durmak bilmeyen bir ses olur ve ona yaşamın tarifini verir, bu aynı zamanda ahlâki bir zorunluluktur. Eğer geleneksel düşünce “Yaşamak kendini sınırlamış hissetmektir ve böylelikle bizi sınırlayanla hesaplaşmaktır.” diye fısıldarsa, en yeni ses de “Yaşamak sınırsızlıktır ve sonuçta birinin kendisini kendisine bırakmasıdır. Pratikte hiçbir şey imkânsız değildir, hiçbir şey tehlikeli değildir ve prensipte kimse kimseden üstün değildir.” diye bağırır. Bu temel deneyim, kitle adamının geleneksel, değişmeyen yapısını tamamıyla yansıtmaktadır. Çünkü kitle adamı kendini daima, doğası gereği, maddi kısıtlamalar ve yüksek sosyal güçlerle karşı karşıya hissetmiştir. Onun gözünde bu, hayatın ta kendisiydi. Eğer durumunu geliştirmeyi başardıysa, toplumsal seviyesini yükselttiyse, bunu kendine gülen şansa bağladı. Eğer buna bağlamadıysa, ona neye malolduğunu bildiği büyük bir çabaya bağladı. Her iki durumda da, sorun, dünyanın ve yaşamın genel yapısına uyanma sorunu idi.” (Kitlelerin Ayaklanışı, José Ortega y. Gasset, Çeviren: Koray Karaşahin, Babil y. 2003, İstanbul, s. 56-57) diye açıklıyor hızla indirime giren dünyayı. Bu bağlamda Benjamin de kavramsal birtakım şeylerle buluşmaya giderken yanına insanın başkalıklarını almış gözükmekte. Değişimin süregelenle harmanlanıp bir hızda ilerlemesi elbette doğal bir süreçtir. Ama bugünün dünyasının hiç şaşkınlık yaratmadığı da başka bir gerçek olarak duruyor.
Peki, görmek şaşırtmıyorsa artık, gösterenin önemi ne kadar kalabilir? Walter Benjamin, kedilerden kentlere çıkabilirdi. Kentin pasajlarında inceden demlenmeyi tercih etti. Olabilirdi. Oldu da. Akşamdı. Kediler için hiç de eğlenceli sayılmazdı.