ISBN13 978-975-342-738-8
13,5x21,5 cm, 264 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Tractatus Logico-Philosophicus, 1985
Felsefi Soruşturmalar, 2007
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Suat Hayri Küçük, “Çatışmanın estetiği; dünyanın dışına sarkan dil”, BirGün Kitap Eki, 6 Şubat 2010

Mitolojik tanrıların temsil ettikleri kavramlar, içinde bulundukları durumlar, yarattıkları olaylar ve diğer tanrılarla, ölümlülerle ve doğanın güçleriyle ilişkileri aslında bu söylencelerin üretildikleri tarihsel toplumsal dönemin bir imgesini de sunarlar bize. Görmenin diyalektiğinde bu fenomenleri ve imgeleri, bir metada o metanın üretildiği tarihsel toplumsal durumun içindeki sınıfların düşlerini ve gerçekliğini okur gibi okuyabiliriz.

Söylencelerden birine göre Tanrının Kapısı - Babil, Kral Nimrod’un inşa ettirdiği kuledir. Kentin tanrısı Marduk’tur ve yönetici sınıfın tanrısı Tecum ile işbirliği içindedir. Bu iki işbirlikçi tanrının yeryüzündeki sureti olarak Kral Nimrod kentin tamamını köleleştirmiş ve Babil Kulesi’ni yaptırmaktadır. Ölüm, kan ve gözyaşı Tanrının Kapısı’na yakınlaştıkça artmaktadır. Kule yapıldıkça kral krallığını köleler de köleliğini inşa etmektedirler. Ortama ve duruma katıksız inanç, rüya-uyku ve adaletsizlik hâkimdir. Kuşku, düş ve adalet kentten kovulmuştur. Şüphe tanrısı Necoho, büyü ve uyku bozucu tanrı Zuvassan, intikam tanrısı Veive ve adalet tanrısı Foresti kölelerin kendi zincirlerine halkalar ekleyen bu çalışmayı-üretimi neden sürdürdüklerini anlamaya çalışırlar. Nihayet, salt anlam taşıyıcısına indirgenmiş, bu nedenle de yozlaşmış dilin basit bir alete dönüştüğünü, oluş halindeki varlığın evi olmaktan çıkmış olduğunu anlarlar. Bunun üzerine kölelerin arzularının ve düşlerinin yabancılaşmış ifadeleri olan tanrılar Necoh, Zuvassan, Veive ve Foresti dile, dilin taşıyamayacağı boşluklar ve fazlalar katarak çalışmaz, işlemez hale getirirler. Bilinen en eski politik sabotajdır bu. Üretim durur, kölelik düzeneği çalışmaz, emirler algılanmaz, nesneler adlandırılamaz, yapının ürettiği değer ve anlamlar aktarılamaz kılınarak imdat frenine basılır. İlk sarsıntıda köleler zincirlerini algılar, zihni ve ruhu ezen yapılarla çatışır. Köleler köleliklerinden, krallar krallıklarından olur. Tanrının Kapısı yıkıldığında köleler özgürlüğün eşiğine varır. Bu, Babil söylencesi’nin kölelerce yorumudur. Dilin, eşyanın ve toplumun düzeni ile birlikte, bu düzenin kökeni ve hedefi olan, üreten ve üretilen olarak değer-anlam piramidi de dildeki bu çatışma ile bozulur, dağılır ve yıkılır.

Öpüşmek bir özgürlük deneyimidir. Ancak eşitler öpüşebilir. Ve yine ancak fark, eşitliğe olanak tanır. Eşitlik yoksa deneyimlenen öpme ya da öpülmedir. Yaşam, erotik olandan çok pornografik olana sürüklenir. Bu sürüklenmede ilişki de müstehcenleşir. Ki bu da insanın nesnelerle kurduğu ilişki gibidir. Mülkiyet ve sahiplik ilişkisi olarak da tarafların hiçbirini özgürleştirmez. Yani, eşitlik yoksa özgürlük burjuva bir söylencedir. Yine aynı neden ve amaçla çatışmanın da gerçek anlamda, öpüşmenin koşulu olan ruhsal-zihinsel bir eşitlikle olanaklı olduğunu söyleyebiliriz. Düşmanın gözünün içine bakabilmeyi gerektirir. İçimizden emilmiş yaşam gücüne el koyanla burun buruna geliriz. Böylece yoksunlukların konfor ve varsıllık gibi üreticisi olarak bizler, tiranın karşısına dikilir, tehdit ve vaat olarak çatışmanın estetiğini somutlar ve güncelleriz. Peter Weiss’in Direnmenin Estetiği’ni de bugüne tercüme etmek gerekirse, Çatışmanın Estetiği olarak okumak mümkündür. Bu okuma ile baktığımızda TEKEL işçilerinin zaferi ve Kürtlerin politik cüreti çatışma ekseninde okunabilir. Talep eden, meşruiyet dileyen, direnen ve mağdurun diliyle mızmızlanan değil, saldıran, çatışan, dayatan bir dil, ruh hali, konum ve tavır ancak çağın ruhuna kafa tutabilir. Direnmeyi gerektirecek savunulacak bir vasat dahi kalmadıysa bu vasat çatışmanın içinden zuhur edecektir. Direnme bir denge durumuna işaret etmektedir. Dengeye yaslanan statükonun, mevcut toplumsal sabitleri çatışma alanıdır. Yıkım ve yaratım tam orada çatışmanın orta yerinde çatışmanın meşrebince belirecektir. Burjuva züppe karşısında onun semptomu olan lümpenle çıkılmaz. Nesnesine yaslanan dile ve tavra ne düş ne de ütopya sığar. Burjuva rüyalardan ancak devrimci düşle uyanılacaksa, burjuva değer-anlam yapılarına gömülü hayatlara değil tüm bu değer-anlam dünyasını çatışmanın-saldırırının estetiği ve taşıyıcısı ile göz hizasına indirmeliyiz. Bir durum yaratmak olarak çatışma, etik ve estetiğin de politik olana el verdiği bir sınır aşımı deneyimidir. Sınır aşımı mekânı genişletmek değildir. Genişleyen mekan başka bir şeye dönüşmez, cehennemi daha geniş alanlara yaymaktan başka bir anlamı olmaz. Mekândan uzama geçmek, uzamı tüm olanakları ile yeni bir kendilik inşası için içermek anlamında düşseldir, ütopiktir ve özgürlükçüdür. Ancak bu zihinsel sınır aşımından sonra mekanın tüm içeriğine kökten ve cepheden saldırı faillerine dönüşür kişi.

Bu noktada Simmel’in çatışma, sapma ve tereddüt kavramları ile Wittgenstein’ın dil-dünya kavramlarını birlikte okumayı ve çalıştırmayı öneriyorum. Bu önerim ekseninde de Metis Yayınları’nın yayımladığı Bireysellik ve Kültür ile Wittgenstein’ın Kesinlik Üstüne + Kültür ve Değer kitaplarını birlikte okumayı öneriyorum: Yani Wittgensteincı Simmel ve/veya Simmelci Wittgenstein!

Simmelce düşünürsek, toplum kategorisi sonsuz bir toplumlaşma sürecinde tortulaşan, gelip geçici, kırılgan ve değişken bir formdur. Bu form sadece zamanda mekânın şimdiki halidir. Ezeli ve ebedi bir nitelik taşımaz. Buna denk düşen kavramsal açınım ise teorik tereddüttür. Bu yüzden kendi metinlerini gidimli dile boyun eğmeyen bir deneme olarak gören Simmel, bu yazı türünü, geçiciyi ebedi kılmak olarak da görür. Tipik olan biricik olanda, yasa tesadüfte, şeylerin özünü ve anlamını ise yüzeyde ve geçici olanda bulan bir estetik bakışta gerçeklik parçalanır ve her bir parçasına yaşamın anlamı ve değeri sirayet eder. Yaşamın öğelerini sınıflanmadan ilişkilenebilir. Ki özgürlük de kölelik gibi bir ilişki biçimidir. Bu ilişki biçiminde sunulan ile sunuş arasındaki gerilimin dinamiği bir yere vardırmadan, her yeni anlamın kendi biçimini bulacağı bir labirente sokar. Bu yanıyla daha çok bir sanatçı zihnine ve tavrına sahiptir Simmel. Jameson, onun metinlerini bir dizi “konudan sapmalar”dan oluşan bir yapı olarak okur. Simmel’in zihnimizde ördüğü gevşek ve hafif ağ yayıldığı uzaklardan bize titrek bir ışık yayan dünya imgesi oluşturur. Nesneler de çözülür bu bakışta. Düşüncede kesintiler yaratan bu görüde duyarlılık oluşur. Tüm dünyayı ve yaşamı bir fenomenler düzeni olarak ele alırsak, Simmelci düşünüşte herhangi bir fenomende diğer tüm fenomenlerin görsel yankısını görebiliriz, ancak o anda elimizdeki fenomen bilgi nesnesi olmaya direnir. Mesafe talep eder. Olaylar düzeni olarak ele alınırsa yaşam ve dünya, en alelade olay bizi ruhun çarklarına götürür. Adeta, sanki, belki, deyim yerindeyse gibi ifadeler onun dil güzergahında temel işaretler olarak çalışır. Benjamin’in dediği gibi, “insan bir şehri en iyi sokaklarında kaybolarak tanır” ise bu kayboluşun en isabetli rehberi Simmel, felsefe somut nesnelere dönmelidir diyen Heidegger’in varlık anlayışına yakın durur. Akademik korumadan yoksun olan Simmel’in, sosyolojik mikro analizler yapan Gabriel Tarde ile ruhsal-zihinsel akrabalığı dikkate değer. Modernliğin tezahürlerine dair eleştirel yaklaşımı, ardıllarının eleştirisini de içerir. Kültürel gerçekliğe dair, üst anlatılara inançsızlık olarak çağın ruhunu yakalayacak, kavrayacak ve aşacak türden bir düşünüş için Simmelci bir görme biçimi etkili olabilmektedir. Bunu en güçlü biçimiyle Simmel’in etkisinde olan Bauman’ın postmodernizm üzerine metinlerinde görebiliriz.

Bir toplum, zaman, mekân, kavram ve değerlerle, içerik ve eylemlerden oluşan nesnel bir şey olarak düşünüldüğünde; belli bir zaman ve mekânda içerde ve dışarıda duran varlıklardan oluşan bir yapıdır. Bu nedenle de toplum dışı denen şey de topluma aittir. Bu içerisi ve dışarısı denen şeyin mekansal ve durum olarak olanaksızlığını önemseyen Negri’yi hatırlatıyor. Bir yüce, kutsal, saygın, kıymetli ve anlamlı şey ile bir olmanın yolu ondan farklı olmakla mümkündür. Kant’la birlikte doğalcılıktan kurtulduğumuz gibi Simmel ile de sinizmin kaynağı olan determinist, ilerlemeci, çizgisel tarihselcilikten zihinsel bir kopuş yapabiliriz. Ancak bu kopuşla kişi-özne bir kendilik olarak yaratıcıya evrilir. Burada tinsel özgürlüğe de alan açılır. Her insanı ait olduğu sosyolojik tipe indirgeme vasatından kurtulmuş oluruz. Burada Hegel’in toplumsal sabitleri sabote eden düşünüşüyle “hiç kimse sınıfına indirgenemez” ifadesi yankılanır. Sınıftan kaçışın yanlış eleştirisi olan sınıfa kaçış da böyle önlenebilir. Sosyolojik tip, o tipe ait kişinin peçesi olarak sadece onun özgüllüğünü maskelemez, asıl önemlisi ona yeni bir biçimle beraber anlam da verir. İnsanın insanla ilişkisi arasına giren bu maske de sahici, özgürleştirici bir deneyim olarak ilişkiyi olanaksızlaştırır. Burada Marx’ın yabancılaşma ve meta fetişizmi bahsinde sözünü ettiği “insanın insanla ilişkisi şeyler arası ilişkiye dönüşür” anlamına gelen ifadeleri hatırlanmalıdır. Bu yüzden toplumsallaşmanın temel unsuru çatışmadır. Deneyimin koşulları eğer deneyim nesnelerinin de koşulları iseler deneyimlenen çatışmalar da nesneler dünyasındaki sürmekte olan çatışmaların açımlanmasıdır.

Aşkınlık hayata içkindir. Kendinde kalmanın olanaklı tek yolu kişinin sürekli kendi dışına seferler eylemesine bağlıdır. Yani daha fala hayat için hayattan fazlası gerekir. “Her yerde ve her zaman sınırlara sahip olduğumuz düşünülürse, biz aslında bu sınırlarızdır. (…) zaman sadece hayat için gerçektir. Zaman, formüle gelmeyen, dolaysız somutluğu içinde yaşanan hayatın bilincimizdeki formudur. Zaman, içeriklerinden ayrı olarak görülen hayattır, zira diğer her türlü gerçekliğin zaman dışı şimdisini her iki yönde de aşan ve böylece de bütünüyle tek başına zamansal boyutu, yani zamanı yaratan tek şey hayattır.” sözleriyle Simmel için hayat kendi zamanı ve mekanı dışında durana uzanan şey olarak kendisi olan sınırları sürekli ihlal eder, ama her ihlalde sınır o ihlalin menziline kadar genişler. Yani nerede bir formu olan şey yaşansa Simmel için hayat çıkmaz sokağa girmiştir. Devrimci bir içeriğin zuhur etmesi için biçimle ilişkimizi, gerçek hayatta çıkmaz sokaklardan nasıl çıkıyorsak öyle kurmamız gerekiyor. Biçim ve içerik ilişkisi Janus Başı olarak imgelenebilir.

Mantıksal güçlükler susmaya yetmez ve mantığın kendisinin metafizik kökü konuşmanın imkansızlaştığı yerdedir. Bu da bize Wittgenstein’ın “üzerinde konuşulamayan şey hakkında susmak gerek” dayatmasına “dil varlığın evidir” diyen Heideggerci bir itiraz etme alanı açar. Kişinin mantık tarafından gayet mantıklı da gelen tüketilmesine itiraz niteliğindedir. Kültürel bedenin ruhuna yeni alanlar yaratılır. İnsan zihni farkla uyarılır, böylece varoşlun yüzeyindeki her bir noktadan ruhun derinliklerine sondaj yapılabilir. Çağın ruhunun temel karakteristiği olan ve ayırt etme yeteneğinin körelmesinden türeyen bezginlik de böylece ruhun cisimleşmesi aşılabilir. Kişi nesnel kültürün duvarlarını aşabilir, ihmal edilebilir bir nicelik olmaktan kurtulur, böylece kültür de kişinin kendine dışsal olan şeyi içine çekmesi ile başka bir kültürün eşiğine gelir.

Tutkulara ortam sağlayan tapınak soyundan bir filozof olarak Wittgenstein’ın temel düşünce uğrakları olan bilmek, inanmak, şüphe duymak, emin olmak üzerine düşüncelerinin berisindeki tinsel uğraşını, akıl yürütme tarzını, zihinsel mekanını da kendimize katabiliriz. “Gerçekten gitmek zorunda olduğum yer, aslında zaten bulunuyor olmam gereken bir yer” diyen ve konusu etrafında sıçraya sıçraya düşünen Wittgenstein büyük ayartıcılar soyundandır. Bize, daha ileriye gidilemezi ilk adım olarak sunar. Bu nedenle de kişi sadece kendi zamanının ötesiyle yetinemez, oraya yerleşemez, aksi halde zaman onu kat edecektir. Hakikat arayışından anlam kurmaya dönüklüğüyle Wittgenstein için bir teori yapmanın ötesine bir iç çekiş ve bir çığlıktır aslolan. Bu iç çekiş ve çığlıkta söylemek istediği ise insanın doğruyu söyleyemez oluşundaki acı ve öfke saklıdır. Bu iç çekişte sanata yaklaşır Wittgenstein. Sanatın çekirdeğindeki vahşi onda yankılanır. Sanatın eylemi bu yüzden duyarlılık ve beğeniyi aşar. Eşikte bekletir. Durup, çok zamandır geride bıraktığımız ruhumuzu beklemeyi önerir bize. Çünkü nesneler dünyasına girerken yanımızda nesne olmayan parçamızı(ruhumuzu) almadan girmeyi ölümcül bulur Wittgenstein.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X