Savaş Ergül, “Ütopyanın imkân ve imkânsızlıkları”, BirGün Kitap Eki, 12 Aralık 2009
Amerikan’ın önde gelen düşünür ve eleştirmenlerden biri olan Fredric Jameson, Ütopya Denen Arzu adlı kitabında, Margaret Thatcher’ın dillere pelesenk ettiği “kapitalizmin alternatifi yok”a karşı asıl vazgeçilmez olanın ütopya fikri ve tahayyülü olduğunu söyleyerek Thatcher’e mukabelede bulunur. Jameson’a göre, günümüz siyasal düşüncesinde temel sorun, ‘kapitalizmin evrensel yenilmezliği’ veya onun gücü değil, onun karşısına konacak bir fikrin, inanışın ve alternatifin konmasının dahi düşünülememesidir. İşte Jameson’un ütopya fikrini öne sürmesinin ve tartışmasının önemi tam da burada kendisini gösterir: “Ütopyacılar bu tür alternatif sistemleri düşünmekle kalmazlar; ütopya biçiminin kendisi, radikal farklılık üzerine, radikal ötekilik üzerine ve toplumsal bütünlüğün sistemsel doğası üzerine temsili bir düşünmedir” (s. 11). İçinde bulunulan durumla uyumsuzluğunu ilan eden ütopyacı bir siyaset ister istemez bu durumdan bambaşka bir sitemi tahayyül etme durumunda kalacaktır. Radikal fark ve kopuş düşüncesi olmadan tasarlanan bir ütopya, günlük gerçeklere çok yaklaşıp tanıdıklık derecesini artıran bir ütopya, varlık gerekçesi olan sisteme karşı köktenciliğini yitirip azar azar onun simgesel ağına yeniden kodlanacaktır. Öyleyse ütopyacılık veya siyasal ütopyacılık denince en başta düşünülmesi gereken bu radikal kopuş anı olmalıdır ve Jameson’un kitabı da asıl olarak bu tema üzerine bir tartışmadır. Ama şunu eklemek de fayda var: Jameson’un bu temayı geliştirme ve serimlemesi ayrıntılı bir malzeme incelemesine -ütopyaların kullandıkları malzemenin incelenmesine, fantezi, bilim kurgu, ütopya ve karşı ütopyaların sınırları ve kesişmelerini ayırt etmeye- yaslanır. Bu alanda yazılan eserlerin hammadde ve biçimine değgin bir hayli tafsilatlı incelemeden sonra Jameson özellikle son dört bölümde ütopya fikrinin siyasal gücü ve güçsüzlüğü tartışmasına girer.
Ütopyacılığı siyasal olanın bir tür anahtarı olarak görüp hemen siyasal olanla özdeşleştirmemek gerekiyor. Çünkü ütopyacılığın varıldığı apaçık yaratıcı ve çarpıcı hayali veya fikri tasavvurlar kadar, bünyesinde barındırdığı kimi güçsüzlükler, zayıflıklar ve paradokslar da bulunur ve bunlara yönelik farkı cephelerden farklı eleştiriler yöneltir: liberal düşünce, ütopyacılığı, kusurlu ve eksik olanı zor yoluyla kabul ettirmek isteyen tekbiçimli ve ideal bir programın adı olarak görürken, sosyalist düşünce de çoğunlukla siyasal fail, pratik ve stratejiden yoksun zayıf düşüncenin örneği olarak görülmüş, bu yönüyle de gerçeğe temas etmeyen veya teması sınırlı kalan bir tür idealizm olarak işaretlenmiştir (s. 28).
Bu zayıflık ve kusurlar eleştirisini başlangıçta askıya alan Jameson, asıl olarak ütopyanın bünyesinde barındırdığı kısıtlar, çatışkılar ve paradokslar tartışmasını önüne koyar. Tasarlanan ütopyayı mümkün kılan en temel özellik, hem mekânsal hem de iletişim açısından sistemin kapanma özelliğini devreye sokmasıdır. Radikal başkalık ve özerkliği, bütünlüğü sağlamanın yolu kapanmadan geçer, yoksa pek çok dışsal öğenin sisteme girişi söz konusu olup projeyi işlemez hale getireceklerdir (s. 23). Ancak kapanmanın aynı zamanda belirli bir otoriter denetimi ve hiyerarşiyi zorunlu olarak işe koşturduğu da gözden kaçmamakta. Mutluluğu referans noktası yapan ilk ütopyaların aksine, modern zaman ütopyaları özgürlüğü ilk amaç olarak ele aldıklarından bu kapanma sorunlu bir özelliğe dönüşür. Diğer bir sorun ise, ilk ütopyalarda kapanmayı mümkün kılan şey, yeryüzünün bütünün henüz keşfedilmemesi veya sömürgeleştirilmemesiydi. Oysa ulaşım ve iletişimin gezegen çapında mutlaklığı, artık bu türlü bir kapanmaya kaçışı ortadan kaldırdığından bu efekte başvurmak zayıf bir idealizme sığınmak anlamına gelecektir. Burada ütopyanın biçim ve içerik taraflarından/öğelerinden biri lehine aşılmaz bir gerilimle karşılaşırız.
Ütopyacı fikriyatın ve tahayyülün asıl zorlu sınavı ve siyasal açıdan önemli olan yönü ise, radikal fark ve özdeşlik arasında sağlamak zorunda olduğu hassas dengeyle ilgilidir. Olumsuzlanan sistemin karşısına mutlak fark olarak konan radikal model gövdeleştiğinde farkın olmadığı bir aynılık mekânını kurar. Öyle ki, tüm bireyler adeta benliklerinden soyulup gayri şahsiliğin bir parçası olarak tek birey olan topluluğun kısımları olurlar: toplu ve kesin bir saatte yenen yemekler, tek tip giyilen giysiler, katı bir şekilde uygulanan toplumsal ve dini ritüeller, özdeşliğin büsbütün sıklaşması adına yasaklanan fraksiyonlar ve partiler. Bütün bunları klasik sayılan çoğu ütopya eserinde kolayca görebiliriz. Özdeşliğin fark üzerinde kurduğu bu tahakkümden dolayı, bu tür içinde türe karşı olarak, ütopya içinde ütopyaya karşı anti-ütopyalar uç vermiştir. Peki, bu zorlu döngüden nasıl çıkılmalı? Farkın kurucu an olarak ya da Rousseau’cu tarzda ideal bir referans olarak sabit kalıp özdeşliğe teslimiyetinden nasıl kurtulabilir? Yanıt çokluk mu? Ama bu yanıt da, Jameson’un hatırlattığı gibi, Marx’tan beri başını öne uzatan ekonomik örgütlenme meselesinin üzerinden atlanarak yapılabilir ancak (s. 293). Diğer bir sorun da çokluk halinde veya otonomlar halinde duran farklı yapıların mevcudiyeti durumunda -gündelik hayatın pratik meselelerinden tutun da farklı toplumsal ve siyasal yönelimlere kadar- bunların birbirlerine nasıl telif edileceği sorunuyla yüzleşiriz. Yine özdeşlik eleştirisine yakın duran bir başka ihtilaflı sorun, ütopyalarda olayın yokluğu, ortadan kalkmasıdır. Neredeyse biricik tek olay olarak ortaya çıkan ütopyanın inşası, diğer tüm olayların imkânsızlığına neden olmuş, düzene uygun gündelik rutinler dışında tüm tutkulu projeler askıya alınmış ve insanları kala kala bir “can sıkıntısıyla” baş başa bırakmıştır. Paradoksal olan şudur: radikal bir olay olarak tahayyül edilen ütopya mevcudiyete geçtiğinde vasat bir toplum düzenine neden olur. Biricik olay olarak ütopyanın kendisi, bir tür nihayeti ilan eden tarih görüşleriyle, “tarihin sonu” fikriyle adeta uyuşur gibi görünmektedir. Bu noktada da, ütopya ve ideoloji arasındaki irtibatın derecesi ve mahiyeti sorunu ortaya çıkmaktadır. Ütopyacı düşünce acaba tarihsel belirlemelerden veya ideolojilerden kaçıp evrensel kabul gören bir sıfır noktasından hareket edebilir mi?
Ütopyacılığa ilişkin bu zahmetli soru(n)lar, aynı şekilde, “devrim, eşitlik, hakikat ve aşk gibi” konularda da mevcudiyetlerini korurlar. Bu bakımdan Jameson’un yaptığı tartışma aslında sadece ütopyayla ilgili olmayıp aslında kurucu olan her ilke ve kategoriyle birebir temas halinde olan bir düşünme çabasıdır. Ütopyaya yönelik bütün bu açmazlar bizi hemen ütopya fikrinin çürüklüğüne ve dayanaksızlığına götürmemeli. Çünkü sadece başarı değil, başarısızlığın kendisi de, özellikle siyasal meselelerde, yol açıcı olabilir, olmuştur. Jameson’un radikal olumsuzlama olarak tanımladığı ütopyanın üstlendiği eleştiri silahı ise onun olumluluk hanesine yazılabilir: “Ütopya denen arzu somut ve süreğen olmalı, aynı şekilde bozguncu ve mahcur da olmamalıdır. Dolayısıyla estetik bir paradigmayı takip etmek ve hem çözülmez çelişkinin üretiminin temel bir süreç olduğunu hem de kötümserlikle ve mümkün olmayanla karşılaşmasına içkin bir tatmin biçimi tahayyül etmememiz gerektiğini iddia etmek daha iyi olabilir. Ütopyacı görünümlü tüm o içeriğin aslında ideolojik olduğunu ve temalarının başlıca görevinin eleştirel olumsuzlukta, yani muadillerini gizemsizleştirme işlevinde yattığı sonucuna vardık” (s.125, 285).
Son olarak söyleyeceğimiz, bu tartışmaya bir düğüm daha atmak veya bir kademe daha ilerletmek için, Ütopya fikriyatının en tutkulu ve yaratıcı ismi Ernst Bloch’un büyük eseri “Umut İlkesi”ni okumanın kaçınılmaz bir ödev olacağıdır. Ama bu ödeve keyif sıfatını da çarçabuk eklememiz gerekiyor.