| ISBN13 978-975-342-751-7 | 13X19,5 cm, 336 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Yücel Kayıran, “Şairin ‘ölüm’ nedeni”, Radikal Kitap Eki, 20 Kasım 2010 Bilge Karasu, ölümünden önce, Hürriyet muhabirinin yazılı sorularına verdiği kısa yanıtların birinde, meâlen dile getirirsem, “hayatımın, edebiyatım için bir önemi yok; bazı edebiyatçıların yaşamöyküleri, onların edebiyatlarını açıklayabilir ama benimkisi öyle değil” demişti. Bilge hocanın, ‘Metin Okuma’ derslerinin birinde de, “hayatınızın her anını kamerayla kayıt altına almanız lazım, biyografi için, ama bu durumda da ortaya çıkan şey biyografi midir?” diye sorduğunu da hatırlıyorum. Ama daha ayırıcı olanı, Karasu’nun Altı Ay Bir Güz’ün, ölümünden sonra yayımlanmasını vasiyet etmiş olmasıdır. Sanırım bu durumun bir başka örneği yoktur dünya yazınında. Yazar, biyografik olarak ölmüştü, fakat anlatısı olarak ‘yaşamaya’ devam ediyordu. Yusuf Atılgan’ın da, Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne yerleşerek uzun yıllar çiftçilik yaparak yaşaması, modern yazarın biyografisinin ölümü bakımından oldukça dikkat çekicidir. Yaşamın gayri-romantikleşmesi Biyografiye karşı olan bu eğilim, sadece Karasu ile Atılgan’da değil, 50 Kuşağı’nın bütün şair ve yazarlarında genel bir poetik tavır olarak ortaya çıkar. Farklı türlerde yazan ve farlı ideolojik anlayıştaki şair ve yazarlar, Türk edebiyatının hiçbir döneminde, 50’li yıllarda olduğu denli ortak poetik bir tavırda birleşmiş değildir. Ece Ayhan, özel hayatıyla ilgili soruları sürekli geçiştirir. Cemal Süreya, her ne kadar “şairin hayatı şiire dahil” demiş olsa da, kastettiği biyografi değildir. Tutarlılık Turgut Uyar’ın edasıdır; geçmişi hakkında daima susmuştur. Sezai Karakoç, biyografik varlık olarak kendisini, edebiyat gerçekliğinin tamamen dışına almıştır. Ahmet Oktay, günlük olarak adlandırılan Gece Defteri ile anı bağlamında değerlendirilecek olan Gizli Çekmece’yi yazmış olsa da, bu kitaplar biyografik bir malzeme de içermezler. Oktay’a göre, tarih olmayan, mite dönüştürülen, gizemselleştirilen bir ‘geçmiş’in kendisine güven duyulamaz. 50’li yıllar, Türk edebiyatında, şairin ve yazarın yaşamının gayri-romantikleştirilmesi girişiminin, edebi bir tavır olarak ortaya çıktığı en güçlü yıllardır. Denilebilir ki biyografisiz edebiyatın tarihi, Türk edebiyatında 50’li yıllarla birlikte başlar. Buna, siyasal bakımdan, özel yaşamla kamusal yaşamın birbirinden ayrılması da denilebilir. Bu bağlamda, denilebilir ki, Cumhuriyet dönemi edebiyatında, özel ile kamusal, kişisel ile mesleki olan arasındaki sınır ilk defa yazarın bizzat kendisinin belirlediği hat üzerinde çizilmiş ve yazar özel yaşamına ait bir mitin oluşturulmasına izin vermemiştir. Karasu’nun, ölümünden önce, bırakın özel yaşamıyla ilgili olmasını, yazarlığına ilişkin bir mitin oluşmasına yol açabilecek ‘tamamlanmamış metin parçalarının’ bile yakılmasını vasiyet ettiğini ve bu vasiyetin yerine getirildiğini biliyoruz. Poetik bakımdan söz konusu olan ise, 50 Kuşağı’nın, biyografiyi öne çıkaran romantizme karşı kararlı bir uyanıklık halidir. Görünmez bir anlatıcı Oysa 1950 öncesi, yani Tanzimat’tan ‘50’ye kadar olan dönem, büyük biyografiler dönemidir. Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Yahya Kemal ve Nâzım Hikmet’i andığımızda, gözümüzün önüne gelen bedeli ödenmiş biyografidir. Bu halkanın son temsilcisi kuşkusuz Nâzım Hikmet’ti; şiiri ile biyografisinin birbirinden ayrılıp sökülmesi neredeyse mümkün olmayan, Türk şiirinin tek şairi. Şöyle de söylenebilir; ‘biyografik efsanesi’nden yalıtılmış bir Nâzım Hikmet şiiri düşünmek olanaklı değildir. Bu arada, bu dönemde ortaya çıkmış “küçük insanın şiiri” ifadesinin nedensel bağlamı da burada gizlidir. Özne olarak yazma sürecinde edimsel olarak mevcut olan, fakat biyografisinin de pek önemi olmayan bir şair tipinin şiiridir küçük insanın şiiri. 60’la birlikte ise, genç Türk şairi kendisine 19. yüzyıl Rus romantiklerini kendisine model edinecektir. Buradaki bu kısa kısa ayrımları, Svetlana Boym’un Tırnak İçinde Ölüm: Modern Şairle İlgili Kültürel Mitler adlı tezinde geliştirdiği ve ‘menteşe kavramlar’ adını verdiği kavramlaştırmalarından hareketle yaptığımı belirtmeliyim. Amacım, Boym’un, modernliğin tekbiçimliliğine yönelik tepkisinden hareketle, bir başka tarihselliği ve kültürel bağlamı işaret etmek. Boym, şiir eleştirisinin asal sorunlarından biri üzerinde odaklanmaktadır: Yaşam ile metin arasında nasıl bir ilişki vardır? Yazar kendi yarattığı kurmacaları mı yaşıyor yoksa basbayağı bir yaşamın öyküsünü mü kaleme alıyor? Şiirin kuruluşu ile benliğin kuruluşu veya edebiyat kişisi, biyografi kişisi ile kültürel şahsiyet arasında nasıl bir ilişki vardır? Sanat ile sanatçının kişiliği birbirine bağlı mı yoksa bağımsız değişkenler midir? Bu bağlamda, romantizm, sanat ile sanatçının kişiliğini birbirine bağlı değişkenlere dönüştüren bir akım olmuştur. Romantik şair, kendini stilize ederek göz alıcı bir figüre, kendi romantik kahramanına dönüştüren bir şairdir. Kültürel ikonografi barındıran biyografi, okuru ‘can yoldaşı’ olarak gören romantik şair için vazgeçilmezdir. Önemli olan kişilik imgesidir, o imgeyi harekete geçiren metin değil. Bu nedenle ‘öz-sunum mitolojileri’ oluşturulur. Boym, romantiklerin bu durumunu açıklamak için, Rusçada ‘hayat yaratımı’ anlamına gelen jiznetvarçestvo kavramına dikkat çekiyor. Ancak zamanla “romantik bireyci figür yerini insanlık için acı çeken soylu figüre bırakır”. “Kişisel efsanesi olmayan, görünmez bir anlatıcı olmayı tercih” eden ve yazarla ilgili mit oluşturumunu ve ikonografi içeren biyografiyi reddeden yazar figürüdür bu. Boym, romantik figürün örneği olarak Rimbaud’dan, ikinci figürün örneği olarak Mallarmé’den hareketle birbirinden farklı iki modernlik tarihi yazmanın olanaklılığına dikkat çekmektedir. İlki edebiyatın ölümünü temsil etmektedir ikincisi ise ikincisi ise biyografisiz yazar figürünü. Ya eleştirmenin ölümü Boym’un temel amaçlarından biri de, “modern projeyi tarihsel bir bağlama oturtmak ve farklı kültürel bağlamlarda beliren çeşitli modernlikleri inceleyerek tekbiçimliliğine ve evrenselliğine meydan okumak”tır. Yazarın kültürel şahsiyeti bağlamında modern projenin tekbiçimliliğinden ve bu tekbiçimliliğin evrenselliğinden söz edilemez. Bir kültürel şahsiyet olarak şair veya yazarın kişiliği, farklı kültürel bağlamlarda ve farklı tarihselliklerde farklı modernlikler olarak ortaya çıkmaktadır. Vladimir Mayakovski ile Marina Tsvetayeva, farklı modernliklerin Rusya’daki temsilcileridir. Boym, “yazarın ölümü, öznenin yazma sürecinde yok oluşu ve şairin yaşamının ‘gayri-romantikleşmesi’nin Rus modernizminde bir yer tutmadığına” işaret ediyor. Türk modernizmindeki durum ise, yukarıda işaret ettiğim gibi, her iki kültürel bağlamdan farklı. Boym, ‘Sonuç: Ya Eleştirmenin Ölümü?’ bölümünde ise eleştirinin işlevi ve ontolojisi bakımından göz ardı edilemeyecek bir soruna dikkat çekmekte ve ‘eleştirmenin ölümü’ kavramı üzerinde durmaktadır. Bu kavramdaki ‘eleştirmen’ ifadesiyle Boym’un kastettiği, Paul de Man, Roland Barthes ve Michel Foucault’dur; ‘ölüm’ ifadesiyle kastettiği ise, bu eleştirmenlerin entelektüel olarak geliştirdikleri düşünce kurgularıyla çelişen varoluş durumundan kaçınamamış olmaları durumudur. Söz konusu eleştirmenlerin, yazarın ölümünden söz eden entelektüeller olması bir paradoks durumunu değil; Boym’a göre, temelde eleştirinin etikle ıralı bir sorununu dile getirir: “Eleştirmenin metni ile eleştirmenin miti arasında nasıl bir ilişki vardır” ve bu ilişki ne türden bir etik temele dayanmalıdır? Kanımca, bu temel sorun bakımından, Kant’ın temel maksimi ile Aristoteles’in ‘orta olma’ dediği karakter erdemi kavramı hakkında yeniden düşünmek gerekir. Kant, “her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun” buyruğunu dile getirir. Aristoteles ise, aynı türden duygulanımlarda aşırılık ile eksiklik kutupları arasında orta olmayı... Sadece eleştirmen değil, artık vatandaş konumunda olan şair de bu etik sorunu göz ardı ettiği ölçüde ‘ölüm’den kaçınamayacaktır. |