| ISBN13 978-975-342-751-7 | 13X19,5 cm, 336 s. |
KAMPANYADA Liste fiyatı: 264.00 TL İndirimli fiyatı: 118.80 TL İndirim oranı: %55 {"value":264.0,"currency":"TRY","items":[{"item_id":"445","item_name":"Tırnak İçinde Ölüm","discount":145.20,"price":264.00,"quantity":1}]} |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et Diğer kampanyalar için | |
|
| | Tırnak İçinde Ölüm Modern Şairle İlgili Kültürel Mitler Özgün adı: Death in Quotation Marks Cultural Myths of the Modern Poet Çeviri: Emine Ayhan Yayıma Hazırlayan: Savaş Kılıç Kapak Tasarımı: Emine Bora |
Kitabın Baskıları: | 1. Basım: Eylül 2010 |
Ölüm burada tırnak içinde, çünkü bu ölüm varsayılan, söylemsel bir ölüm. Sanatçı, edebiyat eleştirmeni ve araştırmacı Svetlana Boym, 60'lı yıllarda Roland Barthes ve Michel Foucault tarafından ortaya atılan ve giderek bir efsane halini alan "yazarın ölümü" tezini sorguluyor, yazarın ölümünün tam da Barthes'ın kullandığı anlamda çağdaş bir "söylen"den ibaret olduğunu öne sürüyor. Rus Biçimciliğinden, Amerikan Yeni Eleştirisi ve Fransız Post-yapısalcılığına kadar uzanan bir alanda modern eleştirinin biyografi ile edebiyat arasındaki ilişkileri nasıl ele aldığını, ne gibi önkabullerden yola çıktığını benzeri az görülen bir rahatlık ve akıcı bir dille inceleyen yazar, Fransız şiirinden Mallarmé, Valéry ve Rimbaud'yu, Rus şiirinden Mayakovski ve Marina Tsvetayeva'yı çözümlemelerinin merkezine yerleştiriyor. Genelde edebiyat ile hayat, özelde şairin hayatı ile şiiri, ve asıl olarak da, şairin retorik ölümü ile gerçek ölümü arasındaki ilişki yazarın temel ilgi odağı. Şair veya yazarın "metinde" öldüğü yönündeki yaygın efsanenin -evet, bir efsane, çünkü öldüğünü gururla ilan eden şair metinde daha gizli yollardan boy gösterebilmek için çırpınıp durmuyor mu?- yirminci yüzyılın ikinci yarısında edebiyat eleştirisinde niçin bu kadar rağbet görmüş olduğunu kültürel-tarihsel bir veri olarak anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. Edebiyat metinlerindeki bu "ölüm"ün, eleştiriye ilgi duyanlar kadar, kültür incelemelerine ve felsefeye ilgi duyan okurlar tarafından da zevkle okunacağını düşünüyoruz. Sevgiyle anıyoruz... Svetlana Boym (1959-2015) Türkçede Nostaljinin Geleceği, Tırnak İçinde Ölüm ve Ninoçka kitaplarıyla tanınan yazarımız Svetlana Boym 5 Ağustos 2015’te bir senedir mücadele ettiği kanser nedeniyle hayatını kaybetti. Sıradışı yaşam öyküsünü Masha Gessen’in 7 Ağustos’ta The New Yorker’da çıkan yazısından alıntılarla paylaşmak istiyoruz: Svetlana Boym, Harvard Üniversitesi Slav Dilleri ve Edebiyatları ve Karşılaştırmalı Edebiyat profesörüydü. Akademik olmayan dünyaya 2001’de Nostaljinin Geleceği kitabıyla adım attı. Ayrıca çetrefil bir roman yayımladı: Ninoçka. Bu kitapla, günümüzde Rusya’nın milliyetçilik-yayılmacılık deliliğinin bir parçası olan Avrasyacı hareketin yükselişe geçeceğini tahmin ettiği söylenebilir. Daha sonra kendisini fotoğraf çekerken, dijital baskı, çoklu pozlama ve ilk dijital fotoğraf makinelerindeki on altı saniyelik video özelliğiyle deneyler yaparken bulacaktı. Böyle böyle görsel sanatlarla uğraşmaya başladı; çok geçmeden kendini gösterecek, takdir görecekti. Haftalarını, aylarını alan yoğun emek vererek yaptığı araştırmalarını sadece can alıcı bir tesadüf gibi anlatan o insanlardandı. Çalışmalarını kolay şeyler gibi göstermeyi severdi, içinde bariz atlamalar olan betimlemeler hoşuna giderdi. Boym yazılarının çoğunda henüz tam anlamıyla gözler önüne serilmemiş olana odaklanıyordu, gölge oyunlarına. En sevdiği metinlerinden biri, Hannah Arendt ve Mary McCarthy’nin ilişkisinde, bilgiye direnen böyle bir yakınlık üzerinde durduğu, “Scenography of Friendship” (Dostluğun Skenografisi) başlıklı denemesiydi. “Dostluk her şeyi aydınlatma veya karartma değil, birlik olup gölgelerle oynama meselesidir,” diye yazıyordu, “amacı aydınlanma değil parlaklıktır, gözleri kör eden bir hakikat arayışı değil, zaman zaman berraklık ve dürüstlük arayışıdır.” On dokuz yaşında, tuzlanmış balık sırasına girmiş bekliyor, Kırım’da bir sahilde. Genç bir adam onunla muhabbete başlıyor, çok geçmeden “Benimle Amerika’ya gelmek ister misin?” diye soruyor ve Boym’un buna cevabı “Evet” oluyor. Batı’yı Maria Schneider’ın saçlarını ebediyen özgürlük rüzgârında savurduğu bir Antonioni filminin sekansı olarak hayal ediyor. Gerçekte ise çıkış vizesi için bir seneden fazla bekliyor, ardından Viyana ve Roma’daki mülteci kamplarında kalıyor, sonunda da Boston’a geliyor. Neyse ki şansı yaver gidiyor da idari işler buluyor, ama gönlünde yatan felsefe okumak, bunun için de Boston Üniversitesi’ne gidiyor. İşte bu sıralarda, kendine yeni bir kimlik uyduruyor. Herzen Enstitüsü’nde İngilizcenin yanı sıra İspanyolca da öğrenmiş; dil öğretme becerisiyle para kazanmaya karar veriyor ve kendisini “Susana” diye, İspanya İç Savaşı’ndan kaçan bir çocuk mültecinin kızı olarak tanıtıyor. Profesörlerin kapısını çalıp bu hikâyeyi anlatmaya başlıyor, böylece birkaç saat ders verme imkânı kazanıyor ve bazı akademisyenlerin ilgisini çekiyor. Sonunda yüksek lisans programına kabul ediliyor, İspanyol Dili ve Edebiyatı’na yoğunlaşıyor; İspanyolca yazdığı ilk ödevinden B+ alıyor, çünkü hocasına göre metnin şiirselliği ileri sürdüğü argümanı gölgeliyor. Svetlana, veya Susana, aldığı notu görünce perişan oluyor. Bunun üzerine başka bir hocası ona okuması için Barthes, Foucault ve Derrida’yı öneriyor ve böylece önünde yeni bir hayatın kapıları aralanıyor. Marksist teorinin aslında bilinmediği ama yaşandığının, bilindiğinin varsayıldığı bir ülkeden geliyordu. Hayatını değiştirecek yazarların metinleri bu teoriyle diyalog halindeydi. Öyleyse söz konusu metinleri nasıl anlamıştı? Aslında anlamamıştı, en azından o zaman için. “Oyunsu bir tarafları vardı. Oyunsuluğa ve mizaha güvendim.” Tonlama düşüncelerden önce gelmiş ve düşünmeye bambaşka bir yaklaşım sunmuştu; ABD’de öğrenim görmenin bir yolunu bulmaya çalışırken aradığı tam da buydu belki de. Susana tekrar Svetlana oldu, Harvard’dan doktorasını aldı; tezinin adı “Tırnak İçinde Ölüm: Modern Şairle İlgili Kültürel Mitler”di. Şairlerin kendi ölümleri hakkında yazdıkları üzerine yazıyordu – son derece riskli bir şeydi bu yaptığı, fiziksel olarak yazara ve onun fiilen ölmesine odaklanıyordu. Ardından Rusya etrafında dönmekle beraber oradan ayrılan üç kitap yayımladı. Sonuncu kitabın fikri 1999’da Moskova’da katıldığı bir yemekten gelir. Aynı masada oturduğu kişilerden biri, Svetlana’nın Boston’dan geldiğini öğrenince, Amerika’nın özgürlükle uzaktan yakından alakası olmadığına dair nutuk çekmeye başlar. “Orada nasıl yaşayabiliyorsun?” diye atılır adam, “Her yerde ‘Özel mülk, geçmek yasaktır’ yazıyor!” Uzun bir akşam olur bu. Birkaç sene sona adam işini bırakıp felsefe okumak için üniversiteye dönecektir. Bu arada Svetlana da zikzaklar çizerek antik Yunanlardan Arendt’e kadar ilerleyen tarihsel ve felsefi bir tur olan Başka Bir Özgürlük: Bir Fikrin Alternatif Tarihi (Metis, 2016) yazmaya başlamıştır. Yine o sıralarda, 1990’lar boyunca pek çok yayın yaptığı ve konferanslara katıldığı Rusya’ya gelmez olur. 2012 ve 2013’te bir konferans ve gösteri için gelir Rusya’ya, ama gönülsüzce. Bir şeylerin mümkün olduğu izlenimi veren bir yerde olmayı tercih etmektedir – sözgelimi Venedik’te, Tel Aviv’de veya Arnavutluk’un başkenti Tiran’da (bu şehrin sanatçı bir belediye başkanı vardır ve Boym 2010 Venedik Mimarlık Bienali’ndeki Tiran sergisinin küratörlerinden biri olmuştur). Rusya’yı iki kere terk eder: Amerikalı bir entelektüel olmak için, ardından da görsel sanatçı olmak için. Yıllar boyunca, güz dönemlerinde çarşambaları üçten beşe bir Nabokov dersi vermiştir. Dersin başlarında, Nabokov’un Konuş Hafıza’da “senkop” kelimesini göçü tanımlamak için kullandığına dikkat çeker. Bu kelime müzikte ritmin değişmesi veya kısa süreli bilinç kaybı anlamına gelir. Hayatlar arasındaki boşluktur. Peki diğer hayatlara ne olur? Svetlana’nın göçten sonra, göç etmeden önceki benliğin göçmenin erişimine kapalı kaldığı, hatta bu şekilde varlığını sürdürdüğü yolunda bir teorisi vardı. Son birkaç yılında işte bu benlikleri arıyordu. Yayımlanmamış bir hikâyesinde, nasıl hayatlar sürmüş olabileceğini anlatıyordu. Ayrıca 1981’de kendisinin ve daha başka Sovyet Yahudilerinin tutulduğu bir mülteci kampını bulmaya gitmişti; kampın yeri bir sır olarak saklanıyordu ve orada tutulanların çoğu, kampın varlığını itinayla unutmuştu. Öldüğü sırada, kampla ve kampı arama süreciyle ilgili bir filmi tamamlamak üzereydi. İlk filmi değildi bu: O bir sinemacıydı, sanatçı, yazar, öğretmendi; o Svetlana’ydı, Susana’ydı, biraz Zenita (babası tuttuğu takım nedeniyle ona bu adı vermeyi istemişti) ve biraz da Olga Carr’dı (göz alıcı ve yadırgatıcı görünen ama Facebook’ta mevcudiyetini sürdüren ve sık sık sanal bir asistan gibi Svetlana’dan üçüncü bir kişi gibi bahseden e-postalar atan bir benlikti bu da). Bir ara web sitesinde, Svetlana Boym “zaman zaman kesişen paralel hayatlar yaşıyor,” diye yazmıştı. İşte o hayatlar 5 Ağustos’ta sona erdi. [1] Notlar [1] The New Yorker’da yayımlanan “Postscript: Svetlana Boym” ve çalıştığı Harvard Üniversitesi’nin Slav Dilleri ve Edebiyatları bölümünün web sayfasında yayımlanan “In Memoriam; Professor Svetlana Boym” metinlerinden derlenerek çevrilmiştir; bkz. newyorker.com/n…/news-desk/postcript-svetlana-boym-1959-2015 ve slavic.fas.harvard.edu/news/memoriam-professor-svetlana-boym. Metne dön. | İÇİNDEKİLER |
Teşekkür Giriş 1. Yazarın Ölümü: Yaşamaktan Vazgeçmek ve Yazmayı Bırakmak 2. Devrimci Şairin Ölümü 3. Şairenin Ölümü Sonuç: Ya Eleştirmenin Ölümü? Dizin | OKUMA PARÇASI |
Giriş, s. 9-14 Edebiyat, Biyografi ve Modern "Yazarın Ölümü" Fikri Çok oldu yaşamla ölümü tırnak içine alalı, boş olduğu bilinen uydurmalar misali. Marina Tsvetayeva, "Yılbaşı Arifesi" Marina Tsvetayeva'nın hayata gözlerini yummuş Rilke'ye hitabı, bu kitabın yazılma saikini oluşturan arzuyu şiirsel olarak dile getiriyor – "yaşam", "ölüm" ve sanat" sözcüklerinin iki yanına konan sayısız tırnak işaretinin yerini değiştirmek, bu tırnak işaretlerini yeniden açmak ya da belirgin kılmak ve eleştirinin bunlar hakkındaki "uydurmaları"nı serimlemek. Modern bir şairin yaşamına dair kültürel mitolojilerin ve şiirin kuruluşu ile benliğin kuruluşu arasındaki bağlantıların incelikleri üzerinde dururken, edebiyat kişi'si (persona), biyografi kişi'si ve kültürel şahsiyet arasındaki ilişkiye dair bir yeniden değerlendirmeden faydalanıyorum. Bu kitapta "yaşam", "metin" ve "kültür"ü, aralarında bir öncelik-sonralık ilişkisi kurmadan, bir arada okumaya yöneli... Devamını görmek için bkz. | |
| ELEŞTİRİLER GÖRÜŞLER |
Serdar Güven, “ Şairin retorik ve gerçek ölümü”, Kitap Zamanı, 1 Kasım 2010 Hepimiz, öyle ya da böyle, günün birinde bir yazarla tanışmış ve yazarın adı etrafında örülen hale ile yazarın kendisi arasındaki farklılık karşısında hayrete düşmüşüzdür. Bizzat yazarın kendisi ya da biyografi yazarları, eleştirmenler veya medya tarafından üretilen imge ile kanlı canlı bir şekilde karşımızda duran gerçek bir türlü uyuşamamaktadır. Peki ama neden? Ne olmuştur da, zihnimizdeki imge ile karşı karşıya olduğumuz gerçek arasında bir tür yarılma meydana gelmiştir. Yazara kendi yüklediğimiz anlamdan ötürü mü şaşkınlık içindeyizdir, yoksa kimin eliyle olursa olsun yaratılan yazar imgesi karşısında yaşadığımız şaşkınlık mı bizi hayal kırıklığına sürüklemiştir? Yok eğer, 60’lı yıllarda Barthes’a kulak vermişsek, “yazarın ölümü”ne çoktan hazırızdır zaten. Bir metnin okunduğu an var olduğunu, okunduğu sürece var olacağını, dolayısıyla metnin yazıldığı an yazarından bağımsızlaşıp okurun yoru... Devamını görmek için bkz. | |
Yücel Kayıran, “Şairin ‘ölüm’ nedeni”, Radikal Kitap Eki, 20 Kasım 2010 Bilge Karasu, ölümünden önce, Hürriyet muhabirinin yazılı sorularına verdiği kısa yanıtların birinde, meâlen dile getirirsem, “hayatımın, edebiyatım için bir önemi yok; bazı edebiyatçıların yaşamöyküleri, onların edebiyatlarını açıklayabilir ama benimkisi öyle değil” demişti. Bilge hocanın, ‘Metin Okuma’ derslerinin birinde de, “hayatınızın her anını kamerayla kayıt altına almanız lazım, biyografi için, ama bu durumda da ortaya çıkan şey biyografi midir?” diye sorduğunu da hatırlıyorum. Ama daha ayırıcı olanı, Karasu’nun Altı Ay Bir Güz’ün, ölümünden sonra yayımlanmasını vasiyet etmiş olmasıdır. Sanırım bu durumun bir başka örneği yoktur dünya yazınında. Yazar, biyografik olarak ölmüştü, fakat anlatısı olarak ‘yaşamaya’ devam ediyordu. Yusuf Atılgan’ın da, Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne yerleşerek uzun yıllar çiftçilik yaparak yaşaması, modern yazarın biyografisinin ölümü bakımından olduk... Devamını görmek için bkz. | |
İbrahim Altay, "Şairin ölümü", Sabah Kitap Eki, 29 Eylül 2010 "Senin için düşünen, senin için konuşan / İşlenmiş bir dille sen / Bir cümle yazdın diye / Kendini şair mi sandın?" Svetlana Boym'un Tırnak İçinde Ölüm kitabını okurken sık sık Schiller'in yukardaki “Heveskar” şiirini hatırladım; biyografi ve suretleri antolojilerden silinmiş yazı erbabını acıyla anarak... Dilin yapısal özellikleri ve mecazların içerisine hapsedildiği kültürel kodlar modern zamanlarda şiiri ve şairi varoluşsal bir bunalıma sürükledi. Bu yüzdendir ki başını Foucault'nun ve Barthes'in çektiği eleştirmenler "şairin ölümü" tezini ortaya attılar. Edebiyat adamı ile eylem adamını birbirinden ayırmayı, eserleri biyografilerden ve suretlerden bağımsız olarak kendi dil ve anlatım özellikleri çerçevesinde incelemeyi önerdiler. Erken zamanlarda Rus biçimciliğinin ve Fransız yapısalcılığının teklifi de bundan çok farklı değildi. Bu determinist anlayış zaman içerisinde bir mite dön... Devamını görmek için bkz. | |
|