Semih Gümüş, “Çatlağı devlette açmakla başlamalı”, Radikal Kitap Eki, 23 Temmuz 2010
Siyasetle kurulan ilişkinin gönüllülerinin her zaman düzenin yapıcı unsurları oluşu, onları bir dizi kast biçiminde sıralar ve bu sıranın kendiliğinden edindiği hiyerarşi, kapitalizmin bütün araçlarıyla koruduğu siyasal sistemin uzantısı olarak düzenlenir. Bu sistemin içinde bulunmaya gönüllü olanların siyasal yelpazenin sağında ya da solunda oluşu, onlar adına ne olumsuz bir not düşmeye neden olur, ne de baştan olumlu. Sonunda, aynı potaya dökülüyorlar. Orada kendini muhalif konumda tanımlamış olmak da gerçek bir siyasal özne olmayı kendiliğinden sağlamaz.
Siyasal bir özne olmak, sonunda iktidara değen bir örgütü mü getirir akla? En azından 1917-1991 arasındaki dönemin kesintisiz çatışma kültürü içinde ve kendini koruma endişesinin önceliği aldığı koşullarda, örgütten başka özne düşünülmüyordu. Marksizmin bir dogmaya dönüştürülmesinin nedenlerini bu koşullar oluşturdu, oysa onun yaratıcı bir düşünme biçimi olarak kendini sürekli yenileme gizilgücüne sahip olduğu bugün daha iyi biliniyor.
Sonsuz Talep kitabında Simon Critchley’nin, etik ve siyaset ilişkisi bağlamından, siyasetin Marx’tan sonraki gelişimi üstüne çıkardığı özgün yorumlar da Marksizmin aslında bir dogma olmaktan ne denli uzak olduğunu gösteriyor. “Marx’ın hilafına, kapitalizmin ivmelenen yerinden-edici gücünün tek ve eşsiz bir siyasal öznenin ortaya çıkmasına değil, yerellik, dil, etnilik, cinsellik, vs. bakımından tanımlanan toplumsal aktörlerin çoğalmasına yol açtığını ileri süreceğim.” Bu değişime karşılık verme yeteneği olmasaydı, Marksizmin bugün de yaşadığını öne sürmek olanaksızlaşırdı, gülünç olurdu.
Antikapitalist özneler için örnek
Bugün yaşayan Marksizmden söz etmek olasıysa, onun, gelecekte de yaşamaya uygun bir doğası olduğunu pekâlâ belirtirken, reformculuktan anarşizme uzanan bir skalanın renklerini oluşturduğunu da yadsıyamayız. Onu siyaset bağlamına sıkıştırmadıkça, ne Marksizmin doğasının saltık devrimci olduğu doğrudur, ne de etikle ilişkisini büsbütün kestiği. Geride bırakılmış yüz yıllık somut gerçekliğin siyasal düzeyde yol açtığı hasar, yalnızca altta kalan insanları değil, Marksizmin siyasal öngörülerini ve sonuçlarını da olumsuz etkiledi. Daha doğrusu, Marksizm siyasal öngörüler ve sonuçlar yaratmak için kullanıldıkça yıprandı. Oysa onun düşünsel ve felsefi derinliği ve aslında radikal değişimlere hem uyum gösterebilir, hem uyarlanabilir oluşu, Marksizmin bugün sürekli yaratıcı yorumlara uğratılarak tartışılmasından, dolayısıyla yenilenmesinden de anlaşılıyor.
Simon Critchley, “İnsan 1970’lerde Ernest Mandel gibi isimlerin Marx’ı ‘kapitalizmin parlak günleri sona erdi’ gibi şeyler söyleyerek değerlendirdiğini okuyunca bir tuhaf oluyor, içi burkuluyor” diyor. Son küresel krizle birlikte kapitalizmin sonuna yaklaştığını söyleyenler gene çıktı, çıkmaması olanaksızdı, ama karşımızda kendi sonunu da kendisi satın alacak güçte bir küresel gerçeklik var ki, onun kendini sürekli yenileyerek sağlama alışı, bir yandan sinirlerimizi bozuyor olsa da, öbür yandan ona karşı savaşımın nasıl yeni biçimlerde sürdürülmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Ernesto Laclau, reel sosyalizmin yıkılmak üzere olduğu yılların en yaratıcı Marksist düşünürlerinden, kapitalizmin “yarattığı zemine dayanarak alternatif bir projenin inşa edilmesi” düşüncesini dile getirirken, gene kapitalist-olmayan yolları arıyordu. Sonunda devrimci bir sınıfın varlığı düşüncesi, sosyalist solun çoğunluğuna gerçekliğini yitirmiş görünüyor, onun yerine hangi toplumsal kesimin geçeceği de sorulmaya başladı. İpuçlarını Gramsci’nin verdiği, hegemonya kuracak bir kolektif yaratma düşüncesi günümüze uyarlanınca, yaratıcı sonuçlar alınması sağlanabiliyor. Simon Critchley de, “Gramsci’ye göre, hegemonya sivil toplumu oluşturan farklı gruplaşmalardan bir ‘kolektif irade’ oluşturma faaliyetidir,” diyor. Demek kendini kapitalizmin dışında tanımlayan bütün sivil toplum kesimlerinin muhalefetidir asıl olan. Bu arada kapitalizmin nimetlerinden yararlananlar gitgide küçülen bir zümreye dönüşürken, küreselleşme olgusu muhalif öznelerin çeşitlenip çoğalmasına da neden oluyor.
Yeni muhalif kesimler bazen bir güç olarak da çıkabilir ortaya, proletaryanın yerine, sosyalizme evrilen bir savaşımı, bu arada sertleştirerek sürdürebilir elbette. Öte yandan, asıl olanın demokrasi, ama saf demokrasi ve uluslararası finans odaklarıyla çokuluslu şirketlerin ezici çoğunluk üstündeki keyfi egemenliğini kırmaya yönelik bir ekonomik ve siyasal özgürlük dünyası olduğunu düşünenlerin yarattığı hareketler de var. Critchley, Meksika yerli hareketinin kimliğinden söz ederken bu örnekleri çoğaltıyor: “Yerli halklar neoliberal küreselleşmeye karşı güçlü bir ahlaki eleştiri getirirler, çünkü bu küreselleşmenin antitezinin düpedüz ete kemiğe bürünmüş hali olarak inşa edilmişlerdir. Yerli kadimdir, ortaklaşmacıdır, gelenekseldir ve ahlaklıdır, yeryüzüyle ve yeryüzünün doğal kaynaklarıyla organik bir sempati içinde hareket edebilmesini sağlayan zengin bir bilgelik mirasından yararlanabilmektedir.” Zapatista hareketinin silahlı bir devrim yerine yerli halkın koşullarının iyileştirilmesini amaçlayan özgün hareketi, hem kendini bütün küresel bağlardan kurtarıp engin bir özgürlükle ortaya atmasını sağladı, hem de yığınların coşkusunu yükseltip gelecek umutlarını dirilterek yeni antikapitalist özneler için sağlam bir örnek yarattı.
Birey hakları bir kere çiğnenince...
Bu arada, asıl çelişkinin karşı tarafında devletin de bulunduğu gerçekten biliniyor mu? Avrupa’da bile milliyetçilik geçerli bir ideoloji olarak öne çıkmış, ideolojinin eseri olan devlet halkların ellerinden bırakamadığı kutsalları arasındaki konumunu geçmişe göre daha güçlendirmişken... Devleti yoksayan bir düşünce, tartışmaya bile gerek yok ki, onun seçenekleriyle de ilgilenmez. Kaldı ki, devletin olmadığı bir dünya tasavvuru gerçek dışı bulunuyor. Bir devletin uyruğundan çıkmak, sonunda bazı temel hakların kullanılamamasına neden oluyorsa, oy kullanmayı bırakalım bir yana o hakkı kendimizle barışık kalarak kaç kez kullandık, ama sözgelimi pasaport almayı olanaksızlaştırıyorsa, bireysel bir çaresizlik doğuyor elbette; daha doğrusu, bireysel haklar böylece bir kere daha çiğnenmiş oluyor. Bireyin kendi istencine rağmen devlet tabiyetine zorunlu olması, devlete olumlu bir nitelik vermez, ama devletsiz yaşamayı neredeyse olanaksızlaşırmak da devletin birey düşmanlığını gösterir.
Bu yüzden isterse bir ütopya olarak kalsın, devletin insanın doğasına aykırı bir kurum olduğu gerçeğini dile getirmekten kaçınmayalım ki, düşünceyle ilişkimiz sürekli kalsın. Gene de devleti yok saymak, günümüzde devleti ele geçirmekten daha uzak bir ütopya sayılmaz. Marksizm, bugünkü somut gerçekliğini proletarya iktidarlarında mı bulacak, yoksa “devlet yapısının dikey hiyerarşisinin yerine özgür, kendi kendilerini belirleyen insanların kurduğu, birbirleriyle yatay ittifaklar kuran birlikler”in yığınsal hareketlerinde mi? Bu düzeyde Marksizmin anarşizmle düşünsel yakınlıklar içine girmesi kaçınılmaz; bu arada aynı pratiği de paylaşacaksa, dolayısıyla yirmi yıl önce kesinkes dillendirmediğimiz bir anarko-sosyalizm, bugünün gerçekliğine ikisinin ayrı ayrı açığa çıkardıklarından daha anlamlı bir bireşimle karşılık verecekse, bundan kaçınılacak mı? Ondan sonra devrimci çözümler yerine reformcu olanların geçiş yollarını bulmak kalır.
Devleti ele geçirmek yerine onu zaman içinde zayıflatıp çürütmek ve toplumun özgürleşmesinin önünde engel olan güçlerini sınırlandırmak, yapılabiliyorsa kaldırmak ve bunu topyekûn bir anti-kapitalist hareket stratejisi içinde yürütmek pekâlâ mümkündür ve bu süreç devlette açılacak çatlakların sürekli büyümesine, onun zayıf düşürülmesine neden olabilir. İşte bu süreci yürüten ‘birlik’, ‘hareket’ neyle adlandırılırsa adlandırılsın, parti örgütünden bambaşka nitelikte, özgür bireylerin birliği ve hareketidir ki, Marksizmi günümüzde yeniden yorumlama etkinliğinin en önemli yanlarından biri budur.
Küreselleşme karşıtı antikapitalist hareketin ‘kendi kendinin farkında bir güç’ haline gelmesinin kapitalizmin temellerini sarsacağını aklı başında entelektüeller düşünmez elbette, ama bu hareket öylesine büyük bir dalga yaratabilir ki, onun gücü karşısında sistem kendisini eskisi gibi idame ettiremeyeceğini görebilir, dolayısıyla hem hukukunu değiştirmek zorunda kalabilir, hem yığınlara vaat edilen siyasal ve ekonomik olanaklarda kalıcı iyileştirmeler yapılmasını gerektirebilir.
Aslında bütün amaç, gerçek demokrasi savunucularının azınlıkta kalmaktan kurtulması. Bunun üstünde duralım bir an. Türkiye’de, değil devrim ya da sosyalizm, gerçek demokrasi savunucularının azınlıkta kalmaktan kurtulması bile hayal gibidir, ama yaşadığımız gezegeni kuşatan domino taşlarının devrim için birbirinin üstüne yıkılarak diziyi tamamlaması ne kadar gerçeklikten uzaksa, bu yıkım ve yapım sürecinin demokrasi için gerçeklemesi de o kadar yakındadır. Yoksa Latin Amerika’nın bugünkü gerçekliğini açıklamak da olanaksızlaşır. Demek bütün sorun ve gelecek hedefi, bizim dünyanın merkezi olarak görmek istemediğimiz Avrupa’dır. Bugünkünden başka bir hayatın mümkün olduğuna inananların Avrupa’yı baştan sona kuşatarak çoğunluğu alması, dünyanın topyekûn değişiminin kaldıracı olmaz mı? Ortadoğu’da halkların öfkelenmesinin sonuçlarıyla Avrupa’daki halkların öfkelenmesi aynı terazide tartılamaz. Demokrasi savaşımının kaması büyük devlet inancının candamarına saplandığında, dünyanın ekseninde bir kayma olacağı kuşkusuz gibidir.