Erol Mutlu, “Sivil itaatsizlik ama nasıl?”, Agos Kitap/Kirk, 21 Ağustos 2010
İnsanları siyasal bir davaya bağlayan nedir? Özneler, o davanın gerektirdiği siyasal eyleme geçme gücünü nasıl yaratırlar? Simon Critchley, Sonsuz Talep adlı kitabında, bu sorulardan hareketle, insanların siyasal özneler olarak hayata müdahale etmelerini anlamlandıracak, alternatif bir etik anlayış oluşturmak için kafa yoruyor.
Adaletsiz bir dünyanın yarattığı siyasal hayal kırıklığını bertaraf edebilmek için yeniden bir bağlılık duygusu oluşturmak gerekiyor. Liberal demokrasi çağının temel siyasal sorunlarından birinin, insanlarda yarattığı motivasyon eksikliği olduğunu belirten Critchley, günümüzde siyasal normların, bağlayıcı olarak bize dışarıdan dayatıldığına, ama içsel (dolayısıyla duygusal) olarak bizler için zorlayıcı bir güce dönüşemediğine dikkat çekiyor. Dayatılan bu normlar dışsal kalmakta, özneliğimizin ayrılmaz birer parçası, içsel bir enerji kaynağı haline gelememektedir.
Felsefi açıdan temel görev, etik açıdan ‘özne’ olmanın ne anlama geldiğinin açıklanmasıdır. Critchley şunu söylüyor: “Etik deneyimin iki bileşeni vardır: Onay ve talep (...) Etik deneyim, öncelikle, bir talebin, onay talep eden bir talebin onaylanmasıdır (...) Etik deneyimin başlıca özelliği, talebin öznesinin ... bu talebi teyit etmesi, onu iyi bulmaya rıza göstermesi, kendini o iyiye bağlaması ve kendi özneliğini o iyiyle bağlantılı olarak şekillendirmesidir” (s. 20-28). Örneğin, “Komşunu kendin gibi seveceksin” ifadesi bizden bir onay talep eder, ve bu çağrıya uyarak o talebi onaylarız. Benzer şekilde, inançlı biri için İsa’nın dirilmesi ona bir talep yükler; Hıristiyan özne bu talebe verilen onayla (‘Diriliş’i teyit etmekle, onu ‘iyi’ olarak onaylamakla) bağlantılı olarak kurulur. Diğer bir deyişle, kendimizi bir ‘iyi’ ye bağlayarak etik bir özne haline geliriz.
Yazar, özerk bireyi temel alan Kantçı mecradan farklı bir yol izlemiş düşünürlerden belirli kavramlar ödünç alıyor, özellikle de Levinas’ın ‘etik talebin gerçekleştirilemezliği’ fikrini izliyor. Öznenin özerkliğini değil yaderkliğini (yani öznenin öteki/başkası ile bir sorumluluk ilişkisi içinde şekillendiğini) vurgulayan Levinas’a göre, özneyi belirleyen şey, fahiş bir talebi tecrübe etmesidir; bu talep, “öldürmeyeceksin” buyruğudur. Özne kendini daha baştan, başkasının talebinin yöneldiği bir ‘nesne’ olarak keşfeder. Özne esasen bu talebe verdiği yetersiz onay ile kurulur: “Bana yöneltilen talebe yeterli cevabı verecek kişi değilimdir” (s. 67). Etik talep, karşılayamayacağımız bir talep olarak işler ve kişiye kaçamayacağı, sonsuz bir sorumluluk yükler. Levinas bu durumu ‘travma’ olarak tarif eder; özne travmatik bir deneyim içinde kurulur, olamayacağını bildiği bir özne olmaya çalışır. Başkası ile ilişkide yaşanan travmayı yaratan bu talep, özneyi aynı zamanda böler. Kişi başkasının talebi karşısında yarılmaya maruz kalır. Etiğin öznesi, yarılmış/bölünmüş bireydir.
Ne var ki, Critchley, temel soruyu cevapsız bırakıyor: Öteki ile kurulan ilişki, beni bir ‘iyi’ye neden ve nasıl bağlamaktadır? Hangi talebi, hangi ölçüye göre ‘iyi’ olarak onaylıyorum? Ötekinden gelen talebi onaylamam, o talebi ‘iyi’ kılabilir mi? Bu durumda o talebi onaylamak beni bir ‘iyi’ye bağlanmış, etik bir özne haline getirir mi? Bu soruları daha genel bir sorunsala bağlamak mümkün: Yazarın kimi kavramlar ödünç alarak aynı resme dahil etmeye çalıştığı Fransız düşünür A. Badiou, Levinas’ı esastan eleştirir ve etiği ‘öteki’ üzerinden kurmanın dinsel bir çaba olduğunu söyleyerek ‘ötekilik-farklılık etiği’ni tehlikeli bir kategori olarak sorunsallaştırır. Kitapta bu iddia ile hesaplaşılmaması, ciddi bir eksiklik.
Bölünmüş özne, yaşadığı bu yarılmayla nasıl baş edebilir? Critchley bunun ipucunu psikanalizdeki yüceltme kavramında buluyor: Yüceltmenin bir yolunu trajedi sunar; burada kişi kendi bilinçdışı arzusu ile karşılaşır, arzusundan vazgeçmez ve Kral Oidipus’un yaptığı gibi faniliğin hakikatini ‘kahramanca’ kabullenir, sahici bir kavrayışa ulaşır.
Crtichley ise, trajik anlayışın özneyi kahramanlaştırarak bir sahicilik yaratmasının ciddi bir sorun olduğunu iddia ediyor. Trajedinin karşısına mizahı koyuyor: Mizah, etik talebin aşırı yüküne, bunu bir zulme dönüştürmeden tahammül etmemizi sağlayan bir yüceltim biçimidir; mizahta kendi kendimizi komik bulur ve bu gülünçlüğü bir ıstırapla değil, ferahlık duygusuyla kabulleniriz. Yazara göre, mizah, bölünmüş benliğimize dışarıdan ve ezilmeden bakma imkânı sunar. Bunun bağlandığı yer şurası: Mizah bir tür antidepresan işlevi görür, bizi teselli eder; bu sayede kendimize gülebiliriz ve hüzün değil bir yücelme hissi içinde yaşarız. Mizah, siyasal hayatta muktedirleri teşhir etmekte ve devlet üzerinde hiciv niteliğinde baskı uygulamakta da devreye girebilecek, protest bir güçtür.
Kitabın son bölümünde, yazar, bu kavramları siyaset alanına taşıyor. Ancak bunu layıkıyla yapabildiğini, önceki bölümlerde ödünç aldığı felsefi kavram ve iddiaları, son bölümde formüle ettiği anarşist siyaset görüşüne, bir bütünlük oluşturacak şekilde dahil edebildiğini söylemek zor. Bu kavramlar ve iddialar, özetleri yapılmış ama esas konuyla bağlantıları sıkı biçimde kurulamamış, dağınık referanslar olarak duruyor, ve bir direniş siyaseti oluşturmanın sistematik çabasından uzak, eklektik okumalar olarak kalıyor.
Yazar, savunduğu siyaset tarzında, çoğulcu birlik(telik) biçimleri, yeni bir eylemlilik ve yeni adlandırmalara dayalı bir itaatsizlik dili geliştirmek gerektiğini söylüyor: Devrimin öznesi anlamında işçi sınıfı kavramı sosyolojik açıdan çökmüştür; etrafında radikal bir siyasetin kurulacağı merkezi bir addan yoksunuz. Kapitalizmin ilerlemesi, tek ve kurtarıcı bir siyasal öznenin ortaya çıkmasına değil, yerel, cinsel, dilsel, etnik, vs. toplumsal aktörlerin çoğalmasına neden olmuştur. Yazara göre, hegemonya kavramı tam da bunu kapsar: Sivil toplumu oluşturan farklı gruplaşmaların (verili, sabit bir kimlikle hareket etmek yerine), önüne koyduğu hedeflere göre davranan, kolektif bir irade, inisiyatifler ve siyasal birliktelikler oluşturmaları...
Bu noktada, Critchley, Meksika’daki yerlilerden ve Avustralya’da Aborijinlerin toprak hakları mücadelesinden hareketle, siyaseti “devletle arada çatlak kabilinden bir mesafe yaratan ve evrensel bir iddiası olan yeni siyasal öznelerin ortaya çıkmasını sağlayan praksis” olarak yeniden tanımlıyor. Buna göre, ‘teröre karşı savaş’ adı altında devlet egemenliğinin bütün hayata nüfuz ettiği, özgürlüklerin güvenliğe feda edildiği, toplumun militer duygularla sürekli bir teyakkuz durumunda tutulmaya çalışıldığı bir çağda, radikal siyasetin görevi, devlete içeriden bir çatlak açmak, bir mesafe yaratmak olmalıdır. Bu ise, üst siyasetin yukarıdan dayattığı her türlü düzen kurma teşebbüsünü aşağıdan sürekli olarak sorgulamak, sarsmak ve sorunsallaştırmak demektir.
Critchley’ye göre, siyasal örgütlenme, bir birleşik güç olarak, Marx’ın tabiriyle ‘özgür insanların birliği’ şeklinde kavranmalıdır ve bu güç her yerde kurulabilir: “Büyük metropol merkezlerde, mülksüzlerin işgal ettiği çatlak kabilinden mekanlarda, mülteciler ve ‘yasadışı’ göçmenlerin işgal ettiği gölgeli alanlarda ya da ... işyerinde, konut projelerinde, okullarda, üniversitelerde, hastanelerde, sığınmacılara yönelik barınaklarda, her yerde” (s. 127-128). Yazar, günümüzde anarşistlerin, motive edici eylem tarzı olarak karnavalvari mizahı ve ‘şiddet içermeyen savaş’ biçimlerini (sokak tiyatrosu, şenlikler, performans sanatı, vb.) kullandıklarını ve bu sayede yeni bir sivil itaatsizlik dili yarattıklarını savunuyor.
Gelinen noktanın, zaten uzun bir geçmişi ve literatürü olan ‘sivil itaatsizlik’in tekrarından ibaret olması, okurda belli bir hayal kırıklığı yaratabilir. Ama kitabın giriş sayfasındaki cümle bunu öngörmüş gibidir: “Felsefe hayal kırıklığı ile başlar.” Azgelişmiş ülkelerdeki hak talebine dayalı eylemlerin ve direniş mücadelelerinin konusunu, sert (kimi zaman kanlı) ihlaller ve haksızlıklar oluşturuyor. Toplumsal kıyımların yaşandığı ve hâlâ aydınlatılamadığı coğrafyalarda geliştirilen mücadele stratejileri içinde, mizahi ve karnavalvari eylem biçimlerinden oluşan bir dili öne çıkarmak, uçarı ve alaycı muhalefet tarzına bu kadar merkezi bir önem atfetmek gerçekçi ve kuşatıcı olamadığı gibi, yaratıcı da görünmüyor. Buna rağmen, Sonsuz Talep, siyasette öfkenin, uyuşmazlığın, mesafenin, devlette çatlak oluşturmanın önemine dikkat çekerek, tartışmayı tahrik eden bir çalışma.