EK 2, Obama'dan Sonra Sol, s. 161-65.
Obama’nın zaferi, kölelik lekesi ve ırkçılık gerçekliğiyle tanımlanan Amerikan tarihinde simgesel bakımdan güçlü bir âna karşılık geliyor. Bu zaferin, ABD'nin dünyanın dört bir yanında algılanma biçimi üzerinde son derece hayırlı sonuçları olacak. Parlak bir stratejinin ürünüydü bu zafer; Obama'nın kampanyası Bush yönetiminin hayal kırıklığına uğratıp güçsüz düşürdüğü insanları dönüştürüp motivasyonu yüksek, örgütlü bir halk gücü haline getirdi. Ama Obama'nın zaferinin herhangi manidar bir anlamda değişimle ilgili olduğu fikrine itirazım var.
Obama'nın siyaseti siyaset karşıtı bir fantazinin hükmü altında. Ortak zemini bulma, aramızdaki farkları kenara koyup birliğe ulaşma çağrısına dayalı bir fantazi bu. Obama'nın siyaseti bir birlik, topluluk, ortaklık ve ortak iyi özleminin hükmü altında. Bush'un partizan siyasetinin yarattığı hayalkırıklığının devası, ABD'nin kurucu eyleminin yeniden teyidi, Amerikan Anayasası'nın açılış cümlesinde ifade edilen daha kusursuz bir birliğe ulaşma umudu oldu. Ortak iyiden dem vurarak siyasal hayatı kuran agonizmin ve güç ilişkilerinin üzerine bir perde çekmeye çalışan güçlü bir ahlaki stratejiydi bu. Siyasette ahlakçılığın büyük yalanı, iktidar gerçeğini siyaset karşıtı bir cila altında gizleyerek inkâr etmeye çalışmasından gelir. Ahlakçılık aynı anda en zalim ve yaralayıcı türünden siyasal bir faaliyete de girer. Ama bu faaliyetin gerçekliği ve her türlü partizanlık biçimi daima tekzip edilir. Ahlakçı siyaset esasen riyakârdır.
Ama en riyakârca olanı değişim muhabbeti kuşkusuz. Obama' nın stratejisini oluşturan unsurlar neler? Ben üç tanesini tespit edeyim. Birincisi, siyah Hıristiyanlık tarihinin yumuşak ve rahatsız edici olmayan bir versiyonundan destek alan depolitize edilmiş ahlaki bir ortak iyi söylemi ile karşı karşıyayız. Obama peygamberane siyah Hıristiyanlığın retorik mekanında ikamet etmekte, ama onun kritik radikalizminin, Rahip Jeremiah Wright'ın vaazlarında bulunabilecek atılganlığın zerresini bile benimsemiyor.
İkincisi, Obama'nın stratejisi Amerikan toplumunun yönetimsel, simgesel düzenindeki bir kayma ile ya da bir ince ayarla ilgili. Umudun Cesareti adlı kitabının giriş bölümleri okununca görülebileceği üzere, Obama Bush yönetimine damgasını vuran şeye, yani yürütme gücünün kapsamının Schmitt'ten, daha doğrusu Leo Strauss'dan cevaz alınarak genişletilmesine karşı liberal meşrutiyetçiliğe dönmeyi vaat ediyor. Amerikan rüyasını yenilemekle ilgili bütün o yavan lafların ardında yatan şey, Anayasa'nın önceliğine ve Kurucu Babalar'ın itiraz edilemez basiretine dönmekten ibarettir. Bundan böyle, bütün siyasal kararlar, meşruiyetleri Anayasa'dan gelen yasal normlara dayanarak alınmalıdır. Obama'nın dehası, gayet geleneksel, liberal bir meşrutiyetçiliği sivil inanç unsurlarıyla yoğurmuş olmasındadır ve burada asıl önemli olan da Obama'nın söyleminin retorik gücünün örtük dinselliğidir.
Üçüncüsü, Obama'nın stratejisi kapitalizmin normalleştirilmesiyle ilgilidir ki bu da kısa ve orta vadede finans kapitalizmine (bu sektörlere geçen yıllarda hakim olan grotesk ölçülerde başıboş sorumsuzluk ve tamahkârlığı düşünün) istikrar kazandırmak demektir. Umudun Cesareti'nden açıkça anlaşıldığı gibi, Obama'nın siyasal alandaki çatışmayı ahlakçı bir biçimde reddetmesi, serbest piyasa rekabetine duyduğu inançla bir şekilde el ele gider. Serbest piyasa sisteminin kusurları olsa da, der, kapitalist ekonomi değişime her zaman açıktır ve "liberal demokrasiler dünya insanlarına daha iyi bir hayata kavuşma yönündeki en iyi şansı sunarlar." Obama'nın ekonomi hakkındaki bu görüşleri dikkate alındığında o iğrenç yoksulluk gerçeğiyle sahiden bölüşümcü bir biçimde uğraşmaya nasıl başlayacağı benim için tam bir muamma.
Demek ki Obama'nın stratejisi son derece açık. Devlet ve sermaye düzeyinde hiçbir değişiklik olmamalıdır. Anayasadaki klasik, liberal biçimiyle devleti muhafaza edip savunmamız ve finans merkezli kapitalizmin halihazırdaki düzensizliğini gidermek için devletin yönetim mekanizmalarına başvurmamız gerekmektedir. Değişim, yurttaşların Bush yüzünden çektikleri ümitsizliği aşıp Amerikan yönetim sistemine duydukları sivil inancı yeniden teyit etmelerini sağlayacak ahlaki-simgesel bir kaymadan ya da ince ayardan ibarettir. Açıkçası bu da bir şeydir, liberal arkadaşlarımın böyle kendilerinden geçmelerini anlıyor, onlar adına seviniyorum. Ama kendim böyle iyi bir liberal olmadığımdan, Obama'nın zaferi bu koşullarda solcu bir stratejinin ne olabileceği sorusundan kaçmaya neden oluyormuş gibi geliyor bana.
Obama'nın zaferinin olası sonuçları neler peki? Belki de hazin bir diyalektik içinde birleşen en azından iki olasılık var bana kalırsa. Bir olasılık –pek olacak şey değil, ama en azından hayal edilebilir– rejim değişiminin çeşitli yerel popüler politizasyon biçimlerine yol açması ve belki bunların da halihazırdaki sosyoekonomik doxa'yı sorgulamaya neden olması. Obama'nın zaferinden de cesaret bulan bu görüşe göre, çeşitli gruplar göçmen hakları, sendikaların temsili ve açgözlü şirketler gibi meseleler etrafındaki siyasi faaliyetlerine hız verebilirler. Obama'nın zaferi ABD içinde (belki dışında da) devletin olagan işleyişini ya da işletmelerin olağan vaziyetlerini ciddi biçimde rahatsız edecek bir dizi ilerici radikalleştirmenin önünü açabilir.
Bunun tersi niteliğindeki ikinci olasılık ise, Obama'nın başkanlık kampanyası etrafında seferber edilmiş olan halk gücünün kazanılan zaferle birlikte kendi kendisini tüketmesidir. Bu görüşe göre, Obama seçildikten sonra, yurttaşlar siyasal düğmelerini kapatabilir ve arkalarına yaslanıp onun yönetimin işleri ne kadar iyi idare ettiğini seyredebilirler. Siyaset seyirlik bir medya gösterisine ve yönetimde temsil edilmeye indirgenir. Üstelik, bizzat Obama'nın kampanyasının tercih ettiği olasılık da kuşkusuz budur; Obama'nın zafer kazandığı gece yaptığı konuşmanın yaptığı konuşmanın ağırbaşlı, hafif bir hayalkırıklığı içeren tınısını da açıklar bu. "Önümüzdeki yol uzun olacak. Tırmanacağımız yokuş çok dik olacak. Oraya bir yılda ve hatta bir dönemde erişemeyebiliriz." Değişim retoriğinin ("Hep birlikte ülkemizi değiştirebiliriz, dünyayı değiştirebiliriz"), insanları seferber etmek için gereken bir şeyden ibaret olduğu anlaşılıyor. Zafer bir kere sağlama alındıktan sonra, halk düzeyinde artık başka bir seferberlik filan düzenlenmemesi gerekir. Bundan böyle her şeyin yönetim aygıtının dolayımından geçmesi gerekir. Bir halkın birdenbire kendisiyle yüzleşme ve kendi müthiş gücünün farkına varma deneyimi olarak siyaset, tam temsili bir yönetimin seçildiği anda ölmelidir.
4 Kasım gecesi geç saatlerde yaşanan olaylarda gizlenen trajedi de budur belki: Ben saat on sularında metroya doğru yürürken Union Square'de dev bir ABD bayrağı açıldı; Brooklyn'in benim oturduğum semtinde önceden ayarlanmamış partiler yapıldı; başka birçok kişi o gece yaşanan çok daha egzotik kolektif deneyimlere tanıklık edebilir. Artık devletin gücü karşı karşısında sinmeyen ve polis tarafından denetlenmeyen halkın birdenbire kendi güçlerinin, düpedüz özgürlük faaliyeti denebilecek kendi faaliyetlerinin gücünün farkına vardığı bir andı bu. Böyle bir anda hiçbir güç onları durduramazdı, her yerden bir gösteri ya da sokak partisi fışkırıyordu. Kolektif sevinçtir bu. Burada siyasal bir an potansiyeli vardır, ama bu, tam da kutlanmakta olan temsil sürecinin gerçekleşmesini önlediği bir potansiyeldir. İnsanlar oylama faaliyetleri sayesinde güçlerinin farkına vardıkları anda temsil süreci onları güçsüz kılar. Birdenbire kendi güçlerinin farkına varmış olanların elinden kayıp gider özgürlük. Bu insan havai fişekleri karşısında, Obama'nın zafer konuşmasına eşlik etmesi planlanlanmış havai fişek gösterisini iptal etmesi şaşırtıcı değildir. Verilen mesaj açıktır: "Zafer sizin. Ama kutlamayı, dans etmeyi ve ağlamayı bitirdiğinizde evlerinize dönün ve sessiz olun. Sayenizde yönetme işi bizim elimizde, biz de onu burada devralıyoruz. Size nasıl gittiğini bildireceğiz. NOT. Lütfen halk egemenliği lafını çok düz anlamıyla anlamayın."
Filozof Alain Badiou'dan bir fikir ödünç almak isterim. Ona göre, siyasal bir olay genel eşitlik normu altında bir kolektivite yaratan şeydir. Bu tanıma göre, siyasetin devletin güç alanı içinde kalmaktan ve ona payanda olmaktan ibaret olmaması çok önemlidir. Aksine, siyaset devlete mesafe almaktan ibarettir. Şu anda böyle bir mesafe mevcut değildir, zira devlet, özellikle de sivil toplumla kaynaşmış olan yumuşak demokratik devlet toplumsal hayatın gittikçe daha fazla alanına nüfuz etmektedir. Demek ki mesafe yaratılması gereken bir şey. Üstelik bu mesafenin benim tabirimle devletin çatlakları içarisinde yaratılması gerek. O halde siyaset demek, kolektiviteler oluşturan eylemler yoluyla bu çatlak kabilinden mesafeyi yaratmak demektir. Burada ölçek sorunu hayati önemdedir. Bir kolektivite birkaç yıl önceki küreselleşme karşıtı hareket kadar devasa ve köksapvari bir şey olabildiği gibi, bir eylem programı üzerinde ortak bir karara varan 5, 10, 20 kişi kadar küçük bir şey de olabilir. Unutmayalım ki Paris Komünü bir avuç yurttaşın gerçekleştirdiği red eylemiyle başlamıştı.
Obama'dan sonra soldan geriye kalan ne varsa, kendini siyasetle yerel deneyler yapmaya, devletten ayrı duran ve onun üzerinde bir baskı uygulayabilecek kolektiviteler oluşturmaya adamalıdır. Hakiki siyaset kendini liberal demokrasiye özgü temsil ve seyirlik gösteri oyunu içinde tüketmez. Devletin çatlaklarında ve sermayenin sınırlarında gaipten kolektiviteler ortaya çıkarmakla ilgili bir şeydir. 4 Kasım gecesi böyle bir şeyin ortaya çıkması potansiyelinin doğar gibi olduğu bir an oldu belki de. Yine olabilir.
12 Kasım 2008