Giriş, s. 9-12.
Psikanaliz, Freud tarafından kurulduğu tarihten bu yana, kendi sahasına iyice yerleşti — ya da öyle görünüyor. Ama daha yakından baktığımızda, bu durum biraz kuşkulu hale geliyor. Bunun kendi başına epey ilginç, temel bir nedeni var: Ne kadar yakından bakılırsa, psikanalizin sahasının tam olarak ne olduğu da bir o kadar belirsizleşiyor. Mesela psikanaliz ilk ortaya çıkışından itibaren, kapsamının daha çok doğa bilimleri alanında mı yoksa felsefe ve kültür bilimleri alanında mı kaldığı sorusu üzerine tartışmalarla kuşatılmıştır. Freud aynı anda iki tarafın da saldırısına maruz kalmıştır sık sık: Kimileri "biyolojizm"ine ve "bilimciliği"ne, kimileriyse "kültürel göreciliği"ne ve klinik koşulların epey ötesine uzanan spekülasyonlarına itiraz etmiştir. Bu tartışma bitmiş, mesele çözüme kavuşturulmuş da değildir. Ne var ki, bu eleştirilerin tikel kavramsal sorunlarla ne ilgisi olduğunu bir yana bırakıp, Freud'un keşfinin başlıca boyutlarından birinin tam da fiziksel ve zihinsel diye tanımlanan bu iki alanın örtüşmesi olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir. Psikanalizin nesnesini genel ve anlamlı bir şekilde tarif etmenin bir yolu varsa, tam da şu olabilir: Psikanalizin nesnesi iki alanın örtüştüğü bölgedir; yani, biyolojik ya da bedensel olanın halihazırda zihinsel ve kültürel olduğu, aynı zamanda kültürün tam da çözüme kavuşturmaya çalıştığı (ama bunu yaparken yeni açmazlar yarattığı) bedensel işlevlerin açmazlarından doğduğu yerdir. Başka bir deyişle —en önemli nokta da burası belki— söz konusu örtüşme zaten tesis edilmiş iki kendiliğin ("beden" ve "zihin") örtüşmesinden ibaret değildir, aynı zamanda içinde örtüşen iki tarafı doğuran da bir kesişmedir. Freud kültürün ve zihnin insan bedenlerini ne ölçüde etkileyebildiğini, hatta çarpıtıp fiziksel değişime uğratabildiğini çabucak görmüştür; ama aynı zamanda, belki daha önemlisi, insan bedeninde bunu mümkün kılan bir şey olması gerektiğini de görmüştür. Bu şey, doğuştan gelen bir kültür ve maneviyat eğilimi ya da bedenlerimizde depolanan bir zihin mikrobu veya ruh değildir; daha ziyade, her nasılsa üretken olduğu anlaşılan biyolojik bir arızaya benzer.
Psikanalize uygun sahanın tam olarak ne olduğu meselesi, bu temel hususları aşar; psikanalizin çoğu zaman farklı bir dizi saha ya da "disiplin"e (felsefe, din ve sanat kadar, bilimin farklı dallarına da) sokularak "her yere el atmış" gibi görünmesiyle de ilgilidir. Bu yüzden psikanalize en sık yöneltilen itirazlardan biri şöyle özetlenebilir: Kendi sahasına baksa ya! Yani: Kendi tımarıyla ilgilense ya! — toplumsal açıdan tanındığı oranda kendisine tahsis edilen kesimle! Ya da: Kliniğin, tedavi pratiğinin sınırlarına bağlı kalsa ya! Bu son itiraz, psikanalizin tımarı sayılan tedavi pratiğiyle sınırlı kalmayı inatla reddetmiş olan Jacques Lacan söz konusu olduğunda bilhassa yaygındır. Psikanalizin Etiği üzerine seminerinde ifade ettiği gibi, Lacan bu tür bir buyruğun, psikanalistlerin "burjuva rüyasının garantörleri" olmasına davetiye çıkardığını fark etmiştir. Ona göre psikanalizin amacı, (mesela toplumla ilişkili) sorunlarımızla baş etmemize ya da kişisel değer ve tekillik idealimizi geliştirmemize yardımcı olmak değildir. Psikanaliz bünyesi gereği toplumsal, nesnel ve eleştirel bir boyut taşır. Asla yalnızca bireyler ve onların (mahrem sayılabilecek) sorunlarıyla ilgili değildir — daha en baştan, Lacan'ın "Öteki" dediği sosyo-simgesel sahaya kayıtlıdır bunlar. Dolayısıyla Lacancı psikanaliz, topluma başarıyla uyum sağlamayı olanaklı kılma gibi bir tedavi amacına asla teslim olmamıştır. Topluma uyum ve konformizmin, her insanın —yalnızca kendine mahsus olan, kıymetli— tekilliğini ve benzersizliğini destekleme gibi (sözümona karşıt) bir bayrak altında ilerleyen postmodern versiyonuna da epey direnmiştir. Bunun yerine, psikanalitik teorinin özne, bilgi, hakikat, toplumsal bağ(lar), vb.'ye dair kendi teorilerini geliştirmeyi kapsadığı hususunda ısrarcı olmuştur. Bu tutum, psikanalitik teorinin ancak şu ya da bu tikel özne veya vakanın bir teorisi olabileceğine; başka türlü, daha evrenselci kavramlaştırmaların ancak fazlasıyla sorunlu metafizik sulara açılabileceğine inanan birçok psikanalistin (ve psikanalist olmayan daha nicelerinin) konumuyla keskin bir karşıtlık içindeydi, hâlâ da öyle. Bu bakımdan bir "Hegelci" olan Lacan daima, (tekil veya somut ile evrensel arasındaki) bu tarz basit bir karşıtlığın fazlasıyla metafizik kaldığını, eleştirel ya da yıkıcı bir tarafı olmadığını savunmuştur. Gerçekten de, çok tutulan evrenselcilik-karşıtı konumların, esnek ampirik gerçekçilikleriyle, hâkim sosyo-ekonomik sistemlerin en etkili bekçileri oldukları günümüzde pek çok yerde görülebilir. Dediğimiz gibi, Lacan hakiki bir kavramlaştırmanın bünyesi gereği evrenselci olduğu gerçeğini asla gözden kaçırmamıştır. Ama bu, böyle her kavramlaştırmanın evrensel kabul gördüğü anlamına gelmez elbette; bir kavramlaştırma ihtilaf da doğurabilir. Ancak bilim sahasını her biri kendi parselinin sınırlarında kalıp diğerlerine karışmadığı sürece hakikat iddialarında bulunma hakkına sahip olan sonsuz sayıda disipline ayırarak geçiştirmek yerine, bu ihtilafın kendisiyle yüzleşmek ve ortaya koyduğu iddialarla mücadele etmek gerekir.
Tam da fazlasıyla geliştirilmiş ve yapılandırılmış kavramsal önerilerinden dolayı, psikanalizin çağdaş felsefi tartışma sahnesine girmesi ve burada varlığını sürdürmesi Lacan sayesinde olmuştur. "Psikanaliz felsefe değildir" şeklindeki ısrarlı iddiasına rağmen Lacan, kendi teorisini devamlı felsefeyle kurduğu diyalogla geliştirmiştir. Burada sunulan "üç müdahale"nin kapsamı, büyük ölçüde bu diyaloğun alanında kalmaktadır. Amacı, psikanalizin genel kavramsal uzama tanıttığı belli nosyonları sorgulamak, analiz etmek ve savunmaktır.
"Müdahale" terimini seçme nedenim, üç bölümün, her biri uçsuz bucaksız üç farklı sahaya dokunmasıdır: ontoloji (ve eleştirisi), pratik felsefe ve estetik. Her saha türlü bakış açısına ev sahipliği yaptığı için, söz konusu bölümlerde bu sahaları (psikanaliz perspektifinden) "kapsama" gibi bir çaba yoktur. Bunun yerine, sözü edilen sahalara belirli ve tikel noktalarda müdahale etmeye girişilmektedir. İlk müdahale ortaya attığı iki soru etrafında dönüyor: 1. Psikanalitik cinsellik teorisi tam olarak nedir? Bu sorunun yanıtı herkesin malumu gibi, konu yeterince açık görünüyor; ama aslında hiç de değil, sormaya ve yeniden düşünmeye fazlasıyla değer bir soru bu. 2. Psikanalitik cinsellik teorisinin ontoloji ve çağdaş ontoloji teorileri bakımından içerimleri (varsa) nelerdir? Dahası, bu psikanalitik duruşun olası politik içerimleri nelerdir?
İkinci müdahale psikanalitik —ve bilhassa Lacancı— "neden" kavramına odaklanıyor ve bu kavramı özgürlük nosyonuyla ilişkili olarak sorguluyor. Bunlar çoğu zaman çatışkılı iki terim olarak koyutlansa da, Lacancı neden kavramlaştırmaları nihayetinde, neden nosyonunun özgürlük kavramı ile yakından ilişkili olduğu çok daha ilgi çekici bir küme oluşturmaktadır.
Üçüncü müdahale, tam da farkları, hatta zıtlıkları içinde tuhaf ve ilginç bir yakınlık gösteren iki estetik (ve duygusal) görüngü arasındaki sıradışı ilişkiyle ilgili: komedi ve tekinsiz ("das Unheimliche"). Bu iki görüngünün paylaştıkları ya da paylaştıklarını iddia ettiğim şey, iki farklı yoldan —iki farklı aşırılık ya da fazlalık kipliği aracılığıyla— şekil verdikleri özgül bir Hiçlik (ya da boşluk) figürüdür.
Cinsellik, ontoloji, neden, özgürlük, komedi, korku — bunları seçmiş olmam psikanalitik sahanın dört bir yana yayıldığı şeklindeki eleştirileri kuşkusuz artıracaktır; ama bütün bunlar aslında aynı temel sorunla uğraşmanın farklı yollarından başka bir şey değildir.