| ISBN13 978-975-342-777-7 | 13x19,5 cm, 224 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Tadımlık 1 3. Bölüm: ARZU: Cezalandırılma Arzusu: Freud'un "'Bir Çocuk Dövülüyor'"u Vicdan ve ahlak Oidipus kompleksinin aşılmasından, kompleksin cinsel niteliğinden arındırılmasından doğar. – Freud, "Mazoşizmin Ekonomik Sorunu" ... dövülen aynı zamanda sevileni simgeler... – Freud, "Bir Çocuk Dövülüyor" Yaşadığımız çağda, görünürdeki karşıtına, yani açık cezalandırma arzusuna dair soruşturmalarla kıyaslanınca cezalandırılma arzusunu ele almak anlaşılması zor ve keyfe keder bir iş gibi görünebilir. 1990'lı yılların başında Kaliforniya halkı uyuşturucu bulundurma suçundan üçüncü kez hüküm giyen suçluların otomatik olarak ömür boyu hapse mahkûm edilmesi lehinde oy vermişti. 1993'te genç bir Amerikalı grafitici vandalın Singapur'da falakaya yatırılması olayı, Kaliforniya Meclisi'nin "suçtan yaka silkmiş" birtakım üyelerine küçük çaplı vandallıktan suçlu bulunan Kaliforniyalı gençlerin herkesin önünde kıçlarına şaplak atılarak cezalandırılmasını öngören bir yasa tasarısı hazırlama fikrini esinlemişti. Yine 90'larda Kaliforniya meclis üyeleri eğitim, refah ve belediye bütçelerini eşi görülmedik, adeta insanlık dışı seviyelere düşürürken; sadece hapishanelere yapılan harcamaları artırmış, hapishane inşa etmek, personel kadrosu oluşturmak, güvenliği sağlamak ve mahkûmları yerleştirmek için dudak uçuklatıcı meblağlar ayırmıştı. Amerika genelinde ise –idam mangası tarafından yapılan infazın tekrar yürürlüğe konulması da dahil– suçluların halka açık infazı lehinde koparılan yaygara tüm şiddetiyle sürmektedir. Cezalandırma konusunda, hele hele de cezalandırmanın teşhiri konusunda duyulan bu tür vahşice ihtiraslar Nietzsche'nin ifadesini akla getiriyor: "Bir topluluğun gücü ve kendine güveni arttıkça, ölüm cezası daima daha ılımlı hale gelir; gücü ve kendine güveni ne zaman azalsa veya tehlikeye girse, ölüm cezasının daha acımasız biçimleri devreye girer."(1) Aslında yurttaşlık açısından yaşanan gerilemenin suç oranındaki artıştan daha iyi bir göstergesi, çoğunluk adına siyasi veya ekonomik adalet sağlamaktan çok, kendi yurttaşlarının en marjinal olanlarını cezalandırmaya teşne olan bir halktır. Burada yorumlanmaya müsait bir başka semptomdan da bahsedilebilir: Çetin özgürlük mücadelesinden –geçmişle olan dönüştürücü ilişkisi, iktidarla hesaplaşması ve denetlenemez bir gelecek kurma girişimi bakımından riskli olan bu mücadeleden– vazgeçiş. Demokrasiyi gerçekleştirme projesiyle ilişkili olan yurttaşlık tanımından geri adım atmak sadece başkalarını cezalandırma isteğini değil, aynı zamanda belli bir cezalandırılma isteğini, tabiyet ve ihlal sahnelerinden kurtulmaktan çok bunları yeniden sahnelemeye yönelik bu isteği de canlandırıyor olabilir pekâlâ.(2) Bu bölümde bu ikinci semptom, tarihsel özgüllüğe sahip cezalandırılma arzusu üzerinde durularak ele alınıyor – burada cezalandırılma arzusu derken, hukuki anlamda suç sayılan suçlardan dolayı değil de, cinsiyetçi, ırkçı ve homofobik bir toplumsal düzende, bu sıfatların beraberinde getirdiği adaletsizliklerin şiddetle bilincinde olan ve bu adaletsizliklere ilişkin karmaşık bir dizi eleştirel söylem geliştirmiş olan bir düzende kadın, zenci ya da queer olma gibi "toplumsal suçlar"dan dolayı cezalandırılmadan bahsediyorum. Soruşturmama yön verecek sorular şunlar: Bu etiketlerden kaynaklanan tabiyet ve mağduriyet belli bir toplumsal konumlanış üreten bir siyasal baskı veya bastırma meselesinden ibaret olmayıp, süregiden bir özne oluşumunu da beraberinde getiriyorsa, bu süreç kendi öznelerinin de kınadığı mağdur edici ve cezalandırıcı toplumsal muamele arzusunun üretimini ne ölçüde içerir? Bu türden muameleler toplumsal ret veya tabiyet alanında yaratılan ruhsal ve siyasi kimlikte neyi tasdik eder, yatıştırır veya açığa çıkarır? Aksi takdirde tabi özne oluşumlarının yol açtığı mazoşist bir siyasi arzu addedilebileceği için kılığı değiştirilerek –bilhassa ötekilere kaydırılarak– sahnelenen bu tür cezalandırmalar nasıl alımlanmaktadır? Kimlik oluşumu ve siyasi taleplerle ilgili, tarihsel ve kültürel özgüllüğe sahip bu soruların yanı sıra daha genel bir kaygıyı yansıtan bir soru daha var: Arzu doğası gereği özgürlükçü değilse –yani çağdaş özne oluşumu anlayışları, arzulayan öznelere (salt acı çekmekten kurtulma arzusu da dahil) kendi özgürlük ve refahlarını arzulayan özneler olarak bakmamıza artık imkân tanımıyorsa– özgürlükçü gelecek hangi kaynaktan hasıl edilecektir?(3) Modernist öznenin daha iyi bir gelecek isteğinden kaynaklanan muhayyel eylemindeki özgürleşme arzusunun ontolojik tamamlayıcısı veya ikamesi ne olabilir? Elbette modern özne vaat edilen topraklara doğru çıktığı yolcululukta asla sadece arzuya bel bağlamamıştır. Modernliğin şafağında, Hobbes arzunun çıkarları yerle bir edebileceğini, arzunun ancak aklın denetimine sokulursa bizi dizginsiz tutkularımızın kışkırtmasıyla kendimize ve başkalarına zarar vermekten alıkoyabileceğini vurgulamıştır. Gelgelelim, bırakalım Locke ve Mill gibi daha mutedil liberalleri, Hobbes'ta bile boyun eğdirilmesi gereken aleni bir arzu fikri yoktur. Aksine, ilksel ihtirasımızın kaynağının istediğimizi yapma konusunda kendi kendimize verdiğimiz izin olduğu düşünülürse, yasaların yönetiminde ve emrinde olmanın yararlarına ikna olmak durumunda kalırız: Özgürlük ve kendini tatmine yönelik asli itkilerimizi hayatta kalma, mülkiyet ve güvenlik konusundaki uzun vadeli çıkarlarımızı tatmin etmek uğruna feda etmeye razı olmamız gerekir. (Hobbes arzuyu akılla zaptetme ve düzenlemeye, devleti sözleşmeyle kurma projesine yönelik bir araç olarak de-liberation(*) sözcüğü üstünde bu yüzden oynar.) Marx'tan Marcuse'ye uzanan sol gelenek içinde ise, doğuştan özgürlük tutkusuna sahip –emekle kendini gerçekleştiren ve toplumla kendini yasalaştıran– özne varsayımı, o özgürlüğe giden yol ne kadar zorlu olursa olsun sorgulanmadan bırakılmıştır. Nietzsche'den Weber'e uzanan ve Foucault'nun özneleşme/tabiyet teorisiyle zirvesine ulaşan düşünce çizgisi ise, özgürlük tutkusuna duyulan bu modernist güvenin karşıt bir paralelini sunar. Fakat biz bu paralelin, sözünü ettiğimiz ilerlemeci bakışın –liberal devletin rasyonalitesine veya modernist öznenin muhakeme kabiliyetlerine değil, liberal öznenin arzusunun doğasına dayanan liberal bakışın– önemli kaynaklarından birini kuruttuğu noktaya geldik mi? Bu soru üzerine düşünürken, Freud'un 1919 tarihli "'Bir Çocuk Dövülüyor'" denemesine döneceğim. Bu metne dönmekle gayem siyasal hayatı doğrudan doğruya psikolojikleştirmek ya da cinsel hayatın hangi bakımlardan siyasal hayatla bağlantılı olduğu üzerine düşünmek değil, Freud'un inşa ettiği arzu ve ceza hikâyesi yoluyla tarihsel-siyasi bir meseleyi alegori biçiminde yorumlamaktır. Elbette Freud Oidipal bağlamda mazoşist arzunun tarihdışı, kültür-aşırı oluşumuyla ilgilenir; benim buradaki amacımsa sorunlu –hüsrana uğramış, gayrimeşru, öteki türlü yaşanması mümkün olmayan– bağlılıkların özgürlükçü pratikler üzerinde hangi açılardan tarihsel bakımdan özgül bir kısıtlama işlevi gördüğü üzerine fikir yürütmek. Bu odak farkı, Freud'un metnini siyasete uygulamayı zorlaştırıyor; gene de Freud'un analizindeki bazı unsurlar, çektikleri acıların kaynaklarının cezalarla teyit edilmesini savunan belli bir toplumsal kimlik oluşumunu anlamamıza yardımcı olabilir. ... Notlar(1) Friedrich Nietzsche, On the Genealogy of Morals, çev. Walter Kaufmann ve R. J. Hollingdale (New York: Vintage, 1969), s. 72. Yukarı (2) Yurttaşlığın demokrasi içinde yaşama değil, demokrasiyi kurma projesi olarak ele alındığı bir tartışma için bkz. Sheldon Wolin, "Constitutional Order, Revolutionary Violence and Modern Power: An Essay of Juxtapositions", York Üniversitesi, Siyaset Bilimi bölümü tarafından yayımlanmış bir çalışma makalesi, Toronto, 1990. Yukarı (3) Özneleşme/tabiyet ve özgürlüğü arzulama meselelerinin Freudcu ve Foucaultcu perspektiften bir değerlendirmesi için bkz. Judith Butler, The Psychic Life of Power: Theories in Subjection (Stanford: Stanford University Press, 1997; Türkçesi: İktidarın Psişik Yaşamı, çev. Fatma Tütüncü, İstanbul: Ayrıntı, 2005). Yukarı (*) Hobbes deliberation sözcüğünü "mütalaa", "müzakere" anlamında kullanır. Sözcük de-liberation şeklindeki yazımıyla da "özgürleşmenin bozulması" anlamını çağrıştırır. –ç.n. Yukarı |