ISBN13 978-975-342-668-8
13x19,5 cm, 416 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Ütopya Denen Arzu, 2009
Gerçekçiliğin Çelişkileri, 2018
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Sunuş, Tuncay Birkan, s. 7-29

Bir sorunun izini sürerek çatacağım bu sunuşun çatısını, basit bir sorunun: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında edebiyat teorisi ve eleştirisi alanındaki en özgün eleştirmenlerden biri ve Amerikan Marksizminin tartışmasız en önemli ismi konumunda olan Fredric Jameson Türkiye solunca ve edebiyat çevrelerince gerçekten "tanınıyor" mu, buralarda kayda değer bir etkisi oldu mu? Cevap da çok açık bana kalırsa: Hayır. Cevap açık ama nedenlerini kurcalamakta fayda var.

Özellikle postmodernizmle ilgili tartışmalarda adı sık sık geçen, bu seçkiye de dahil ettiğimiz ünlü yazısında Üçüncü Dünya edebiyatı ile ilgili infial yaratan sözleri genellikle olumsuz da olsa belli bir yankı uyandıran ve en önemlisi neredeyse belli başlı bütün kitapları ve birçok makalesi Türkçeye çevrilmiş bir yazar halbuki Jameson: Eleştiri kuramı alanındaki en sistemli ve programatik kitabı denebilecek The Political Unconscious ile sinema hakkındaki iki kitabı olmasa da, Marksizm ve Biçim, Dil Hapishanesi, Postmodernizm, Kültürel Dönemeç ve Biricik Modernite nüshaları epeydir kitapçı raflarında; "Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı", "Lacan'da İmgesel ve Simgesel", "Modernizm ve Emperyalizm" ya da yukarıda bahsedilen "Çokuluslu Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı" gibi çok etkili olmuş, birçok dünya diline çevrilip hararetle tartışılmış yazıları Türkçeye de çevrildi. Hatta Jameson'la yapılmış en kapsamlı söyleşilerden olan Stephanson söyleşisi de Defter'in belki de en çok okunan sayılarından biri olan 17. sayısında yayımlanmıştı. (En çok okunan diyorum, zira Orhan Koçak'ın Kara Kitap hakkındaki ünlü "Aynadaki Kitap/Kitaptaki Ayna" denemesi, birkaç yerde Jameson'la da tartışan, Türkiye ve hatta –hiç abartmadığımı düşünüyorum– dünya eleştiri sahnesinde, estetik bir program olarak postmodernizme karşı gelmiş geçmiş en güçlü ve etkileyici modernizm savunularından biri niteliğindeki yazısı da aynı sayıdaydı. En sonlarda bir kere daha döneceğim bu yazıya.)

Üstelik doğrudan doğruya Jameson'ın düşüncelerini derli toplu bir biçimde ve onun ünlü "diyalektik üslubunun" okurlar için yarattığı zor anlaşılırlık handikabını da içermeksizin tanıtıp değerlendiren bir kitap da yayımlandı 2002'de: Perry Anderson'ın Jameson'ın yapıtını "Batı Marksizmi geleneğinin görkemli bir finali gibi görünse de, bir başka açıdan bakıldığında bu geleneği önemli ölçüde aştığı görülecektir," diye değerlendirdiği Postmodernitenin Kökenleri (Anderson 2002: 106). Aijaz Ahmad'ın Said ve Rushdie'yle beraber Jameson'ı da (yine o mahut Üçüncü Dünya yazısı üzerinden) sert biçimde eleştirdiği ünlü Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat kitabı daha da önceleri, 1995'te yayımlanmıştı.

Bunca çeviriye ve yayına rağmen yine de Türkiye'deki akademik ve sol çevrelerdeki düşünsel ve eleştirel tartışmalarda pek esamisi okunmuyor Jameson'ın; oysa her biri ona olan hayranlıklarını ve borçlarını (elbette eleştirileriyle birlikte) çeşitli vesilelerle dile getirmiş olan Eagleton, Zizek, Perry Anderson, Said gibi radikal sol düşünürlerin Türkiye entelektüel ortamı üzerinde onunla kıyaslanmayacak ölçüde etkili olduğu söylenebilir.(1)

Şöyle bir itiraz getirilebilir: "Jameson hakkında yazılmış derli toplu iki değerlendirme yazısı var en azından (Ulus Baker'in Marksizm ve Form ile ilgili Kitaplık'ta yayımlanmış bir eleştiri yazısı ve Gülnur Savran'ın Defter'de yayımlanmış, ileride değineceğimiz kapsamlı eleştirel değerlendirmesi), o yukarıda saydığın isimlerin hangisi hakkında böyle yazılar var ki? Türkiye'deki düşünce ortamının kısırlığıyla ilgili bir mesele bu, Jameson'a özel bir durum yok, hatta o şanslı bile sayılabilir." Bir yanıyla çok haklı bir itiraz bu: Türkiye'de bırakın bu son dönem düşünürleri, doğrudan Descartes, Kant, Hegel, Marx, Freud, Lukács, Adorno, Foucault gibi kanonik düşünürleri bile konu alan telif çalışmalar yok denecek kadar az cidden. Ama şunu gözden kaçırmış olur bu itirazın sahipleri: Türkiye'deki düşünce ortamında isimlerden çok, hemen hep ulusal-yerel bağlam içinde yoğrulmuş, o yüzden de daima şu ya da bu ölçüde siyasi bir boyut da içeren temalar-kavramlar (bir zamanlar azgelişmişlik, Asya tipi üretim tarzı, kültür, tarih, muasır medeniyet gibi daha majör, şimdilerdeyse daha çok Doğu-Batı, modernlik, kimlik, İslam, laiklik, milliyetçilik, kadınlık-erkeklik gibi daha minör ama daha çeşitli temalar) üzerinde odaklanarak üretilegelmiştir telif çalışmalar. Gazete yazılarından akademik tezlere ve kitap boyutundaki çalışmalara bu böyledir: Ve bu temalar sorunsallaştırılırken hep belli birtakım düşünürler senkretik veya eklektik bir biçimde işe koşulurlar. Kavramsal çatısı esasen Marx'a, Bergson'a, Freud'a, Foucault'ya, Said'e, Zizek'e, Derrida'ya, Benjamin'e vb. atıfla kurulmuş çok sayıda telif çalışma üretilmiştir bu diyarlarda. Hele son dönemlerde gazete yazılarında bile Adorno, Agamben ve hatta Heidegger ve Butler alıntılarıyla karşılaşmak şaşırtıcı bir şey olmaktan çıktı.(2) Yani Batılı düşünürlerin Türkiye'deki etkisini, salt kitaplarının satış rakamlarıyla ve doğrudan bu kitapları ya da yazarlarının düşünce sistematiklerini ele alan yazıların azlığı gibi ölçütlerle değerlendirecek olursak, yanlış bir sinizme (doğrusu var mı ki?) sürüklenir, "bu memleket adam olmaz kardeşim" tarzı kahvehane bezginliğinin entelektüel versiyonunu üretmeye, "bizde futbol yok, roman yok, aslına bakarsan düşünce de olmamıştır, olmayacaktır," tarzı, baktığı her yerde sadece yokluk gören, özgüllükleri değerlendirmekten aciz, varlar alanında sadece olması gerekenlerin değillenmiş hallerini gören ahlakçı "güzel ruh"lar olur çıkarız.(3)

Hiç değilse bibliyografik bir işlev gördüğü söylenebilecek bu zorunlu girişi toparlarsak, sorunumuz şöyle özetlenebilir: Türkiye' de başka birçok düşünürün, deyim yerindeyse "kullanım değeri" epey yüksek olabildiği halde, başta Çin olmak üzere birçok "Üçüncü Dünya" ülkesinde inanılmaz bir prestiji olan (zira "Batımerkezcilikle" uzaktan yakından alakası olmayan, hatta başka hiçbir Batılı düşünürde olmadığı kadar bu dünyanın kültürel ürünlerini yakından takip eden, hatta analiz konusu da yapan) Jameson burada neden pek rağbet görmemiştir?(4)

Bu soruya bir önsözün sınırları içinde kesin ve net bir cevap bulunabileceğini iddia etmeyeceğim. Ama buna cevap aramak bize hem Jameson hakkında hem de içinde bulunduğumuz düşünce ortamı hakkında da "semptomatik" bir şeyler söyleyeceği için önemsiyorum bu soruyu. Neredeyse sabahtan akşama "modernlik" tartışılan, asker muhtıralarına bile postmodern kavramının sızdığı bir ülkede bu kavramları en çok konu edinmiş düşünürün, fikirlerini olumsuzlamak için bile olsa, pek zikredilmemesi belki de sadece bana ilginç geliyordur. Her halükârda, bu tartışmanın bir anlamı olabilmesi için artık önsözün "Ceymisın kimdir? Hayatı ve eserleri" bölümüne geçmekte fayda var.(5)

1934'te ABD'nin Cleveland kentinde doğan Jameson Haverford College'ın Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden 1954'te, yani Fran-

sız varoluşçuluğunun en etkili olduğu dönemde mezun oldu. Burada ders aldığı hocalardan biri de, sonraları edebiyat teorisinin iki klasiği denebilecek The Rhetoric of Fiction (1961) ile A Rhetoric

of Irony'yi (1974) yazacak olan Wayne Booth'tu. Jameson 1959'da Yale'de doktora yapmaya başladı ve orada da Mimesis yazarı Erich Auerbach'ın öğrencisi oldu. Zaten 1961'de yayımlanan ilk kitabı Sartre: Origins of a Style'ı da (Sartre: Bir Üslubun Kökenleri) esasen Yale için doktora tezi olarak kaleme almıştı. Daha bu ilk kitabında bile edebi ve estetik kaygıları felsefi ve siyasi müdahale imkânlarıyla birlikte ele almaya çalışıyor ve Anglo-Amerikan felsefesinde hâkim olan ampirist ve mantıkçı pozitivist eğilimlerin "iflas etmişliğine" karşı Sartre'ın varoluşçuluğunda bambaşka bir "siyasi entelektüel modeli" buluyordu. Daha sonra Frankfurt Okulu yazarları ve Lukács'ın çalışmalarıyla tanışan Jameson derinden etkilendiği bu yazarların ve Sartre'ın –özellikle Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde– geliştirdiği diyalektik düşünce geleneğini, bütün özdüşünümselliği, metafizik ve sistematiklik karşıtlığı ve en önemlisi de bütünselleştiriciliğiyle bu geleneğe enikonu düşman olduğu söylenebilecek bir ortama aşılamaya çalıştığı ve bu arada özgün bir sentez de geliştirdiği Marxism and Form (1971; Marksizm ve Biçim) adlı kitabını yayımladı.

Hemen ardından da Fransa'da epeydir etkili olan ve ilk ürünleri ABD'ye de gelmeye başlamış olan yapısalcılıkla ve bu moda akımın iki temel esin kaynağı olan Saussure dilbilimi ve Rus Biçimciliği'yle (hatta kısmen, sonraki postyapısalcılık akımının en önemli simalarından sayılan Derrida'yla da) hesaplaştığı The Prison-House of Language (Dil Hapishanesi, 1972) adlı kitabı yayımlandı. Jameson'ın diyalektik, tarihsel düşüncenin, ezcümle Marksizmin, entelektüel ve ideolojik rakiplerini doğrudan konu alan bu ilk kitabı, daha sonraları hem teorileştirip hem de neredeyse kusursuzlaştıracağı metodolojik tavrın da ilk örneği sayılabilir. Jameson yapısalcılığın ve esinlendiği dil ve biçim teorilerinin tarihdışılığını ve düşüncenin toplumsal deneyimle olan bağını gözardı edişlerini bir yandan kıyasıya eleştirirken, bir yandan da bu teorilerin geliştirdiği karmaşık teknik ve biçimsel gereçleri kendi diyalektik anlayışına mal ediyordu. Yani üstyorum adını verdiği konumun gereğini yerine getiriyordu. Barthes'ın S/Z'deki Balzac analizi örneğinde, yorumcunun işini bir kat daha zorlaştıran bu görevi şöyle özetler Jameson:

Üstyorum diğer eleştirel konumların çürütülmesi olarak görülürse yanlış anlaşılmış olur; ... üstyorumun verili bir analizin sahnelenip dile getirildiği yorumlama kodunu çürütmeye çalışırken, söz konusu analizin içeriğini koruduğunu söylemek daha iyi olacaktır. Üstyorum... Barthes'ın hatalarını da açıklamamızı gerektirir; yani Barthes'in içgörülerini ve kavrayışlarını onaylamakla ya da kavramsallaştırmalarının yanlış ve eksik yönlerini ifşa etmekle yetinmeyip bu hata ve eksikliklerin en başta nereden geldiğini açıklamakla da (... bütün bunları niye bu şekilde düşünmek zorunda olduğunu, niye başka türlü düşünemeyeceğini göstermekle de) yükümlüyüzdür.

Ayrıca Jameson'ın benimsediği hazmı en zor ve en çok eleştiri konusu olmuş eleştirel konum ya da perspektif de ilk uygulamasını bu kitapta bulmuştu: bütün ideolojilerde –hatta en gericisi olan faşizmde bile– ve bunların damgasını vurduğu kültür ürünlerinde, eleştirmenin açığa çıkarıp insanlığın ortak umut mirasına katmakla yükümlü olduğu "ütopyacı", kurtarılmaya değer bir uğrak, bir "hakikat anı" gören perspektiftir bu.

1979 tarihli "Reification and Utopia in Mass Culture" (Kitle Kültüründe Şeyleşme ve Ütopya) adlı klasikleşmiş yazısı (bu yazıyı Signatures of the Visible kitabına dahil ettiği için kitabı bütünüyle yayımlamak isteyenler olabilir düşüncesiyle bu seçkiye almadık) ve Fables of Aggression: Wyndham Lewis, the Modernist as Fascist (1979, Saldırganlık Fablları: Wydham Lewis, Faşist Olarak Modernist ) adlı kitabı bu tezde ısrar eder: Batı kapitalizminin "şeyleşmiş" kitle kültürü ürünleri ve inanmış bir faşistin romanları bile, ahlaki önyargıları bir yana bırakarak (Jameson'ın analizlerine girişmeden önce en çok yinelediği ikinci buyruk budur belki de; zorunlu sonucu olduğu birincisini birazdan göreceğiz) ve tarihsel bir perspektifle analiz edildiğinde, insanlığın kolektif özgürleşme ve adalet umutlarının (ideolojik olarak çarpıtılmış) tezahürleri olarak okunabilir Jameson'a göre. (Herhalde Ernst Bloch'tan sonra Batı Marksizmi içinde, bir kavram olarak "umut"u bu denli sahiplenen başka bir düşünür olmamıştır. Jameson, genellikle hakkında bir kitap da yazdığı Adorno'nun üslubundan ve teorik yaklaşımından etkilenmiş olduğu söylense de, Bloch'un da etkisiyle, onun karamsarlığını pek paylaşmaz. Basit bir mizaç sorununa indirgenemeyecek olan bu fark, özellikle kitle kültürüne ve dolayısıyla postmodernizme nasıl yaklaşılabileceğiyle ilgili ciddi teorik sonuçlar doğurmuştur.)

Jameson verimliliği ve uzandığı alanların çeşitliliğiyle hayranlık verici entelektüel mesaisini, bu son iki kitap arasında ve birazdan değineceğimiz The Political Unconscious'dan sonra yazdığı, önemli bir kısmı iki ciltlik Ideologies of Theory, Essays 1971-1986 (Teori İdeolojileri, 1988) kitabında toplu halde yayımlanan çok sayıda makalesiyle sürdürür: Bu yazılarda bir yandan, anlatı analizi, o yıllarda yükselişte olan metin teorileri, edebiyat tarihi, tür teorileri, ütopya, mimari, Marksist kültür siyaseti, seçkimize de başlık yaptığımız "modernizm ideolojisi" ve hatta postmodernizm gibi temalar üzerinden yüksek kültür simalarını ve ürünlerini (hem Weber, Dilthey, MacIntyre, Goffman, Kenneth Burke, Hayden White, Lacan gibi daha önce ayrıntılı olarak hesaplaşmadığı düşünürleri hem de Balzac, Robbe-Grillet, Gissing gibi kanonik anlatı yazarlarının eserlerini), iyice sistematikleştirmeye başladığı kendine özgü Marksist bir konumdan inceler. Bir yandan da Kültür İncelemeleri ekolünün sonradan yaygınlaştıracağı tavrın erken örneklerini vererek, özel bir sevgi ve merak duyduğunu bildiğimiz bilimkurgu romanlarını (LeGuin, Philip K. Dick, Levin vb.), detektiflik anlatılarını, Hollywood filmlerini vb. içeren popüler kültür ürünlerini biçimsel ve tarihsel analizlere tabi tutar – zaten bu ikisi ayrı ayrı icra edilmez, hep iç içedir Jameson'da. Buraya da aldığımız "Tarihte Eleştiri"de şöyle tarif eder bu iç içeliği:

Bir yapıt üzerine görünürde biçimsel saptamaların hepsi, içlerinde eleştirmenin çoğunlukla farkında olmadığı gizli bir tarihsel boyut taşırlar. Buradan da şu sonuç çıkar: Biçim, estetik özellikler, vb. konusundaki bu saptamaları, doğru bakış açısını bulabilmemiz koşuluyla, sahiden tarihsel saptamalara dönüştürebilmemiz gerekir. Öyleyse, mesele biçimselleştirici eleştirilerden başka bir şeye dönmek değil, daha çok, öteki uçtan dışarı çıkacak kadar eksiksiz olarak bunları baştan sona kat etmektir; Marksistler açısından bu öteki uç da, çok genel bir tanımlamayla tarih olarak bilinen şeydir (s. 54).

Bu verimli dönemin zirve noktası bence, Jameson'ın kendi özgün metodolojisini en sistematik biçimde sunduğu The Political Unconscious: Narrative as a Socially Symbolic Act (Siyasal Bilinçdışı: Toplumsal-Simgesel Bir Edim Olarak Anlatı, 1981) adlı kitaptır. Jameson, kitaptan çıkarılabilecek hisseyi daha ilk cümlede ortaya koyar: "Daima tarihselleştir!" Ve bu sloganı "her türlü diyalektik düşüncenin tek mutlak ve hatta 'tarihaşırı' buyruğu" olarak niteler (Jameson 1981: 9. Bundan sonra bu kitaptan yapılan alıntıların sadece sayfa numarası verilecek). Ama Jameson'ın tarih kavramı, Hegel'den bu yana uzanan tarihselci gelenek ile Althusser başta olmak üzere postyapısalcı düşüncenin sol kanadının bu geleneğe yönelttiği eleştirilerin, özellikle de Lacan'ın Gerçek kavramını devreye sokarak ulaştığı kendine özgü bir sentezidir. Tarihi bir "şey" haline getirmediği gibi, postyapısalcılar gibi tüm diğer metinlerden bir ayrıcalığı olmayan bir metin olarak da görmez. Şöyle der:

Tarih bir metin değildir, üst ya da başka türlü bir anlatı değildir, ama bizler namevcut neden [Althusser'in kavramıdır bu] olarak tarihe ancak metin biçimi içinde ulaşabiliriz; tarih ve Gerçeğin kendisi karşısındaki yaklaşımımız, tarihin siyasal bilinçdışı içinde daha önceden metinselleştirilmesi, anlatısallaştırılması içinden geçmek zorundadır (35).

Edebiyat metninin, böyle anlaşılan bir tarihle kurduğu ilişki de asla mekanik ve statik bir yansıma ilişkisi olmayacak, her türlü sanat eseri tam da ancak kendisinden hareketle ulaşabileceğimiz tarihsel gerçekliğin içerdiği gerilim ve çelişkilere verilmiş aktif bir cevap olarak, bu gerilim ve ilişkilere imgesel/hayali çözümler üreten simgesel bir edim olarak kavranacaktır elbette. Bunu da bir yerde şöyle anlatır Jameson:

Edebi ya da estetik edim ... her zaman Gerçek'le aktif bir ilişki kurar; ama bunu yapabilmek için "gerçekliğin" kendi varlığı içinde, metnin dışında ve uzağında atıl bir biçimde sürmesine izin vermekle yetinemez. Gerçeği kendi dokusu içine çekmelidir... Dolayısıyla simgesel edim tam da kendi bağlamını yaratıp üreterek başlar... edebiyat eseri ya da kültürel nesne, kendisinin ona verilmiş bir tepki de olduğu durumu, adeta ilk defa, yaratır. Kendi içinde bulunduğu durumu dile getirir ve metinselleştirir, böylece durumun kendisinin ondan önce varolmadığı, ortada metinden başka bir şey olmadığı ve metnin kendisi onu bir serap şeklinde yaratmadan önce zaten hiçbir dış ya da bağlamsal gerçeklik olmadığı yanılsamasını teşvik eder ve sürdürür (s. 82-3).

Bu yüzdendir ki Jameson edebiyat metinlerini ya da kültürel ürünleri yorumlamayı hedefleyen çeşit çeşit eleştiri ekolleri arasında bir diğeri olarak görmez kendi savunduğu Marksist yorumlama tarzını. (Zaten hep metin öncesinde verili olduğu ve onu şu ya da bu ölçüde ve çeşitli biçimlerde belirlediği düşünülen "bağlam"ı öne çıkartan ve hiç de Marksist olması gerekmeyen başka birçok yorum anlayışı da vardır). Bir yorumlama edimi olarak Marksizm "görünürde birbirine düşman olan ya da birbiriyle kıyaslanamayan eleştirel işlemleri kendi bünyesine katarak onlara kendi içinde su götürmez bir sektörel geçerlilik atfeden ve böylece onları aynı anda hem iptal edip hem de alıkoyan o 'aşılmaz ufuk' olarak kavranmaktadır burada," der (10).

Kitabın 85 sayfalık ilk bölümü "On Interpretation"da (Yoruma Dair) kendi iddialı edebiyat teorisi sentezinin esaslarını ortaya koyarken de bu özgüvenle davranır Jameson: Marksizmle uzaktan yakından alakası olmayan edebiyat teorisyenleri ve düşünürlerinin çalışmalarını bir yandan sıkı bir eleştirel süzgeçten geçirirken, bir yandan da bunların belli unsurlarını kendi kuramına katmaktan çekinmez. Başta Northrop Frye olmak üzere(6) Marksist olmayan birçok edebiyat teorisyeni ve düşünürün dahil olduğu, edebiyatı ve sanatı kolektif Arzu'nun en seçkin ifadesi olarak olumlayıp yücelten olumlu yorumbilgisi (positive hermeneutics) geleneğinin kazanımları ile yirminci yüzyılın bütün Marksist edebiyat teorisi ve ideoloji eleştirisi geleneğinin, düşünceyi ve kültür ürünlerini gizemlerinden arındırmayı, tahakküm, sınıf sömürüsü, cinsiyetçilik vb. toplumsal süreçlerle aralarındaki organik bağları sergilemeyi amaçlayan tavrını (buna da olumsuz yorumbilgisi –negative hermeneutics– der Jameson) birleştirir.(7) Yine "Tarihte Eleştiri" yazısında bunu şöyle ifade eder Jameson:

Frye bize Ernst Bloch'unkini andıran olumlu bir yorumbilgisi –kolektivitenin en derin ve en ilksel özlemleri içinde sanatın kökenini vurgulayan bir yorumbilgisi– sunmaktadır. Gelgelelim, Frye yorumbilgisinin eşit derecede yaşamsal, ama olumsuz bir başka işleve, yani gizemsizleştirmeye –Ricoeur'ün kuşku yorumbilgisi adını verdiği şeye, ideoloji eleştirisinin ve yanlış bilincin yorumbilgisine– hizmet edebileceğinin hiç farkında değilmiş gibi görünür. Oysa tarihsel bireyleri nesnesi olarak alan, tam da bu olumsuz yorumbilgisidir ve ütopyacı arzunun maruz kaldığı çarpıtmaları –bu arzu tarihteki belirli bir somut durumun baskıcı yapısı içinde belirdiğinde– ele alıp düzeltecek güce de bir tek o sahiptir (63).

Bütün argümanlarını hakkıyla özetleyebilmek için başlı başına uzun bir yazı yazmak gereken bu kitap Jameson'ı edebiyat teorisinin (hem de sadece Marksist varyantının değil) en büyük isimlerinden biri haline getirdi ve çok tartışıldı. Hemen herkes eserin derinliğine ve geliştirdiği argümanın karmaşıklığına olan hayranlığını bir kere ifade etse bile sert eleştiriler de bir biri ardına geliyordu. Hâkim postyapısalcı söylemin taraftarları, bekleneceği üzere Jameson'ın bütünselleştirici, Hegelci "tarihselleştirme" vizyonundan rahatsız olup onu nostalji yapmakla suçlarken, ilginçtir, Marksist cepheden de benzer eleştiriler geliyordu. Eagleton Jameson'ın postyapısalcılıkla pek de verimli bir diyaloğa girmediğini, Jameson'ın izlediği Hegelci Aufhebung (alıkoyarak aşma) ya da üstyorum pratiğinin "her şeyi olduğu gibi bırakan bir özümseme tarzı" olduğunu, sözgelimi önceki kitabı Dil Hapishanesi'nin ele aldığı Biçimcilik ve Yapısalcılık hakkındaki nihai yargısının ne olduğunun anlaşılamadığını söyler (Eagleton 1982: 18-9). Eagleton esasen kitabın siyasal olana dair kavrayışının zayıf kaldığını ("'metalaşma'ya gereğinden fazla dikkat gösterilince, ekonomik olanla deneyimsel olan birbirine ancak siyasal olanı yerinden etme pahasına bağlanmaktadır"), bu yüzden de kitabın hiç kimseyi rahatsız etmeyecek akademik bir Marksizm yorumu sunduğunu iddia eder. "Amerikan Eleştirisinin İdealizmi" adlı daha önceki bir yazısında şu meşhur soruyu sorar Jameson'a: "Balzac'ın tali bir romanının Marksist-yapısalcı bir analizini yaparak, kapitalizmin temellerini sarsmak mümkün mü?"(8)

Edward Said ise, "her türlü standarda göre çok önemli bir entelektüel eleştiri yapıtı... ve neyi tartışırsa tartışsın, az rastlanan bir parlaklık ve bilgi birikimiyle tartışıyor," şeklinde tanımladığı bu kitabı ele alırken Eagleton'ın Jameson'a yönelttiği ithamı hem yineliyor, hem de Eagleton'ın kendisine de yöneltiyordu, 1982 tarihli "Muhalifler, İzleyiciler, Taraftarlar ve Cemaat" adlı yazısında. Biraz uzunca alıntılayacağım:

Kitabın yüzeyinin altında iki tür "Siyaset" arasındaki açıkça hesaplaşılmayan bir karşıtlık yatar: (1) Hegel'den Louis Althusser ve Ernst Bloch'a siyaset teorisinin tanımladığı siyaset; (2) En azından Amerika'da, deyim yerindeyse Reagan tarafından kazanılmış olan, günlük dünyadaki mücadele ve iktidar siyaseti. Jameson bu ayrımın neden varolduğu konusunda pek bir şey söylemiyor... Bu şunu demek gibi bir şey: Telaş etmeyin; Reagan sadece geçici bir olgu; tarihin kurnazlığı onun da hesabını görecek... Dahası Jameson 1. Siyaset'in eşzamanlılığı ve kuramı ile 2. Siyaset'in moleküler mücadeleleri arasındaki bağlantının ne olduğunu tahmin etme işini tamamen okura bırakıyor. Bu iki alan arasında süreklilik mi vardır süreksizlik mi?.. Bu soruların yanıtsız kalmasının nedeni, bence, tam da Jameson'ın varsayımsal izleyici kitlesinin kültürel-edebi eleştirmenlerden oluşmasıdır... [Eagleton'ın yukarıdaki sorusunu hak vererek aktardıktan sonra "ama Eagleton alternatif olarak ne önermektedir?" diyerek sözlerine şöyle devam eder Said:] Eagleton Jameson'ın hatasının, savunduğu Marksist-yapısalcılığın pratikte etkisiz kalması olduğunu düşünür: ama bir yandan da Jameson'la kendisinin edebiyat çalışmalarından oluşan küçük dünyada ikamet ettiklerini, onun dilini konuştuklarını ve yalnızca onun sorunsallarıyla uğraştıklarını uysalca kabullenir... Eagleton, Jameson ve Lentricchia, edebi Marksistler için yazan, reel siyasetin misafir sevmez dünyasından uzaklaşıp kendi manastırvari köşelerine çekilmiş edebi Marksistlerdir. Böylelikle hem "edebiyat"a hem de "Marksizm"e apolitik bir içerik verilmesi onaylanmış olur: Edebiyat eleştirisi hâlâ "yalnızca" edebiyat eleştirisi, Marksizm de "yalnızca" Marksizmdir; siyaset de esasen, edebiyat eleştirmeninin özlemle ve umutsuzca hakkında konuşup durduğu şeydir. (Said 2000: 103-7)

Epey sert ve ilk bakışta bayağı da haklı görünen eleştiriler bunlar. Ama çok acele etmeden Jameson'ın bu eleştiriler konusunda ne düşündüğünü öğrenmekte fayda var. Leonard Green, saygın eleştiri dergisi Diacritics'in The Political Unconscious'a adanmış özel sayısında Jameson'la söyleşi yaparken ilk olarak Eagleton'ın bu sorusunu hatırlatır ve ne düşündüğünü sorar. O da bu soruyu, "Dikkatle okunduğunda görülür ki, Terry'nin sorusu doğrudan benim çalışmama yöneltilen bir eleştiri olmaktan çok, Marksist kültür incelemeleri alanında çalışan herkesin, özellikle de geçmiş hakkında incelemeler yaparken hissetmesi gereken bir endişenin ifadesi. Bu da önemli ve ayrıntılı olarak bakılması gereken bir endişe," diyerek birkaç düzeyde cevaplamaya çalışır (Jameson 1982: 72). Önce –yarı şaka yarı ciddi– bütün yazarlar arasında Balzac'ın Marksist estetik geleneği içinde ayrıcalıklı ve simgesel bir konumu olduğunu, bu yüzden de Eagleton'un örnek verdiği türden bir analizin Marksizmin kendi kendini tanımlaması içinde siyasi bir işlev görebileceğini söyler; hemen ardından da üniversitelerdeki standart "kanon" öğretimine daha genel bir Marksist pedagoji sorunu göz önünde bulundurularak yapılan bir müdahale olduğu için siyasi bir değeri olabileceğini söyler. Daha sonra da Marksizmi hiçbir zaman "gerçekçi" bir toplumsal ve siyasi alternatif olarak görmemiş olan ABD'de gerçek, sistemsel bir değişiklik olabilmesi için ilk adım olarak Marksist bir entelijansiyanın ve Marksist bir kültürün yaratılmasının önemli olduğunu belirtir. Son olarak da insanlık tarihinde başka hiçbir toplumsal formasyonda olmadığı kadar tarihsel amneziden –hem geçmişin hem de hayal edilebilir bir geleceğin bastırılmasından– mustarip olan günümüz toplumunda, geçmişin kültürel ürünleriyle ilgili olarak radikallerin yaptığı incelemeler etkisiz kalıyorsa bunun kişisel bir hata ya da sorun olmaktan ziyade günümüz toplumunun sistematik ve patolojik bir özelliği olduğuna dikkat çeker.

Green bir sonraki soruda da Jameson'ın temel tezlerinden birini (günümüz kapitalizminin kültürün heryerdeliğiyle tanımlandığı, bu kavranmadıkça da günümüzde siyasi praksisin doğası ve işlevine dair gerçekçi bir anlayış geliştirilemeyeceği tezini) eleştirip okurları asıl "siyasal olan"ın her yerde olduğuna ikna etmek daha önemli değil mi, diye sorar. Jameson'un buna verdiği cevap hem Eagleton'a hem de Said'e bir tür cevap niteliği taşıdığı hem de Jameson'ın bu kitap sonrasında izlediği çizgiyi tanımlamaya yardımcı olacağı için uzun aktaracağım yine:

"Siyasal olan" söz konusu olduğunda, her türlü tekçi, tek-işlevli tanım yanıltıcı olmaktan da beterdir, felç edicidir. Ne de olsa hepimiz parçalı varlıklarız. Aynı anda farklı gerçeklik-kompartmanlarında yaşıyoruz; bunların her birinde de belli bir tür siyaset mümkündür, eğer yeterince enerjimiz varsa da, bütün bu siyasal etkinlik biçimlerini aynı anda yürütmek arzu edilir elbette. Yani bu "metafizik" soru: Nedir siyaset? – İktidarı ele geçirmek mi? Sokağa çıkmak mı? Örgütlenmek mi? Sosyalizmdan bahsetmek mi? Hiyerarşi ve otoriteye direnmek mi? Silahsızlanma yanlısı gösterilere katılmak ya da mahallenizi kurtarmaya çalışmak mı? Belediyeyle kavga etmek mi?– bu soru ancak ve ancak olası bütün seçenekleri ortaya koymaya yol açtığı zaman değerlidir, yoksa insanı tek büyük stratejik bir fikir olduğu serabını takip etmeye ayarttığı zaman değil... Bence bu serap, özellikle de entelektüeller için, dolayımlı olan, uzun vadeli olan karşısındaki sabırsızlıktan kaynaklanıyor; gücünü hemen sonuç alma, belli bir ego tatmini hissetme, elle tutulur damgayı hemen vurma arzusundan (bu arada bir işletme toplumuna çok uygun düşen bir arzudur bu) alıyor. Bu hoş bir lüks, harika bir tatmin, ama bize göre değil... Sermayenin kültürü ve geleneksel kültür mekân ve araçlarını fethetmesi kültür dediğimiz şeyin muazzam miktarda genişlemesine yol açıyor artık: Eski yarı-özerkliği kaybolan, yalıtılmışlığı geçmişte kalmış bir şey haline gelen kültür artık bir bütün olarak toplumsal alanla örtüşüyor ve bu anlamda her şey "kültürel" olup çıkıyor –siyaset, ekonomi, hukuk, ideoloji, din, günlük hayat, cinsellik, beden, mekân vs. vs.– sizin sorgulanır bulduğunuz sözleri sarf ederken tek söylemeye çalıştığım, sermayenin bu fiili uğrağını hesaba katmak istemeyen... herhangi bir siyasetin nasıl tasarlanabileceğini anlamakta zorlandığım... Bana öyle geliyor ki bugün kültürün değişen statüsü ve işlevi hesaba katılmadıkça, etkili bir siyaset geliştirmek pek mümkün değildir. (Jameson 1982: 75, 77).

Jameson daha sonraları hep bu yukarıda alıntıladığımız tesbitin içerimlerini inceltip genişletmeye çalışacak, artık edebiyat teorisi ve pratik eleştiri çalışmalarını görece ihmal edip (aslında çok da ihmal etmez, sadece kitap boyutunda yapmaz bu çalışmalarını, yoksa bazılarını bu seçkiye de aldığımız birçok yazısını, Rimbaud, Baudelaire, Joyce, William Carlos Williams, Wallace Stevens, Kafka, Thomas Mann, Celine vb. gibi modernist yazarlarla ilgili yazılarını bu dönemde yazmıştır), o muazzam enerjisinin büyük kısmını, gelgeç bir entelektüel moda olarak ya da etkisi estetik alanıyla sınırlı bir akım olarak değil, çok ciddi sosyokültürel ve ekonomik boyutları olan bir fenomen olarak gördüğü postmodernizmi anlamaya ve anlamlandırmaya hasreder: İlk kez dersler verdiği Çin'de yayımlanan Postmodernism and Cultural Theories. Lectures in China (1987; Postmodernizm ve Kültürel Teoriler. Çin Dersleri); ilk kez New Left Review'da 1984'te yayımlanan denemenin genişletilmiş hali denebilecek (zaten adı da aynıdır) Postmodernism or the Cultural Logic of Late Capitalism (1991; Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı), The Seeds of Time (1994; Zamanın Tohumları); The Cultural Turn (1998; Kültürel Dönemeç), A Singular Modernity: Essay on the Ontology of the Present (2002; Biricik Modernite: Şimdinin Ontolojisi Üzerine İnceleme) gibi kitapları hep bu uzun soluklu çabanın verimleridir ve dünyanın birçok yerinde de esasen bu çalışmalarıyla, "postmodernizm teorisyeni" sıfatıyla tanınmaktadır.

Jameson bu kitaplarda postmodernizmi, Ernest Mandel'in Geç Kapitalizm adlı kitabındaki ünlü kapitalizm dönemselleştirmesini(9) izleyerek, ellili yıllardan itibaren dünyayı etkisi altına alan çokuluslu finans kapitalizminin kültürel ifadesi olarak görür her şeyden önce.(10) Bu da onun pek çok kişi tarafından dudak bükülen bir düşünür olmasında önemli bir rol oynar: Edebiyat, sinema, mimari, resim vb. alanındaki bütün kültürel ürünleri, araya Savran'ın sorunlu olduğunu iddia ettiği türden pek çok dolayım koyarak da olsa, kapitalizm gibi ekonomik bir kategoriyle ilişkilendirmekte ısrar etmesi, Marksizmi modası geçmiş bir büyük anlatı olarak gören, "üretim tarzı" gibi lafları duyunca tüyleri diken diken olan postmodernist iklimin kanaat önderlerinin onun incelikli analizlerini külliyen reddetmesi için yeterli bir gerekçe oluşturur. Öte yandan postmodernizmde sadece ve sadece ideolojik bir hasım gören, modernizmin sona erip yerini postmodernizme bırakmış yahut bırakmakta olduğu iddiasını ve Derrida, Foucault gibi önemli (ve sonradan kendilerine postyapısalcı ya da postmodern etiketi takılmış) düşünürlerin Batı metafiziğine ve episteme'sine yönelttikleri eleştirileri, "ideolojinin sonu"ndan dem vuran Daniel Bell ya da da "tarihin sonu" nun gelmiş olduğunu iddia eden Fukuyama gibi sağcı/muhafazakâr düşünürlerin herzeleriyle aynı düzeyde değerlendiren, modernitenin ve en önemli kolu olarak Aydınlanma'nın temel önkabulleri hiçbir sarsıntı geçirmemiş gibi davranmakta, postmodernizmle ilgili her şeye etik bir alerjiyle bakmakta ısrar eden belli bir Sol dogmatizm de doğal olarak hazzetmez Jameson'dan. (Bunların Türkiye'deki yansımalarına yazının girişinde sorduğum soru dolayımında birazdan döneceğim, ama şimdi kendime verdiğim görevi tamamlayıp Jameson'ın kariyerini bir süre daha izleyeceğim.) Ama yine de içinde yaşadığımız kültürel momentin temel bileşenlerini ayrıntılı olarak tasvir ve tarif etmeye çalışan bütün ciddi araştırmacılar artık Jameson'ın analizlerine ister olumlayarak ister itiraz ederek bir şekilde başvurma gereği hissederler. Üstelik yukarıda bir yerde geçerken değindiğimiz gibi, Jameson ilgileri ve yazı konuları hiçbir şekilde Batı kültürüyle sınırlı olmayan, Japon edebiyatından Tayvan sinemasına, Küba ve Quebec romanından Sovyetler Birliği'ndeki yeraltı edebiyatına, Afrika anlatı geleneğine dünyada kültürel akım namına ne varsa yakından takip edip değerlendiren bir kültür adamı olduğu için bütün dünyada, ama en çok da Çin ve Uzakdoğu'da ciddi bir izlerkitlesi vardır. Tarihin ironisi: Jameson'ın ABD'de bir Marksist entelijansiya yaratma çabasının çok fazla karşılık bulduğu söylenemez ama Çin'de (kısmen de Rusya ve Japonya'da) belli bir tür Marksizmden bunalmış genç akademisyenler kuşağı, başka türlü bir Marksizmin de mümkün olabileceğini düşünmeye başlamışsa bunda onun Batı Marksizminin kazanımlarını ve zaaflarını tarihsel bir perspektiften değerlendirip yaratıcı kullanımlara açan çalışmalarının önemli bir rolü vardır.

Jameson postmodernizmle ilgili yukarıdaki kitaplarını yayımladığı sıralarda başka alanlarda da çalışmalarını sürdürdü: Adorno fikriyatını bir bütün olarak ele aldığı Late Marxism: Adorno, or the Persistence of the Dialectic (Geç Marksizm: Adorno, ya da Diyalektiğin Direngenliği) 1990'da, sinemayla ilgili birçok yazısını bir araya getiren Signatures of the Visible (Görünürün İmzaları) ve The Geopolitical Aesthetic: Cinema and Space in the World-System (Jeopolitik Estetik: Dünya Sisteminde Sinema ve Mekân) 1990 ve 1992' de, Brecht estetiğinin sorunlarıyla hesaplaştığı Brecht and Method (Brecht ve Yöntem) 1998'de yayımlandı. Halen birbiri ardına önemli kitaplar yayımlamayı sürdürüyor: 2005'te en önemli takıntısı denebilecek Ütopya fikri hakkındaki düşüncelerini heyecan verici bir biçimde formüle ettiği uzun bir çalışmasını, bilimkurgu ve ütopyalar hakkında yıllar içinde yazdığı çok sayıda yazıyla birlikte sunan Archeologies of the Future: The Desire Called Utopia and Other Science Fictions (Geleceğin Arkeolojileri: Ütopya Denen Arzu ve Diğer Bilimkurgular. Bu kitabın "Ütopya Denen Arzu" adlı kısmı Metis'in yayın programında. O makalelerden Ursula K. Le Guin üzerine olanı da bu seçkiye dahil ettik) adlı bir kitabı yayımlandı. 2007'de çeşitli modernist yazarlar hakkındaki yazılarını bir araya getirdiği The Modernist Papers (Modernizm Yazıları) yayımlandı (Seçkimizde bu kitaptan da üç yazı var. Bu kitaptaki yazılardan bir diğerini, Karatani'nin Modern Japon Edebiyatı'nın Kökenleri adlı müthiş kitabına yazdığı önsözü de önümüzdeki sezon bu kitapla birlikte yayımlayacağız). 2008'de de Valences of the Dialectic adlı kitabı yayımlandı.

Şimdi bu bitmek bilmez görünen (ama az kaldı, biraz daha sabır!) sunuş yazısının giriş bölümlerinde sorduğumuz soruya geri dönelim: Böyle bir düşünür neden bu topraklarda hak ettiği karşılığı bulamadı, ıskalandı? O bölümde olası nedenler olarak ele alıp bir kenara bıraktığımız etkenlerin her birinin yine de bir etkisi olabileceğini teslim etsek ve Jameson'ın postmodernizm analizinin dünyada yarattığı tepkilerin Türkiye'deki yansımalarını da hesaba katsak bile, ben şahsen asıl nedenin, Jameson'ın okurlarından sürekli olarak çok zor bir şey talep etmesi, onları etik ya da estetik değer yargılarını askıya alıp toplumsal meselelere tarihsel olarak, diyalektik bir biçimde bakmaya çağırması olduğunu düşünüyorum. Bu tesbiti epey bir açmak lazım elbette.

Önce Jameson'ın bu tür etik değer yargılarında neyi rahatsız edici bulduğunu anlamaya çalışırsak savunduğu diyalektik anlayışının da aslında bizi başka türlü bir düşünce etiğine davet ettiğini anlayabiliriz. Özellikle Derrida'nın ısrarlarıyla artık postyapısalcı fikriyatın herkesçe bilinen doxa'larından biri haline gelmiş bir tesbitten, düşünce sistematiklerimizin hep ikili karşıtlıklar üzerinden kurulduğu tesbitinden yola çıkar Jameson, ama ondan ayrıldığı noktayı şöyle ifade eder: "Derrida'dan Nietzsche'ye geçmek ikili karşıtlığa dair epey farklı bir yorum imkânını da açmak demektir; bu yoruma göre karşıtlığın olumlu ve olumsuz terimleri son tahlilde zihin tarafından iyi ile kötü arasındaki bir ayrım olarak özümsenir. İkili karşıtlıkları biçimlendiren ideoloji metafizik değil etiktir... Nietzsche'nin etiğin kavramlarının maskesini düşürerek tahakküm durumlarının somut praksisinin çökelmiş ya da fosilleşmiş izleri olduklarını gösteren analizi, bize önemli bir metodolojik öncül sunuyor." (Jameson 1981: 114, 116) Biraz daha ileride de şöyle der: "Nietzsche'den öğrendiğimiz gibi, etik düşünce tarzının yargılama alışkanlığı, her şeyi antagonistik iyi ve kötü kategorileri (ya da bunların başka ikili eşdeğerleri) içinde sıralama alışkanlığı sadece bir hata değildir, her türlü bireysel bilincin kaçınılmaz merkeziliği içinde nesnel kökleri de vardır: İyi olan bana ait olan, kötü olan Öteki'ne/Başkasına ait olandır" (234). Siyasal ve tarihsel kategorilere etik kategorilerin yansıtılmasına Marx'ın Komünist Manifesto' da yaptığı burjuvazi değerlendirmesini (burjuvazinin hem ilerici hem de gerici bir rol oynadığı tesbitini) tekrar hatırlatarak kesin bir dille karşı çıkar ve hep diyalektik düşünmeyi salık verir Jameson: "Diyalektik düşünmek demek bu iki özdeş ama antagonist özelliğin ikisini de aynı anda düşünmek demektir" (235). Yukarıda bahsettiğimiz, kendi kurduğu İdeoloji-Ütopya ikiliğini de tam da bu şekilde devreye sokmaya çalışır Jameson. Ütopya'nın ideolojikliğini asla inkâr etmez. Öte yandan, ideolojilerin en sefili olan Faşizm'de bile (Thomas Mann'ın şu sözünü hatırlarsak bu tavır iyice manidar bir özellik kazanacaktır: "Faşizm bir ideoloji değil, bir kötülüktür") derinlemesine analiz edildiğinde Ütopyacı unsurlar bulunabileceğini söyleyen biridir Jameson.

Postmodernizm karşısındaki tavrı da aynı serinkanlı mesafededir ki Türkiye'nin katı etik koşullanmalarla malul politik tavırlar-

ca parsellenmiş entelektüel ortamında postmodernizmle ilgili her şeyi aynı "kötülük" ya da "iyilik" sepetine doldurma eğiliminin çok güçlü olduğu düşünüldüğünde bu tavrın pek etkili olamaması, karşılık bulamaması şaşırtıcı değildir. Kemalistler/Aydınlanmacılar ucu Türk modernliğinin de sorgulanmasına varacağı için, bilimin ve aklın en hakiki mürşit olduğuna iman ettikleri için, postmoderni külliyen ilgi alanlarının dışına atıp sadece bir sıfat, hatta bir küfür olarak kullanırlar. İslamcılar-liberaller postmodernizmin en sorunlu ama siyaseten en çok işlerine gelen büyük anlatı karşıtı (yani sanki din gelmiş geçmiş en büyük anlatı değilmiş gibi, esasen sadece Marksizm karşıtı) yanlarını benimser; postmodernizmin ideologlarının akıl ve bilimin kibri karşısında da şüphe vazedilmesini dinin dogmatik kibrini asla ve kata sorgulamamak gerekliliğine vardırabilen, her türlü modernliğin (tabii ki başta Kemalizmin vaat ettiği türden otoriter modernliğin) sona erişini sadece ve sadece bir tür demokratikleşme ya da özgürleşme diye sunan doxa'larını bağırlarına basarlar. O yüzden de postmodernizmle kapitalizmin metalaştırıcı veya şeyleştirici süreçleri arasındaki bağlar üzerinde ısrar eden bir Jameson'ın onlara söyleyeceği bir şey yoktur. Toplumsal görünürlükleri gittikçe azalsa da kültürel alanda en azından hâlâ İslamcı ve liberallerle hegemonya mücadelesi vermeye devam ettikleri söylenebilecek Marksistlerin büyük kısmı ise aslında postmodernizme İslamcıların çoğuyla aynı perspektiften, her biri çok şaibeli olan bir doxa'lar toplamı(11) olarak bakıp "kötü" sepetine atıvermiştir. Etik kanaatlerin ve değer yargılarının kesafeti, bir süreliğine olsun askıya alınamaması, analitik bir tavır almayı imkânsızlaştırmıştır.

Jameson'ın siyasal cenahta karşılaştığı ilgi eksikliği belki böyle açıklanabilir ama edebiyat akademisi ve eleştirmenleri cenahındaki ilgisizliği salt bununla açıklayamayız. Bunun da yine tarihselleştirici perspektif takınamayıp verili bir ikili karşıtlığın birine iyi, diğerine kötü muamelesi yapmakla ilgisi var ama bana kalırsa. Bu seferki karşıtlık iki ayrı biçime bürünüyor: Gerçekçilik-modernizm ve modernizm-postmodernizm. Marksizm geleneği içinde özellikle önemli bir yeri olan bu ilk karşıtlığın (çok kaba bir nitelemeyle, bir yanda gerçekçiliği savunan Lukács, diğer yanda modernizmi savunan Adorno diye özetleyebiliriz tartışmanın taraflarını) özellikle 1960'lardan itibaren Türkiye'de de yankıları olmuştur: Birçok edebiyat eleştirmeni, edebiyat hakkında söz alan ve hatta düpedüz edebiyat üreten birçok isim tam tamına bu kavramları kullanarak olmasa da bu karşıtlığın iki ekseninden birine bağlılık beyan ederek diğerini pejoratif terimlerle tanımlamıştır (Attila İlhan, Asım Bezirci gibi önemli isimlerin İkinci Yeni'ye yönelik saldırılarını, "toplumcu gerçekçilik" tartışmalarını vb. hatırlamak yeterli). Ama uzunca bir dönem gerçekçilik ideolojisinin hegemonik olduğu, modernist olarak nitelenebilecek şair ve yazarların eserlerinin yeterli eleştirel dikkati ve okur ilgisini görmedikleri de bir vakıadır. Ama 1980'lerden sonra modernizmin bir ideoloji olarak hegemonyayı ele geçirmeye başladığı ileri sürülebilir belki; kitaplarını ilk yayımladıkları sıralarda, ya toplumsal meselelerden kopuk olmakla ve kullandıkları dili sorunsallaştırdıkları için "biçimsel kaygılara teslim olmakla" suçlanmış, ya da en iyi ihtimalle Tanpınar'ın deyimiyle bir "sükut suikasti" ile karşılaşmış çeşitli anlatı yazarlarının (Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Bilge Karasu, Vüsat O. Bener, Leyla Erbil) ve İkinci Yeni şairlerinin, hem eleştirmenler hem de kısmen okurlar nezdindeki itibarının müthiş artmış olmasına da bakarak. (Yanlış anlaşılma olasılığına karşı uyarayım: Şahsen benim de çok önemsediğim ve sevdiğim yazarlar bu saydıklarımın çoğu.) Ama bence modernizmin kurumsallaşmaya başlamış olmasının en önemli iki göstergesi şudur: Birincisi, anlatı alanında Halit Ziya Uşaklıgil, Recaizade Mahmut Ekrem, Sait Faik, Sabahattin Ali, şiirde de Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Nazım Hikmet gibi kanonik yazarlarımızın önemleri, eserlerinde gittikçe artan oranda modernist öğeler bulunarak değerlendirilmeye başlamıştır. İkincisi, bu tür unsurlara rastlamanın zor olduğu yazarların eserleri hakkında neredeyse yalnızca Doğu-Batı meselesi, ulusal kimlik, kadın sorunu gibi sosyolojik temaları örneklendirmeye müsait pasajlar üzerinden yazılmakta, bu eserler karmaşıklık, etkilenme endişesi, dili sorunsallaştırma, çiftdeğerlilik gibi modernist estetik değerlerden yoksun olduğu için zayıf, yoksul, mekanik, temrin düzeyinde gibi sıfatlarla değerlendirilmektedir.(12) Son yirmi-otuz yıllık dönemde ortaya çıkan postmodernist edebiyat ürünleri karşısında da benzer bir tavır sergilenmekte olduğu söylenebilir; modernizm-postmodernizm karşıtlığında da "iyi" olan hep "modernist" kutuptur. (Türkçedeki örnekleri açısından postmodern özellikleri öne çıkan yazarlar ve eserleri de ancak kaçınılmaz olarak içerdikleri modernist unsurların çokluğu oranında değerli görülürler. Orhan Koçak'ın yukarıda bahsettiğimiz Kara Kitap değerlendirmesi bu eleştirel tavrın özbilinçli ve kusursuz bir örneğidir mesela – gerçi o modernizmin "kurumsallaşması"ndan, "ideolojikleşmesinden" değil, "yorgun düşmesi"nden, "istifa etmesi"nden söz etmeyi yeğler. Ama bu özbilinçlilikten yoksun çok sayıda yazıda "postmodern edebiyat" terimi çoğunlukla sadece pejoratif bir sıfat olarak kullanılmaktadır, analitik bir değeri yoktur.) Yani Türkiye'deki edebiyat çevrelerinde modernizmin bir "ideoloji" haline bürünmüş olduğu söylenebilir ki 70'lerin ortalarından beri "modernizm ideolojisi" tabirini eleştirel yazılarında ve çözümlemelerinde sık sık kullanan bir yazar olan Jameson'ın karşılaştığı ilgisizlikte bence bunun da payı var. Jameson şeyleşme ve metalaşmanın henüz toplumun bütününe nüfuz etmemiş olduğu belli tarihsel koşullara verilen simgesel bir cevap olarak tarihselleştirdiği modernizm kavramının tarihaşırılaştırılmasına ve özellikle geçmiş dönemlerin sanatsal ürünlerini değerlendirmekte bir norm haline getirilmesine birçok yazısında karşı çıkmış olduğu için de ıskalanmıştır, diyeceğim sonuç olarak.

Bu bahsi en nihayet kapatabildiğimize göre artık seçkimize gelebiliriz. Jameson'ın "Modernizm İdeolojisi" diye bir kitabı yok, ama yukarıda da belirttiğimiz gibi bu kavrama çok sık başvuruyor. Hem bu yüzden hem de seçkiye dahil ettiğimiz yazıların çoğunda bu ideolojiyi, tam da modernist olarak nitelendirilen şair ve yazarların eserlerini analiz ederken eleştiri konusu ettiği için bu başlığı kullanmakta beis görmedim.

Aslında seçkinin ilk halini Orhan Koçak 1999'da hazırlamış, ben de seçilen yazıların bir kısmını çevirmiştim. Geri kalan yazıların çevirisinde karşılaşılan çeşitli güçlüklerle proje o dönemde tamamlanamadı; Metis'te editör olarak çalışmaya başladıktan sonra bu seçkiyi Jameson'ın ilgi alanlarının genişliğini de sergileyecek şekilde genişletmeyi düşündüm; bu fikir diğer editör arkadaşlarım tarafından da benimsendi, dört-beş yazı daha ekledik. Ama bu seçki fikrinin esasen Orhan Koçak'a ait olduğunu vurgulamak gerek.

Seçkideki "Metin İdeolojisi", "Jargona Dair", "Modernizm ve Bastırdıkları", "Bütünlüğün Poetikası" (o yazıdaki şiirlerin çevirisi Bülent Doğan arkadaşımıza ait) ve "Le Guin'de Dünyanın İndirgenmesi" (bu yazının çevirisindeki katkıları için de Çiğdem Erkal İpek ve Bülent Doğan'a teşekkür etmem gerek) adlı yazıların çevirisi bana, diğer bütün metinlerin çevirisi Kemal Atakay'a ait. Ancak terim birliği sağlamak adına Kemal'in terim tercihlerinden bazılarını kendiminkine uydurdum editörlüğü de üstlenmenin avantajıyla, beni hoşgöreceğini umuyorum.

Umarız Jameson'ın hak ettiği ilgiyi görebilmesine küçük de olsa bir katkıda bulunmuş oluruz bu seçkiyle.

Alıntılanan Kaynaklar:

Anderson, Perry (2002), Postmodernitenin Kökenleri, çev. Elçin Gen, İstanbul: İletişim, 2. basım.

Eagleton, Terry (1982), "Frederic Jameson: The Politics of Style", Diacritics, c. 12, Güz 1982.

Hardt, Michael ve Weeks, Kathi (2001), "Introduction", The Jameson Reader, M. Hardt ve K. Weeks (haz.), Oxford: Blackwell: 2001.

Jameson, Frederic (1981), The Political Unconscious, Ithaca: Cornell University Press.

—— (1982), "Interview with L. Green, J. Culler and R. Klein", Diacritics, c. 12, Güz 1982.

—— (1997 [1971]), Marksizm ve Biçim, çev. Mehmet H. Doğan, İstanbul: YKY.

Said, Edward (2000 [1982]), "Muhalifler, İzleyiciler, Taraftarlar ve Cemaat", Kış Ruhu içinde, haz. ve çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis.

Savran, Gülnur (1999), "Postmodernizm: Yepyeni Bir Evre mi, Bir Eğilimin Mutlaklaştırılması mı?", Defter, No. 38.

White, Hayden (1982), "Getting Out of History", Diacritics, c. 12, Güz 1982.

Notlar

(1).Belki bir tek Raymond Williams'ın bu topraklarda Jameson'a benzer bir kaderi paylaştığı, hep saygıyla ve adının ağırlığı hissettirilerek tek tük alıntılanan ama neredeyse hiç eleştiri ve tartışma konusu yapılmayan, etrafında argüman geliştirilmeyen bir düşünür olarak kaldığı söylenebilir. O zihin açıcı Marksizm ve Edebiyat kaç kere bahis konusu edilmiştir ki Türkiye'de?Yukarı
(2). Bunu müstehzi bir edayla kaydedip geçmek istemem. Otomatikman küçümsenecek bir entelektüel teşhirciliğin ürünleri olarak değil, altımızdaki kültürel ve siyasi zeminin aralıksız sarsılmakta olduğu tarihsel bir konjonktürde hissedilen yakıcı bir anlama ve anlamlandırma ihtiyacının tezahürü olarak görüyorum çoğunu.Yukarı
(3). Bu ortama herhangi bir eleştiri getirme imkânını da elden almış olmuyoruz bunu söyleyince. Aksine her toplumsal fenomeni, siyasi zannedilen ahlakçı bakışlarla "değerlendirme" şeklindeki yaygın ve maalesef Türkiye'deki entelektüel ortamın başat özelliklerinden biri olan tavırdan kurtulunduğunda bu ortamın sefaletini ve zenginliğini, ölgünlüğünü ve canlılığını daha serinkanlı şekillerde "eleştirme" imkânı da doğacaktır. Jameson tam da bunu vazettiği için elzem bir düşünür bu topraklar için. Buna döneceğiz. Böyle bir eleştiri de elbette ancak başka bir yazının konusu olabilir, ama herhalde en başta şu soruna dikkat çekilecektir orada: Türkiye'de Batılı düşünürlerin fikriyatının çoğunlukla sadece telif makale ya da kitap yazarlarının önceden ulaşılmış kanaatlerinin illüstrasyonları olarak, bunlara fazladan bir itibar kazandırmak üzere kullanılmakta oluşu ve bu önceden edinilmiş kanaatlerin, ele alınan malzemeyle teorik çatının hakikaten yaratıcı bir biçimde karşılaşmasına, her ikisinin de yeniden şekillendirilmesine engel oluşu.Yukarı
(4). Bu rağbet eksikliğine son bir gerekçe olarak Jameson'ın üslubunun meşhur çetrefilliği ve bunun çeviride yarattığı sorunlar yüzünden okunaklılığının azalması gösterilebilir. Hakikaten de çevirmeni çok zorlayan bir üslubu var Jameson'ın, onu çevirirken bol bol söylenmemiş bir çevirmen olduğunu zannetmiyorum ki ben de onlardan biriyim. Jameson da "diyalektik eleştiri"yi –o bu tabiri veya onunla eşanlamlı olarak "üstyorum" tabirini, söz alırken bir yandan da neden şu tarihsel anda ve şu üslupla söz aldığını da kendi düşüncesinin konusu haline getiren her türlü eleştiri ve yorumlama faaliyeti için kullanır– savunan biri olarak bunun gayet iyi farkında olduğu için bu konuda da sık sık söz almıştır. Daha Marksizm ve Biçim'de bile fikirlerini ampirizmin ve açık seçik bir üslubun egemen olduğu Amerikan ortamına tanıtmaya çalıştığı Adorno, Lukacs, Bloch gibi diyalektikçilerin üslubuna tavizsiz bir biçimde sahip çıkarken aslında kendi üslubunu da savunur (bkz. Jameson 1997 [1971], s. 12-3). Teorinin zorluğu ile modern şiirin zorluğu arasında ilginç bir paralellik kurduğu için bu seçkiye dahil ettiğimiz kısacık "Jargona Dair" yazısı da bu üslubun seçilmiş olduğuna şüphe bırakmıyor. Ayrıca Eagleton'dan Anderson ve Hardt'a Jameson hakkında yazan birçok kişi, zorlu nesneler karşısındaki düşünme sürecinin iniş-çıkışlarını kendi yapısı içinde de yeniden üreten, başta dil olmak üzere her türlü temsil aracının yol açtığı sorunlara içerik düzeyinde dikkat çekmekle kalmayıp bunları bizatihi kendi cümleleriyle de örnekleyen çarpıcı ve –ilginçtir– modernist üslubuna dikkat çekmiştir.

Ama yine de Adorno, Said, hatta Zizek gibi başka zor düşünürlerin gördüğü hüsnükabul ve her biri birtakım sorunlar içermesine rağmen Jameson çevirilerinin çoğunun –mesela bir Foucault'nun çevirilerine kıyasla– çok daha okunaklı sayılabilecek olması cevabın tam burada da olmadığını gösteriyor. Kaldı ki bütün bu düşünürleri Türkçeden çok İngilizceden, daha az olmakla birlikte Fransızca ve Almancadan takip eden ciddi bir kesim de var artık.Yukarı
(5). Bu bölümdeki biyografik malzemeyi esasen Michael Hardt ile Kathi Weeks'in birlikte hazırladıkları The Jameson Reader (Jameson Seçkisi; 2000) adlı kitap için yazdıkları Sunuş'tan alacağım.Yukarı
(6). Ünlü tarihçi Hayden White bu bölüme Frye'ın anıtsal çalışması Eleştirinin Anatomisi'nin Marksist bir versiyonunu oluşturma çabası olarak bakılabileceğini, tıpkı Marx'ın Hegel'e yaptığı gibi, Jameson'ın da Frye'ı ayakları üzerine doğrultmaya, onu "tarih"in sert toprağı içine dikmeye çalıştığını ileri sürer (White 1982: 3).Yukarı
(7). Ancak kitabın Sonuç bölümünde Marksist gelenek içinde de bu olumlu yorumbilgisi anlayışının bir dizi muadilinin varlığının gölgede kalmasına izin verilmemesi gerektiğini belirtir ve şu örnekleri verir: Ernst Bloch'un umut ilkesi ya da Ütopyacı ideali, Mihail Bahtin'in burjuva anlatısının tekboyutlu metninden kopuş olarak, egemen bir kültürün hegemonik düzeninin karnavalvari bir biçimde bozulması olarak tasarladığı diyalojik kavramı; Frankfurt Okulu'nun en dolaysız biçimiyle estetik metinde bulunabilen mutluluk vaadi'nin devrimci gücü kavrayışı ve tatminin izi olarak güçlü bellek anlayışı (s. 285).Yukarı
(8). Aynı soruyu benim de Eagleton'un kendisine sorma şansım olmuştu bir söyleşide. Artık epey farklı baktığı anlaşılıyordu hem Jameson'a hem de bu soruya verilebilecek cevaba. Söyleşinin tam metni şurada bulunabilir: http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=271.Yukarı
(9). Bilindiği gibi, üç dönemde ele alır Mandel kapitalizmi: Marx'ın yaşadığı dönemdeki piyasa kapitalizmi ya da ulusal kapitalizm, emperyalist tekelci kapitalizm ve Gülnur Savran'ın ifadesiyle en belirgin özelliği "sermayenin emperyalizm evresinde olduğundan daha küresel bir nitelik kazanmış olması, dünya çapında girilmedik hiçbir kovuk bırakmamacasına yayılması" olan, "bütün kapitalizm-öncesi adacıkların kapitalizmin içine çekildiği", "gerçek anlamda evrenselleşmiş" (Savran 1999: 177) çokuluslu kapitalizm evresi. Gerçekçilik, modernizm ve postmodernizm de bu evrelere tekabül eden kültürel-estetik başatlardır denebilir Jameson'a göre. Ama bunları basit homolojiler olarak tasarlamamak gerekir. Savran bu yazıda Jameson'ı tam da bu nokta üzerinden eleştirir. "Kendi tahlilinde geç kapitalizm ile postmodernizm arasındaki ilişkinin bir homoloji biçiminde kurulmadığı kuşku götürür. Jameson, kapitalizmin yeni evresinin özelliklerini postmodernist kültürel biçimleri açıklayacak biçimde tahlil etmez. Bunun yerine, sanat ve kültür düzleminde kurguladığı bir postmodernizme geç kapitalizmi sonradan eklemler." (185-6). Ona göre "sorun aslında Jameson'ın dolayım anlayışındadır... toplumsal yaşamın çeşitli bölgeleri, ya da toplumsal bütünün çeşitli düzeyleri arasındaki ayrışmaya, kapitalizmin bu fetişizmine hapsolmuş gibidir Jameson. Ayrışmanın onun gözünde toplumun bütünlüğünden daha ağırlıklı bir gerçekliği var gibidir. Toplumsal bütünü nesnel olarak oluşturan gerçek dolayımları görememektedir: elinde yalnızca sonradan kurduğu zihinsel dolayımlar vardır" (186). O yüzden de Jameson'a çok sık yöneltilmiş olan eleştiriyi onaylar Savran: Jameson postmodernizmin yepyeni bir evre olduğunu yeterince gerekçelendiremiyordur, kapitalizmde hep varolan bir eğilimi mutlaklaştırıyordur.Yukarı
(10). Jameson'un postmodernizm analizinin ayrıntılarına burada girmeyeceğim, zira bu analizi geliştirdiği neredeyse bütün kitaplar ve Anderson'ın yukarıda bahsedilen kapsamlı tanıtım metni Türkçede mevcut. Sadece etkisi üzerinde duracağım.Yukarı
(11). Anderson bu tür doxa'ları Eagleton'ın Postmodernizmin Yanılsamaları kitabından hareketle şöyle özetler: "Herhangi bir insan doğası olduğu yolundaki fikirlerin reddi, tarihin gelişigüzel ve rastlantısal bir süreç olduğu anlayışı, sınıfın ırk ya da toplumsal cinsiyetle aynı düzeye indirgenmesi, bütünsellik ya da kimlikten vazgeçilmesi, belirlenimden bağımsız özne tasarımları." (Anderson 1998: 159). Eagleton'ın bu polemik kitabı Türkiyeli Marksistlerin postmodernizm anlayışını belirlemekte çok etkili olmuş, postmodernizm ideologlarının zaman zaman saçmalamaya varan kanaatleri analiz edilip reddedilince, kapitalizmin şu anki tarihsel momentine verilen kültürel bir cevap olduğu için günlük hayatta nesnel karşılıkları da olan bir fenomen olarak postmodernizm analizi gündemden düşmüştür. Eagleton'ın kendisi de bu ayrımı daha en baştan yapar halbuki, Anderson'ın da dikkat çektiği gibi.Yukarı
(12). Bu tür eserler tarihüstü bir değer atfedilen modernist kategorilerle değil de tarihselliğe özen gösteren başka kategorilerle değerlendirildiğinde ne tür estetik değerler içerebildiklerini gösterebilen çok az sayıda çalışma var Türkçede: Süha Oğuzertem'in "Modern Edebiyat ve Abdülhak Şinasi Hisar'ın Sözlü Yazı Serüveni" (Defter 18, 1992) ve Oğuz Cebeci'nin "Bir Satir Yazarı Olarak Gürpınar" (Radikal Kitap, 8 Şubat 2008) adlı yazıları, bu bâbtan anılması gereken, çok şey öğrenerek okuduğum iki yazı sözgelimi.

Modernizmle uzaktan yakından alakası olmadığı halde artan bir eleştirel ilgi konusu olan neredeyse tek modern-öncesi yazar Ahmet Mithat Efendi. Ama ilginçtir, o da eserlerinin postmodern anlatıların estetik özellikleriyle örtüşen unsurlarıyla dikkat konusu oluyor genellikle. Yani yine ciddi bir tarihselleştirme sorunu var.Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X