Amed Gökçen, "Vatandaşlık ve Etnik Çatışma", Agos, 7 Eylül 2007
Haldun Gülalp’in hazırladığı Vatandaşlık ve Etnik Çatışma son yüz yıl içerisinde birçok savaş, göç, katliam ve sürgünün temel sebeplerinden biri olan ulus-devlet yaratma çalışmalarını Türkiye, Almanya, İsrail, Yunanistan, Irak ve Lübnan siyasal tarihi üzerinden ele alıyor.
Ulus-devlet fikrinin bu altı ülkede ortaya çıkışını hazırlayan siyasal ve ekonomik nedenler dışında vatandaş olmanın koşullara bağlandığı, yerine getirilemez şartlarla desteklendiği ‘hiyleli’ anlayışı da karşılaştırmalı olarak Vatandaşlık ve Etnik Çatışma’da görebiliyoruz.
Peki kimdir vatandaş? Nasıl vatandaş olunur? Doğuştan vatandaş olma şansına(!) sahip olmanın koşulları nelerdir? Osmanlı’nın Balkanlarda kaybettiği topraklarda kurulan ulus-devletlerle birlikte ulusalcı fikrin Osmanlı topraklarında da hakim kültür/güçlü seçkinler tarafından desteklendiği söylenebilir. Bu amaçla da önce bizden olmayanlar, sonrasında da bizden olanlar asimile edilmeli, seçilmeli, kaynaştırılmalıydı. Ve en nihayetinde gerektiğinde sürgün ve göç gibi caydırıcı yöntemlere başvurulmalıydı. Ulus-devlet yaratma projelerinin en bilinen/belirgin özelliklerinden birisi göç ve iskan politikalarıdır.
Bir şekliyle ‘biz’den olmanın esas koşulu dini birliktelikti ve bu anlayış diğer milliyetçi ‘hassasiyetler’den de önde geliyordu. Kürtler, Türkçe konuşmayan Müslümanlar olmalarına rağmen ‘biz’den olma ihtimalleri, ‘asimile edilebilir’ olabilirlikleri yüksekti. Hatta yeri geldiğinde ‘mustakbel Türk’tüler. Öte yandan gayrimüslimler Türkçe konuşmalarına rağmen Türk olarak kabul edilmediler. İnançları sebebiyle yeterince ‘asimile edilemez’ olarak görüldüler. Belki de bu yüzden 1912 yılında Türkiye nüfusunun %20’sini Hıristiyanlar oluştururken, 15 yıl sonra, –1927’de– toplam nüfustaki payları, %2.64’e düşmüştü (s. 87).
Bu karmaşık süreç laik anlayış üzerinden dini/milliyetçi esaslarla bir ulus-devlet yaratma sürecinin bir sonucudur. Bu karmaşaya ülke, din ve etnisite kavramlarına farklı dönemlerde verilen anlam ve önem de eklenince ortaya epey karışık, iktidarın anlayabileceği bir vatandaşlık kavramı çıkıyor. Yunan ve Türk hükümetlerinin birbirinin ulus-devlet yaratma süreçlerini bilinçli/bilinçsiz şekilde beslediği de unutulmamalı.
Birbiriyle bağlantılı altı devletin ulus-devlet yaratma süreçlerindeki benzerlikleri/farklılıkları üzerine şekillenen, farklı vatandaşlık biçimlerinin tartışıldığı Vatandaşlık ve Etnik Çatışma’nın bir diğer önemli tartışma noktası ise Almanya ve İsrail uluslaşmasıdır. “Yahudilere karşı yürütülen soykırımdan, en azından kısmen, Alman ulusal kimliğinin dışlayıcı karakteri sorumludur. İsrail meşruiyetini, hatta belki de varoluşunu bu dehşet verici tarihe borçludur. Ne var ki İsrail de dışlayıcı bir dinsel kimliğe dayanmaktadır” (s. 22).
AB politikaları/genişleme süreci ve globalleşmeyle birlikte ulus-devlet yapısının değiştiği, dolayısıyla kendi iç yapısını, dayanaklarını değiştirmek ve güçlendirmek için yeni ve farklı ilkeler, sınırlar çizmek zorunda kaldığı Vatandaşlık ve Etnik Çatışma’nın önemli tartışma alanlarından biridir.
Haldun Gülalp (Milliyete Karşı Vatandaşlık ve Ulus-Devlet Aşılıyor mu?), Riva Kastoryano (Alman Birliğini Yeniden Tanımlamak: Milliyetten Vatandaşlığa), Effie Fokas (Yunanistan: Din, Ulus ve Avrupa Birliği’ne Üyelik), Soner Çağaptay (Türklüğe Geçiş: Modern Türkiye’de Göç ve Din), Alain Dieckhoff (İsrail’de Ulus: Demokrasi ile Etnisite Arasında), Maurus Reinkowski, Sofia Saadeh (Bölünmüş Bir Ulus: Lübnan’da Dini Paylaşım Sistemi) ve Sami Zubaida’nın (Irak’ta Sivil Toplumun Yükselişi ve Düşüşü) yazılarıyla ulus-devlet yaratma süreci, vatandaşlık ve demokrasi kavramı sorgulanıyor.