"İngilizce Basıma Önsöz", Nisan 2000, s. 11-15
Bu kitabın ilginç bir öyküsü var. Kitaba aslında sipariş üzerine, lise ve üniversite öğrencilerine yönelik bir dizinin parçası olarak başladım. Kitabı yazmayı, projenin ardındaki şahısla, bugün ismine layık çok az sayıdaki editörden biri olan Benoit Chantre ile aramdaki dostluk sayesinde kabul ettim. Kitabı 1993 yılında taşrada, Benoit Chantre'ın aralıksız telefonlarının teşvikiyle iki hafta içinde yazdım. Nitekim o sıralarda benimsediğim yaklaşım, kuralları dışarıdan belirlenen bir alıştırma yaklaşımıydı: Kelime sayısını sınırlı tutma zorunluluğu, uzman olmayan okurların anlayabileceği seviyede kalma gereği, güncel olaylara atıfta bulunma yükümlülüğü vs. vs.
Yine de asıl güçlük başka bir yerden, çelişkili haleti ruhiyemden kaynaklanıyordu. Bir yandan sahici bir öfkenin yönlendirmesi altındaydım. Dünya bir "etik" çılgınlığına boğazına kadar batmış haldeydi. Herkes siyaseti fikirsiz bir ilmihalin ikiyüzlülüğüyle karıştırmakla meşguldü. Ahlaki terörizm kılığına bürünmüş entelektüel karşı-devrim, Batı kapitalizminin rezaletlerini yeni evrensel model diye dayatıyordu. Sözde "insan hakları", yeni özgür düşünce biçimleri yaratmaya yönelik girişimleri her alanda yok etmeye hizmet ediyordu. Sonuç olarak, kitabım bir tür risale olup çıktı. Editörüm ve dostum Chantre birkaç kere dilimi yumuşatmamı istemek zorunda kaldı. Gelgelelim, kitabın gündeme getirdiği bazı sorunlar incelikli ve yaratıcı bir düşünce disiplinini gerektiriyordu. Beş yıl önce, L'Être et l'événement (Varlık ve Olay, 1988) adlı kitabımda ortaya koyduğum hakikatler ontolojisinin bütün pratik sonuçlarını –bu arada, etik sonuçlarını da– henüz çıkarmış değildim, o yüzden bu kitapta geliştirilen birçok nokta, benim için bile, yeni ve belirsizdi.
Böylece risale yazarının basitleştirici eğilimleri ile kavramsal yeniliğin zorunlu katılığı arasında kaldım. Çözüm –tabii eğer bir çözümse– ideolojik öfkeyi felsefi inşa sürecine yavaş yavaş yedirmekti. Kitap, bu haliyle, insan hakları ideolojisine karşı siyasi bir saldırı ve 1960'ların anti-hümanizminin bir savunusu olarak başlıyor. Bir hakikatler etiği taslağıyla da bitiyor; bu taslakta (sahip olduğu "haklar" kolayca saptanamayan) insan denen hayvanı, öznenin kendisinden, bir hakikat-usulünün kısmi parçası olarak ve bir olayın ölümsüz yaratımı olarak kavranan özneden ayırıyorum.
İşin en şaşırtıcı yanı, ideolojik bir akıma (ahlakçılık, genelleştirilmiş bir kurbanlaştırma konusunda o sıralarda bir mutabakat vardı) karşı verilen kavga ile kavramsal şematikleştirmenin bu biraz tuhaf bileşiminin, özellikle de liselerde dikkate değer bir başarı kazanması oldu. Etik, şu ana kadar Manifeste pour la philosophie (Felsefe Manifestosu) ile birlikte, en çok satan kitabım. Kimi zaman olduğu gibi, birçok insan söylemenin kolay olmadığı şeyleri açık yüreklilikle söyleme riskine girdiğim için bana minnet duydular. Aynı insanlar –ve belki başkaları da– dikkatleri üzerime çekmek için değil sadece sahici bir felsefi girişimin bakış açısından kalkarak, sahiden acil nedenlerle bu riske girdiğimi de biliyorlar. Yeri gelmişken söyleyeyim, aslına bakarsanız, ben dikkatleri üzerime çekmekten hoşlanamayacak kadar utangaç biriyimdir.
Bugün neredeyse yedi yıl önce çıkmış bu kitaba iki farklı açıdan bakabiliyorum: İdeolojik polemik açısından ve teorik inşa açısından.
Birinci açıdan, pişman olduğum bir şey yok. O zamandan beri Batılı bombacıların Sırbistan'a müdahalesine, Irak üzerindeki katlanılmaz ablukaya, Küba'ya karşı tehditlerin devam etmesine tahammül etmek zorunda kaldık. Bütün bunlar hâlâ inanılmaz bir ahlakçı vaaz tufanıyla meşrulaştırılıyor. Uluslararası Adalet Divanı, silahlı muhafızlığını NATO'nun (yani Amerika Birleşik Devletleri'nin) yaptığı Yeni Dünya Düzeni'ne karşı çıkmaya kalkışan herkesi, her yerde, "insan hakları" adına tutuklayıp yargılamaya hazır. Bugün, "demokratik" totalitarizmimiz daha da sağlam bir biçimde yerleşiklik kazanmış durumda. Bu kölece düşünme tarzına karşı, uğruna dünyanın egemen halini ve mutlak adaletsizliğini kabul etmeye mecbur edildiğimiz bu sefil ahlakçılığa karşı, özgür düşünebilen herkesin ayaklanması bugün her zamankinden daha çok gereklidir. Belki mutabakatın yavaş yavaş zayıflamakta olduğunu söyleyebiliriz. Sırbistan'a yapılan müdahale en azından bir tartışmaya yol açtı ki Bosna ya da Irak'la ilgili olarak böyle bir tartışma yapılmamıştı. Amerikan emperyalizmi ve Avrupa'nın ona kul köle oluşu birkaç yıl öncesine kıyasla artık daha sık kınanıyor. Otoriter sosyalizmin çöküşüyle rahatlamış olan düşman, her yere hâkim durumda elbette. Ama hem özgürleştirici siyasi düşünce için hem de ona tekabül eden fiili pratik güçler için uzun bir yeniden oluşum dönemine girmekte olduğumuz da doğrudur. Bu yeniden oluşumu tamamlayan parolalar olarak, bugün için iki temel buyruğu ilan etme konumundayız: NATO'nun dağıtılması ve Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi'nin lağvedilmesi.
Teorik inşaya gelince, bu küçük kitabın fikirleri, doğru bir yöne meyletseler de, bir taslaktan öte bir şey değildirler. Şu anda bu fikirleri, en azından şu dört noktayı göz önünde bulundurarak geliştirme ve bazen de değiştirme süreci içindeyim.
1. Genelde etik diye bir şey olamayacağını, sadece tekil hakikatlerin etiği, dolayısıyla tikel bir duruma özgü bir etiğin olabileceğini savunduğum için durum kavramı özellikle önemlidir. Artık bir durumun sadece bir çokluk olarak (yani, bir küme olarak) kavranamayacağını kabul ediyorum. Ayakta tuttuğu ilişkiler ağını da hesaba katmamız gerekir ki bu bir çokluğun durum içinde nasıl ortaya çıktığını anlamayı da gerektirir. Demek ki bir durum hem (Varlık ve Olay'ın savıyla uyumlu bir biçimde) varlığı içinde, saf bir çokluk olarak, hem de görünüşü içinde, aşkın bir yasamanın sonucu olarak kavranmalıdır. Bütün bu konular, Varlık ve Olay'ın devamı olarak tasarladığım "Logiques du monde" (Dünyanın Mantıkları) başlıklı, yakında çıkacak olan kitabımda geliştirilecektir.
2. Bugün, bir olayın etkilediği durum içinde bıraktığı tek izin söz konusu olaya verilen ad olduğunu artık savunamam. Bu fikir, esasında, bir değil iki olay olmasını (olay-olay ve olay-adlandırma) ve keza bir değil iki özne olmasını (olayı adlandıran özne ve bu adlandırmaya sadık kalan özne) gerektiriyordu. Bu yüzden artık, olay ile olayın kendisi ortadan kaybolduktan sonra da olduğu gibi kalacak olan bir önerme arasına mesafe koymak anlamında, bir olayın içerimleyici olduğunu savunuyorum. Sözünü ettiğim önerme daha önce karara bağlanmamış durumda, yani belirsiz bir değerdedir. Olay, onun değerini gerçekleşirken belirler (olay önermenin doğruluğunu belirler ve bunu yaparken de durumun bütün mantığını –bütün aşkın rejimini– değiştirir). Başka bir deyişle, burada da ontolojik olay teorisinin mantıksal bir teori ile tamamlanması gerekir. 1996-97 ve 1997-98 yıllarında verdiğim seminerlerde ayrıntılı olarak geliştirdiğim bu noktalar "Dünyanın Mantıkları"nda yeniden işlenecektir.
3. Özne, münhasıran olaya sadık kalan özne olarak tasarlanamaz. Özellikle bu noktanın önemli etik içerimleri vardır. Zira daha önce gerici yeniliklerin ortaya çıkışını açıklayamıyordum. Bütün teorim yeniyi hakikat-usulleriyle sınırlıyordu. Ama son tahlilde, gericiliğin ve hatta ölüm güçlerinin bile bir olayın yaratıcı gücüne sahip olabilecekleri açıktır. Nazizmin komünizme, daha doğrusu Ekim 1917 Devrimi'ne atıfta bulunmadan açıklanamayacak bir şey olduğunu zaten vurgulamıştım. Buradan yola çıkarak olayın açtığı öznel alanda sadece ilerici ve hakikatli/doğru sadakat figürünün değil, olumsuz olmakla birlikte her yönüyle en az onun kadar yenilikçi başka figürlerin de –mesela gerici figürün, ya da "karanlık özne" adını verdiğim figürün– yerlerini aldığını kabul etmek zorunda kaldım.
4. Son olarak, bir hakikatin yörüngesi, sadece durumun çoklu tutarlılığına ya da "bilgiler ansiklopedisi"ne bağlanamaz. Mantıksal dönüşümlerle nasıl başa çıktığını anlamamız gerekir. Bu da bizi hakikatlerin nasıl ortaya çıktıkları sorununa geri götürür ki ben şimdiye kadar sadece hakikatlerin varlığını (yani türsel çokluklar olmalarını) ele almıştım.
Anlayacağınız üzere, bu kitabın teorik zemini bir şekilde evrim geçirmiş durumda. Ama kitap bence temel noktalarda hâlâ sağlamdır ve çağdaş felsefede nelerin tartışma konusu olduğunu yeniden tanımlayacağını umduğum geniş kapsamlı bir girişime uygun, canlı bir giriş sunmaktadır hâlâ.
Bu önsözü, hem entelektüel ve siyasi bağlılıkları için Verso' ya, hem de gerçek bir dost olan ve teorilerimle sık sık fikir ayrılığına düştüğü için dostluğunun değeri gözümde daha da artan Peter Hallward'a teşekkür etmeden bitirmek olmazdı.