Tuncay Birkan, “Çevirenin Önsözü”, s. 7-10
Alain Badiou ilk kitabını 1972'de yayımlamasına rağmen yakın zamanlara kadar Fransa dışında pek tanınmış bir düşünür sayılmazdı. Lévinas, Lacan, Derrida, Foucault, Deleuze, Baudrillard, Kristeva, Lyotard, Irigaray gibi "star" düşünürlerin eserleri başta İngilizce olmak üzere peş peşe çeşitli dünya dillerine çevrilir, her birinin etrafında devasa bir "yorum sanayii" oluşurken, Badiou' nün temel eseri sayılan 1988 tarihli Varlık ve Olay İngilizcede ancak geçtiğimiz yıl yayımlandı. Daha önce çevrilmiş olan, Deleuze hakkındaki kitabı ve Etik de Anglosakson ülkelerinde sırasıyla 2000 ve 2001 gibi çok yakın tarihlerde yayımlanmıştı. Özellikle Etik kitabının gördüğü ilgi ve bir başka "star" düşünür Zizek'in kitaplarında sık sık Badiou'ye göndermeler yapması sayesinde (zaten Etik de editörlüğünü Zizek'in yaptığı bir dizi içinde yayımlandı İngiltere'de) önümüzdeki yıllarda sayısı 20'ye yakın kitaplarının birer birer İngilizceye çevrileceğini tahmin etmek için kâhin olmak gerekmiyor.
Bu tahmini yaparken yukarıdaki arızi etkenlerin yanı sıra, Almancadaki zeitgeist teriminin düz çevirisiyle "zamanın ruhu"nda yavaş yavaş yaşanmakta olduğunu düşündüğüm büyük değişimin de Badiou gibi düşünürlere yönelik ilgiyi artıracağını hesaba katıyorum. Böyle kısacık bir sunuş yazısında enine boyuna anlatılması imkânsız olan bu değişimi kabaca "otuz-kırk yıldır Batı düşüncesine ve kültür pratiğine hâkim olan postmodernizmin yerini başka bir şeye bırakması" diye özetleyebilirim. Şimdilik ve daha birkaç zaman adını koymaktan aciz olduğumuz ve olacağımız için bu şeye kabaca "post-postmodernizm" denebilir belki ironik bir biçimde. Başka kaynakların yanı sıra postmodernist düşünürlerin son zamanlarda gittikçe daha fazla mesai harcadıkları etik kaygılardan da (Lévinas son on-on beş yılda yeniden keşfedilmedi mi? Foucault'dan Derrida'ya, Habermas'tan Bauman'a, Agamben'den Zizek'e etiği sorun edinmeyen büyük bir düşünür var mı son zamanlarda?) filiz vermiş olan bu düşünce ikliminin en belirgin özelliğinin "Büyük Sorulara Dönüş" olduğunu düşünüyorum ben şahsen. "Hayat nedir, İnsan nedir, Canlılık ve Ölüm nedir, Bilinç sahibi olmak ne demektir? Nereden geldik, nereye gidiyoruz ve niye durmadan hep bu soruları soruyoruz?" gibi, geleneksel olarak dinlerin sahiplendiği ve cevap tekelini uzun bir süre elinde tuttuğu sorular bunlar.
Ekolojik bir felaketle yok olmanın eşiğine gelmiş, Zizek'in deyimiyle "dünyanın sonunun geldiğini rahatça düşünebildiği halde kapitalizmin sona erebileceğini düşünemez olmuş", kendi yarattığı Kültür Oyunu'nun ve "Dil Hapishanesi"nin içinde kısılıp kaldığı için kafayı Gerçek-Sanal ayrımıyla bozmuş (Matrix histerisini düşünelim), İslam gibi semavi dinlerde ya da Taoculuk ve Budizm gibi kadim Doğu dinlerinin "light", Batı'ya uyarlanmış versiyonlarında ümitsizce "huzur" arayan bir insanlık tablosu karşısında düşüncenin bu sorularla yeni baştan hesaplaşmaya yönelmesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu: Bir yandan Dawkins, Dennett, Scruton, Crick gibi bilim adamları son dönemlerde Evren'in, Hayat'ın ve bütün bunların içinde Bilinç sahibi bir varlık olarak İnsan'ın yerinin ne olduğu gibi büyük metafizik sorulara, bilimden beslenen (kabaca şöyle diyebiliriz belki: Darwin'i ve kuantum fiziğini unutmayan) sağduyulu cevaplar geliştirmeye çalışıyorlar (Türkiye'de bu soruları gündeme ilk kez Saffet Murat Tura getirdi, hakkını verelim). Bir yandan da Zizek, Eagleton, Eric Santner gibi birçok "solcu" ve "materyalist" düşünür, inanç meselesiyle, Trajedi'yle, İnsan olmakla, Ölüm'le, özetle Din'le pozitivizme sapmadan hesaplaşmaya çalışıyorlar.
İşte Badiou'nün Etik gibi, Aziz Paulus ve Evrenselciliğin Temeli kitabı gibi felsefi çalışmaları da bu ikinci grubun en heyecan verici ürünleri arasında sayılabilir. (Aslında ciddi oranda matematiksel düşünceyle analojiler yaptığı için birinci gruba da kıyısından dahil edilebilir).
Badiou Etik'te, etiğin son yıllarda postmodern kültür ortamı içinde iyice öne çıktığına dikkat çekip hâkim postmodern etik anlayışının bütün o Öteki'ne/farklılığa saygı retoriğiyle sahici bir Etik'in geliştirilmesini nasıl engellediğini, mevcut neoliberal iktidar yapılarıyla nasıl bir suçortaklığı içine girdiğini gözler önüne seriyor. Düşüncenin farklılığa karşı kayıtsız olduğu, farkın zaten varolan bir şey olduğu, önemli olanın herkes için Aynı olan, yani evrensel hakikat olduğu gibi mevcut postmodern felsefi mutabakata kökten aykırı, skandal mahiyetinde şeyler söylüyor. Aciz, yaralanmaya açık, kurban olarak İnsan tasavvuruna karşı çıkıyor. Bu tasavvurun bu kurban-insanı maruz kalabileceği Kötülük'lere karşı korumaya dayalı bir insan hakları perspektifini beslediğini, halbuki ortaya bir İyi koymadan Kötü'nün apaçık bir şeymiş gibi görülemeyeceğini iddia ediyor. Bu İyi anlayışını da olay, hakikat, sadakat, çokluk, durum, küme gibi (felsefe, din ve matematik geleneğinden miras almakla birlikte yepyeni içerikler kazandırdığı) kavramlar etrafında örüyor. Yani, son dönemlerin en özgün, en militan, en siyasi felsefe eserlerinden birine imzasını atıyor. Ben kendi hesabıma uzun zamandır düşünceyi bu denli uyaran bir kitap okumamıştım. Hakikatin üretildiği dört alanı sayarken bilim, sanat ve siyasetin yanına aşkı da ekleyen bir düşünürle karşılaşmak beni heyecanlandırdı.
Umarım bu hacmi küçük ama son derece çetrefil kitabı Türkçeye hakkını vererek kazandırabilmişimdir. Ve yine umarım bu kitap, kışkırtıcı ve heyecan verici polemikçiliğiyle, Türkiye düşünce ortamında son dönemlerde etikle ilgili epeyce çeviri eser yayımlanmasına rağmen değişmemiş olan telif çalışma kıtlığının aşılmasına katkıda bulunur. Yukarıda çok hızlı özetlediğim sorular sadece Batılıların sorunu değil, aksine Doğu-Batı gibi karşıtlıkların kofluğunu hemen gösteriveren, belki tarihte ilk defa sahiden ortak bir "insanlık" ufku içinde düşünüp eylemeye imkân verebilecek sorular. Neden biz de Türkçede bu maceraya özgün ürünlerle katkıda bulunmayalım ki?
Kitap yazarının da onayıyla İngilizceden çevrildi. Özgün Fransızca metinde olmayan katkılarla zenginleştirilmiş olduğu için özellikle bu yola başvuruldu. Kitabı İngilizceye çeviren Peter Hallward'ın Badiou'yle yaptığı ve yazarın ilgi alanlarının çeşitliliğini ve siyasi militanlığını gayet iyi yansıtan söyleşinin ve yine Hallward'ın Badiou'nün düşüncesini Derrida, Lévinas, Irigaray ve Spivak gibi son dönemin en öne çıkan filozoflarının fikirleriyle karşılaştırarak enine boyuna serimlediği sonsözün ülkemizde hiç tanınmayan bu özgün düşünürü kavramaya yardımcı olacağını düşündük.
Terimleri çevirirken tutarlılık kadar Türkçeye uygunluk kaygısı da gözettim. Hatta bazen bu kaygı daha öne geçtiği için sözgelimi "singular" terimini yerine göre "tekil, müstesna, münferit" diye karşılamaktan çekinmedim. Bazı yerlerde iki-anlamlı kelimelerin iki anlamını birden gösterebilmek için aralarına eğik çizgi koyarak ikisini de kullanmam gerekti: Yasa/Şeriat, Öteki/Başka, eleman/unsur, kimlik/özdeşlik gibi. "Çok" anlamına gelen "multiple" kelimesini Türkçede eğilip bükülmeye daha elverişli olduğu için "çokluk" diye çevirmeyi tercih ettim.