Giriş, s. 7-19
19 Ağustos 1991'de Mihail Gorbaçov'a ve onun Sovyetler Birliği'nde yaptığı reformlara karşı muhafazakâr bir darbe patlak verdiğinde, müslüman Sovyet cumhuriyetleri yöneticilerinin çoğu darbecilere onay vermişti. Darbeden birkaç gün sonra aynı yöneticiler ülkelerinin bağımsızlığını ilan ettiler; bağımsızlık ilanını izleyen üç ay içinde bu karar resmileşti. Bir anda yeni bayraklar, vatana, bağımsızlığa ve ulusa övgüler düzen yeni sloganlar çıkıverdi ortaya. Milli marşın bestelenmesi ve devlet armasının hazırlanması için yarışmalar düzenlendi. Komünist partiler devlet başkanlarının partilerine dönüştü. Rusça'dan başka dil bilinmediği için çat pat konuşuluyor olsa da, ulusal diller resmi yazışma dili oldu. 1991 yılında hepsi Sovyet nomenklatura'sından(*) gelen ve birkaç ay öncesine kadar hâlâ Moskova'nın sloganlarını körü körüne tekrarlayan yöneticiler, birdenbire Rusya'ya karşı kuşkuyla yaklaşan, Batı'ya dönük, milliyetçi bir söylem tutturdular. 1996 yılında, Moskova'ya kafa tutan ve bakanlar kurulunda Azerice konuşamayan tek bakanı kınayan o yetmişlik Haydar Aliyev bir zamanki halinden, eski KGB subayından, Politbüro üyesinden, Sovyet Azerbaycanı'nı on yedi yıl yöneten kişiden o kadar farklı ki!
Bu dönüş nasıl açıklanabilir? Orta Asyalı yöneticiler, Türkmenistan devlet başkanının etrafındaki kişilik kültünün akla getirdiği gibi, Sovyet imparatorluğunun yıkılmasıyla ortada kalan ve yeni küçük Sovyet cumhuriyetleri kurma tasasına düşen iflah olmaz komünistler midir? Yoksa SSCB'nin yıkılması, eskilerden gelen aşiretçilik, etnik çekişmeler ve yeni hükümdarlarıyla birlikte Orta Asya'daki geleneksel toplumların sürekliliğini ortaya mı çıkarmıştır? Bu durumun yeniye referansla mı eskiye referansla mı açıklanacağı konusunda bir tereddüt vardır; kuşkusuz Batılı gözlemcinin şaşkınlığının iki farklı yüzüdür bu yaklaşımlar. Ama ne Sovyet öncesi geçmişe dönüşten, ne de bir Yeni-Sovyetizm'den söz edilebilir. Yeni uluslar ciddiye alınmalıdır.
Bağımsızlıklar aniden ve istenmeden ortaya çıkmıştır. Kayıp bir ulusun tarihsel hafızası ya da Ermenistan, Gürcistan veya Baltık ülkelerinde olduğu gibi bu ortamı hazırlayan bir milliyetçi hareket söz konusu değildir. Eski SSCB'nin müslüman cumhuriyetleri yalnızca sınırlarıyla değil hem isimleriyle, hem de içerdikleri varsayılan etnik toplulukların tanımı ve hatta dilleriyle, yeniden icat edilen geçmişleriyle birlikte 1924 tarihli bir yasadan doğmuşlardır. Bu yapaylık, birçok gözlemciyi, SSCB'nin yıkılmasının uluslar-üstü kimliklerin (Panislamizm, Pantürkizm, Panturanizm, hatta Bağımsız Devletler Topluluğu adı verilen Sovyetik yuvaya dönüş) geri gelmesine neden olacağı tahmininde bulunmaya itti. Ama buna karşın, Tacikistan dışında, bağımsızlıklarını kazanan bütün yeni ulusların atılımlarını hemen Sovyetçilik'ten miras kalan devlet yapısına dayandırdıkları açıktır. Şu veya bu cumhuriyet ve dilden başkasını bilmeyen, tanımayan; okulun, gazetelerin, televizyonun veya komşularının kendilerine kimlikleri hakkında öğrettikleri şeylerden kuşku duymayan vatandaşların taze ama ortak hafızalarında, bu yeni cumhuriyetlerin varlığı bir gerçekliği ifade etmektedir.
Bağımsızlıktan sonra, iktisadi sıkıntılara ve belli bir Sovyet sistemine duyulan özleme karşın hafızalardaki bu kökleşme güçlenmektedir; zaten özlenen o sistem de artık Rusya'dan gelen bir nimet gibi değil, Moskovalı ağabeylerinin bencilce ihanet ettiği bir miras gibi görülmektedir. Özbekistan bir Polonya değildir, ama bir Doğu Almanya veya Bosna da değildir. Bir ulus, yerleşik bir devlet vardır gerçi ortada. Ama bu devleti var etmek için hiçbir zaman savaşılmamıştır.
Peki, bir milliyetçilik tarafından taşınmayan bir ulus nasıl ortaya çıkar?
Sovyetler Birliği, istemeden, Orta Asya'da muazzam bir ulus imal etme aracı oldu. Milliyetler politikası her şeyden önce var olan milliyetçilikleri, özellikle Rus, Ukrayna, Gürcü, Tatar hatta Kazak milliyetçiliklerini kırmak için düşünülmüştü. Bu yolda, birbirleriyle çekişme halinde ve kuramsal olarak "büyükler" kadar hakka sahip birçok "küçük" halk imal edildi. Böylece var olmayan milliyetçilikler yaratıldı. Kuşkusuz burada amaçlanan şey bu yeni halkları kendi ayakları üzerinde durabilecek birer ulus-devlete dönüştürmek değildi; tam tersine amaç, diğerleriyle birlikte bu halkları da büyük Sovyet bütünü içinde eritme hedefi doğrultusunda, sadece görünüşte var olan bir yönetime indirgemekti.
SSCB'nin ideolojik hedefi halkları Rusdilli bir homo sovieticus (Sovyet insanı) içinde eritmek olsa da, yeni imparatorluğun kurulması sırasındaki stratejik öncelik, dil (Türkçe) veya din (İslam) üzerine kurulu büyük dilsel ve kültürel bütünleri kırmaktı. Bunu yapabilmek için, Stalin "milliyet" (natsionalnost) kavramını öne çıkardı: Her milli siyasal varlık, tüm tarihsel süreçler sırasında dile dayalı bir kimliği koruyabilmiş bir etnik cemaat olarak tanımlanan asli bir milliyete karşılık gelmeliydi. Bu halk, mensuplarının her türlü siyasal sözleşmesinden ve bilinçli seçiminden bağımsız olarak gelişen, canlı, doğal bir veri olarak sunulmaktaydı.
Sovyetler'in bu etnik halk anlayışındaki paradoks, geniş ölçüde yapaylık taşıyan çeşitli gruplaşmalara nesnel gerçeklik statüsü verilmesidir. Rus imparatorluğunun müslüman nüfusu arasında aceleyle gerçekleştirilen gruplaşmalardı bunlar. Oysa müslüman nüfus içinde modern anlamda hiçbir ulusun gelişmemiş olması bir yana, "milli" sözcüğü bile kendine ait bir devlet ve toprağı bulunmayan dini ve kültürel bir cemaati ifade ediyordu. Sovyet iktidarı, kendi toprağı ve kurumlarına sahip modern bir ulus-devlet oluşturan bir halkın gücünü ve canlılığını hesaba katmak yerine, 1924'te, sonradan her birine birer asli halk atfedilecek olan Sovyet cumhuriyetlerinin kurulmasını kanun hükmüne bağladı. Bu sanal halkın yüzyıllardan bu yana nasıl siyasi bir cisimleşme bekleyişi içinde olduğunu açıklamak ise antropologlara, dilbilimcilere ve tarihçilere bırakılmıştı. Bu büyük ulusal bölümlemenin esas amacı çok-kavimli bir imparatorluk bağlamında, farklı halkların artık "enternasyonalizm" diye adlandırılan bir Rus ekseni içinde bir araya getirilmesini sağlayacak bir yönetim tarzı bulmaktı; bir yandan da, hiç olmazsa kuramsal olarak, halkların haklarına ve çokdilliliğe saygı gösterilecekti. Demek ki, bu cumhuriyetlerin bir yandan devletin biçimsel belirtilerini geliştirirken, diğer yandan da kendi ayakları üzerinde duramamaları gerekiyordu. Her şey buna göre ayarlanmıştı: biçimsiz sınırlar, iç topraklar, cumhuriyetin halkının her zaman azınlıkta olduğu başkentler (Taşkent, Duşanbe, Almatı, Bişkek), azınlıkların başka azınlıklarla iç içe girmesi (daha doğrusu azınlıktan çoğunluğa dönüştürülmesi ya da tam tersi), iktisadi açıdan merkeze bağımlılık, cumhuriyetler arasında doğrudan ilişkilerin olmayışı, vb.
Yine de, böylece seçilen ve gelişmelerinin nihai aşamasına, yani ulus olma aşamasına eriştikleri varsayılan halklara görünürde bir devletin çeşitli araçları verildi: bir siyasal aygıt (bir "cumhuriyet" komünist partisi), bir devlet yapısı (bakanlar kurulu, devlet başkanı), ulusal bir dil, bir üniversite ve bir bilimler akademisi. Böylece Sovyet sistemi, ulus-devletten bihaber olan bir bölgeye ulus-devlet modelini yerleştirmiş oldu. Müslüman cumhuriyetlere meşruiyetlerinin ve kendilerini tanımlamalarının unsurlarını sağlayan kavramsal (tarihsel, etnografik, dilbilimsel) araçları oluşturan da Sovyet sistemiydi. Bundan önce var olan bir milliyetçilik bulunmadığından, bu halkların varlığını kanıtlayan tek şey onlara aniden verilen bu ulusal biçimdi. Kuşkusuz pek çok kez yinelendiği gibi, Sovyetler'in asıl düşüncesi yalnızca bir biçimin söz konusu olduğuydu; gerek edebi gerek siyasi olarak içerik, Sovyetik bir içerik olmalıydı. Ancak, her şeye karşın, bu biçim kendi nesnesine hayat verdi.
Bir Sovyet cumhuriyeti gerçekmiş gibi görünen boş bir çerçevedir. Kurumlar ve yönetim aygıtı, toplumsal varlıklarını bu çerçeveye borçlu olan bir siyasal kadroyu, bir bürokrasiyi ve bir aydınlar sınıfını doğurmuştur. Toprak, ulusal simgeler, dil; ne kadar yüzeysel olursa olsun okullarda bir ulusal kültüre gönderme yapılması, milliyetçi olmayan, sadece ulusal nitelik taşıyan bir dünya görüşünün yerleşmesine neden olur. Burada milliyetçilik bir ideoloji değil, bir habitus'tur; içselleştirilmiş, ulusal çerçevenin işleyişini etkilemediği sürece özgün bir ideolojiyle, yani komünizmle güzelce uyuşan bir yaşam tarzıdır bu. Ancak Andropov (1983) ve Gorbaçov (1985) yozlaşmaya karşı mücadele ve "sosyalizm" adına bu ulusal kültüre ve yerel aygıtlara el attıklarında cumhuriyetlerin kadroları ve kamuoyu, kendilerini uzun Brejnev döneminde kurumsallaşan uzlaşmanın bir parçası olarak görmemeye başladılar: Bu uzlaşma herkesin kendisi için önemli olanı almasına dayanıyordu. Yani ordu ve ideoloji Moskova'ya; yerel iktidar, zenginleşme ve ulusal çerçeveye sıkı sıkıya yerleşme ise cumhuriyetlerin aparatçik'lerine, parti aygıtı görevlilerine bırakılmıştı.
Sovyet döneminin en önemli etkisi her insan grubunun sistemli bir şekilde toprak temelinde bölgeselleştirilmesi ve etnikleştirilmesiydi; bu da, o zamana kadar görülmemiş olan bölgeci ve etnik çatışmaların kızışmasına yol açmıştı: kolektivizasyon, bireyin bir kolektife (kolhoz) bağlanması, komünist partinin idari bölümlenme (köy, bölge, il sovyetleri; cumhuriyet komünist partisi) temelinde yapılanması. Buna paralel olarak kimlik tek anlamlı bir hale geldi: On yıllık nüfus sayımı ve ülke içi yolculuklarda kullanılan pasaportun "beşinci satır"ı, herkesin kendini devlet tarafından dayatılan listede yer alan tek bir "milliyete" (etnik gruba) dahil etmesini gerektiriyordu. Her şeyin belli bir toprağa, bölgeye dayandırılması ile kimliklerin sistemli bir biçimde etnikleştirilmesi bir arada yürütülüyordu. Böylece, etnik ulus-devletin temelleri, tümüyle siyasal bir kimlik, Sovyet devleti nezdindeki yurttaşlık aleyhine çıkıyordu ortaya. Bu Sovyet devleti de Ağustos 1991'de, alkol ve benzin buharları içinde yıkılıp gidecekti.
Benedict Anderson'ın sömürge dönemi Güney Amerika çözümlemesinden çıkan tezi, Orta Asya'da Sovyet sistemi çerçevesinde bir ulus-devlet modelinin kök salmasını açıklamak için uygundur.(1) Evvelce hiçbir ulus deneyimi olmayan bir bağlamda milliyetçiliği ortaya çıkaran şey, sömürgeci güç tarafından yerleştirilen idari, kültürel ve siyasal habitus'tur. Bunun yanında, dayatılan her ulus-devlet yapısı otomatik olarak bir ulus bilincinin ortaya çıkmasına neden olmaz. Keza, bir toplumsal dokunun, bir sivil toplumun doğması da böyle bir bilinci yaratmayabilir; bir sivil toplum, dayatılan bir devletten ne kadar uzak olursa olsun bu devlete karşı farklı bir ifade bağlamı oluşturamaz, oluşturmak amacı da gütmez zaten. Kısacası, ulusal bir habitus'un ortaya çıkması için sömürgeci gücün bir ulus-devlet yapısı kurması yeterli değildir; üstelik, Moskova'nın amacı da çeşitli ulus-devletler kurmak değildi.(2) Ama, Güney Amerika ve Orta Asya'daki gelişmelerin gösterdiği gibi, bu bazen mümkün olabilir. Demek ki, sömürge habitus'undan modern milliyetçiliğe geçiş ulus-devlet kadrolarının ilgili seçkinler ve toplumlar tarafından sahiplenilmesi sürecine dayanır. Jean-François Bayart'ın da altını çizdiği gibi, bu sahiplenme süreci soyut ve aslında Batılı bir evrenselci modelden değil, her toplumun kendine özgü tarihinden hareketle oluşur: "İthal devletin tarihselliği"(3) diye bir şey vardır. Bu kitapta incelemeye çalışacağımız şey işte bu sahiplenme sürecidir.
Sovyet Orta Asyası'nda, doğrudan ve şiddetli bir yıkma girişiminin nesnesi olmuş geleneksel bir toplum, ithal bir modeli nasıl sahiplenebilirdi? Üstelik bu ithal ulus-devlet modeli Orta Asya örneğinde çok daha geniş ve radikal bir toplum mühendisliği projesinin parçasıydı; bu proje ulus-devleti Sovyet kalıbı içine dökerek sistemle bütünleştirecek, dolayısıyla geçersiz kılacaktı.
Bir ulus-devletin oluşumunun çözümlenmesi, ancak bir toplumsal mekânın onu yıkmak için oluşturulmuş unsurlar etrafında yeniden yapılanmasını sağlayan eşzamanlı toplumsal süreçlerin incelenmesiyle mümkündür. Bu kitapta, toplumun üç eksen etrafında nasıl yeniden oluştuğunu göstermek istiyoruz: 1. Önceki dayanışma gruplarının (hısımlar, aşiretler, mahalleler, yani birbirine bağlı ailelerin topluca yaşadıkları mekânlar(**)) kolhozun topluluk sistemine tercüme edilmesi; 2. Siyasal faaliyetin bölgeciliğe dayanan bir hizipçilik etrafında yeniden oluşması; 3. Etnik kimliğin antropoloji ve Sovyet yönetim sistemi tarafından tanımlanan kıstaslar (dil ve aidiyetin tek anlamlılığı) etrafında içselleştirilmesi. Bu üç düzey genellikle iç içe geçer: Yerel dayanışma grupları arasındaki çatışmalar bölgeci bir dayanışmanın ortaya çıkmasını engellemez, bölgeci hizipçilik de bir milli aidiyet duygusuna engel olmaz.
Ancak, Tacikistan bu kimlikler hiyerarşisinin açık bir şekilde başarısızlığa uğradığı bir örnektir: Bölgeci hiziplerin etkinliklerinin şiddeti, tutarlı bir milli duygunun oluşmasını önlemiştir. İlginçtir, Tacik kimliği Sovyet dönemindeki yeniden oluşumdan önce bir evrensellik taşıyan tek örnektir: Bu evrensellik tüm Orta Asya uygarlığının temeli olan İslam-Fars kültürüdür. Sovyetler'in "cumhuriyetleştirme" modelinin başarısızlığı ancak geçmişi gizleme görevini başaramadığı yerlerde ortaya çıkmıştır: Ama bu geçmiş, siyasi seferberliğe dair kimliksel bir model sunamayan bir bağlamda işlemektedir; bu geçmişin sunabildiği tek şey, tamamen bölgeci bir mantık tarafından ele geçirilmesi gözle görülür bir hal alan İslamcılık'tır. "Sosyalist" ideolojiden sonra İslam kimliği de, grup bağlılığı mantığının tuzağına düşmüştür.
Geleneksel toplumun sürekliliğinden değil yeniden oluşmasından söz etmekteyiz. Tabandaki dayanışma grubu Sovyetleşme sırasında kendini idame ettirmeyi başardıysa da, seçkinler için durum farklıdır. Geleneksel eşraf yok edilmiştir (Basmacılar'a karşı savaş, Kulaklar'la mücadele, kolektivizasyon, 1937 tasfiyeleri). Ama gene de, günümüzde devlet ile kırsal cemaatler arasında köprü görevini sürdüren, statülerini (ve gelirlerini) böylesi bir işlevin sistemleştirilmesinden alan bir kırsal eşraf kategorisinin (kolhoz başkanları) sürekliliğini gözlemliyoruz. Sovyet sistemi tabandaki cemaatleri kolhozlar çerçevesinde genelleştirmiş ve sabitleştirmiştir: Onlara iktisadi ve idari bir gerçeklik vermiştir (çalışma müfrezeleri, kolhozlar, köy sovyetleri). Bir yandan geleneksel toplumla mücadele ederken, bu toplumun temel çekirdeğini, yani bireyle devlet arasındaki ilişkilere aracılık eden dayanışma gruplarını güçlendirmiştir. Demek oluyor ki, devlet neredeyse aynı eşraf türünü yeniden yaratmıştır; ama bu eşraf eski kabile reisi değil yeni kabilenin, yani kolhozun temsilcisidir.
Ama aynı zamanda, Sovyet sistemi, enerji dağıtımı ve mamul malların pazarlanması tekelini elinde tutan devleti bu eşrafın yegâne muhatabı haline getirmiştir. Yeni-geleneksel kolhoz sistemiyle devlet arasındaki eklemlenme, siyaset ve idare üzerinde tekel sahibi olan Komünist Parti aygıtı aracılığıyla gerçekleşmektedir. Devlet aygıtı özerk değildir (demek ki bir profesyonel yönetici sınıfının oluşması da söz konusu değildir): Parti, kırsal bölgelerde kolhoz eşrafı ve bölgesel seçkinlerin elindedir (çünkü, SSCB'nin Avrupa'daki bölgelerinin aksine, güneyde gerçek anlamda bir kadro rotasyonu da yoktur). Devletin mal mübadelesi üzerinde kendi lehine olacak şekilde tekel kurduğu ve mal darlığının hüküm sürdüğü bir sistemde, dayanışma grubu da zorunlu olarak siyaset oyununa sızma stratejisi uygulamakta, bu stratejinin sonucu olarak yeniden biçimlenmektedir. Devlet aygıtına, yani partiye bağlanmaya çalışmaktadır. Devlet ilkesi tartışılmamakta, aksine gruplar arası çatışmaların ufkunu oluşturmaktadır. Devlet modelinin kimi yerde (Özbekistan) güçlü, kimi yerde ise (Tacikistan) zayıf olan bu yerleşikleşmesi Sovyetizm'den kaynaklanır. Bu yerleşikleşmenin ardındaki neden sivil toplumda meydana çıkan boşluk değil, bu toplumun kendisinin yolundan saptırdığı bir araç (Komünist Parti) etrafında yeniden oluşmasıydı. Sonuçta bu parti bir anda, geride hiçbir iz bırakmadan ortadan kalkabilir; fakat devlet, en azından devlete yönelik talep varlığını sürdürecektir.
İktidar mücadeleleri tabandaki grupların bütünlüğünü güçlendirirken, bir yandan da zorunlu olarak aygıtın, iktidarın ve resmi ideolojinin mantığının kalıbından geçen, tek ufku devlet ve yeni ulus olan yeni bir siyasal seçkinler sınıfı doğurur. Bu seçkinler hayli tekdüze bir profesyonel eğitim (mühendislik) alırlar, partiye girerler, biçimsel bir Ruslaşmaya tabi tutulurlar, oyunun kurallarını (bir ideolojik koda bağlılık) kabul eder hatta içselleştirirler. Ama hedef SSCB düzeyinde faaliyet göstermek değildir, zaten bu düzey onlara kapalıdır (müslümanların, ordu ve diplomasideki alt mevkiler hariç, kendi cumhuriyetleri dışında kariyer yapma şansları hemen hemen hiç yoktur). Bu durumda kırsal bölgelerdeki küçük memurlar otomatik olarak, dayanışma grupları ile gerçekte çok uzakta yer alan, sübvansiyon ve enerji tahsisatı elde edebilmek için yalvarılması gereken bir devlet arasında aracı konumuna yerleşirler. Sovyet eşrafı han ve bey işlevlerini, aynı zamanda da doğal olarak onların toplumsal habitus'larını (gösterişli harcamalar, beslenen yandaşlar) üstlenir. Komünist Parti toplumsal yükselmenin mekânı olur, ama geleneksel bir klientelizm yapısına göre gerçekleşir bu yükselme.
Görünürdeki "yeniden gelenekselleştirme", devlet tarafından ortaya atılan bir toplumsal örgütlenme talebine uyumlanmadan başka bir şey değildir: Yeni duruma uyarlanan veya yeniden oluşturulan dayanışma grubu, bireyin sisteme giriş noktasıdır, devletle toplumun geri kalanı arasındaki ilişkinin aracısıdır ve "mallara", toplumsal korunmaya, idari bir varoluşa (pasaport, tatil, seyahat hakkı) ulaşmanın tek aracıdır. Bu sistemde devletin rolü tartışılmaz; o kilit taşıdır, dayanışma grupları arasındaki rekabetin hakemi veya ödülüdür. Yarışma alanı ulusal mekândır. Ama bu yarışma aynı zamanda bir tür dayanışma da getirir. Oyunun oynanabilmesi için bir ulusal mekân kesinlikle gereklidir.
Sovyetleştirmenin paradoksu, hem bölgeselci bir temel bağlamında siyasal hizipleşmenin berraklaşmasına (her iktidarın temeli olan bölgesel ve idari bölümlenmeden hareketle toprak ve iktidara ulaşmak için çatışmalar), hem de ulusal mekânın homojenleşmesine (idari bir statüye sahip olmayan azınlıkların asimilasyonu, dayanışma gruplarının kolhozların bölgesel ve toplumsal çerçevesi içinde standartlaştırılması, siyasal oyunun Komünist Parti çerçevesine yerleştirilmesi, kadroların standart bir biçimde yetiştirilmesi) neden olmasıdır. Hizipçilik geçmişin bir mirası olmaktan çok Sovyetleştirmenin bir sonucudur. Yeni düzen toplumsal yapı ve etnik sınıflandırma içinde, toprağa yerleşimde herkese yeni ve sabit bir yer tayin etmiş olsa da bu bütünün yönetimiyle pek ilgilenmemiştir. Sonuçta Sovyet sistemi bütüncü, totaliter olmaktan (devlet ile toplumsal alanı birbirine eşitlemekten) ziyade bütünselleştiriciydi (her şeyi kendi düzeni ve bağlamları içine yerleştiriyordu). Devletin kırsal alanlardaki fiziksel varlığı pek büyük değildi; partinin varlığının her yerde hazır ve nazır olduğu miti, hiçbir özerk alanın mevcut olmadığını düşündürüyordu. Halbuki parti kırsal bölgelerde geleneksel dayanışma grupları, KGB ve milisler tarafından tamamen ele geçirilmişti.
Demek ki yeni seçkinler Sovyet sisteminden hareketle bir ulusal çerçeveye bağlanmışlar ama bir kültür, hele bir milliyetçi ideoloji oluşturmaya çalışmamışlardı hiç. Habitus ile milli tahayyül arasındaki uyuşmazlık çarpıcıdır: Anderson'ın örneklerinde gün ışığına çıkarttığı zorunlu ilişki bu ikisi arasında söz konusu değildir. Özellikle de, eserleriyle ve araştırmalarıyla bu milli tahayyülü canlandırmaya çalışan bir milliyetçi entelektüeller kategorisine rastlanmaz. Tersine gerçek entelektüeller, Kırgız Cengiz Aytmatov veya klasik Fars kültürünü canlandırma tasasındaki Tacik şairler gibi evrenselcidir.
Milli habitus'un yerleştirilmesi, Orta Asya'da, öncelikle bir kültürsüzleştirme gerektirir. Bu habitus kendini bir ideoloji gibi değil, birçok bağlamda (giysi, mutfak, etik, ilişkiler, aile) işleyen bir kod gibi dayatır. Bu tür bir milli tavır almanın öncesinde (ve şimdiye kadar görüldüğü gibi, sonrasında) bilimsel ve incelikli bir entelektüel yapılanma olmaması dikkat çekicidir. Sovyet döneminde hizmet veren resmi "bilim insanları" (dilbilimciler, etnologlar, arkeologlar) veya edebiyatçılar (şairler ve romancılar) tarafından üretilen meşrulaştırma söylemlerini bir milli kültürün geliştirilmesi olarak kabul etmiyoruz. "Bilim insanları" başkaları, ideologlar ve siyasetçiler tarafından oluşturulan bir toplam üzerinde çalışan teknisyenlerdir. Bu yeni kimliklere yaşam vermek için yazılan bu toplamın zayıflığı ortadadır: Ne bir yaratı, ne de eski yaratıların açığa çıkartılması söz konusudur. Bunun nedeni basit: Sovyetler'in gözünde ulusal inşa, homo sovieticus'un yaratılmasına giden yolda bir aşamadan başka bir şey değildi, bu yüzden ulusal inşaya fazla gerçeklik verilmemesi gerekiyordu. "Biçimde ulusal, temelde sosyalist" düsturuna göre ulusal yaratının bir koda ve biçime tabi kılınması, sınırlandırılması da buradan kaynaklanır. Folklor (ulusal bale) müzikolojik araştırmaya (örneğin Macaristan'da Bartok tarafından yapılan araştırmalar) baskın çıkar, çeviri ulusal dilde edebi üretimin, etnografya da (kırsal âdetlerin incelenmesi) toplumbilimin üstündedir, vb. Uluslar Avrupası'nın milliyetçi ideologları ulusal dilde kütüphaneler doldururken, Sovyet dönemindeki milliyet imalatçıları vitrin süslemekle yetinmişlerdir.
Ancak Sovyetler'deki kod, biçim ve görüntünün, 19. yüzyıl Avrupası ve 20. yüzyıl Türkiyesi'nde milli bir kültür oluşturmaya çalışan milliyetçi ideologların çok daha zengin ve karmaşık çabalarınınkine eşit bir gerçeklik etkisi yaratması hayli çarpıcıdır. Bu kitabın pek çok yerinde, Sovyetler'dekinden birkaç yıl önce gerçekleşen Atatürk reformlarının Sovyet reformlarının birçoğuna oranla daha radikal olduklarına değineceğiz (sosyo-ekonomik alan hariç; ancak zaten bu alan tam da Sovyet sisteminin yeniden oluşturulmasının, yeniden gelenekselleştirilmesinin alanı olmuştur). Gerçekten de Atatürk'ün Stalin'e göre daha güçlü bir modernleştirici etkisi olmuştur: Günümüzde Orta Asya'nın toplumsal yapısı Türkiye'ninkinden daha gelenekseldir (düşük şehirleşme, yüksek doğum oranı, bölgesel aşiretçiliğin ağırlığı).
İdeolojik üretimin (hem Sovyet düzeninde hem de yeni milliyetçi üretimde) zayıflığı sabit bir veridir: Milliyetçiliğin her tür karmaşık hazırlanma sürecinin ötesinde, bir ideoloji değil bir habitus olarak da gayet güzel gelişebileceğini gösterir. Bu, müstakbel milliyetçi yöneticilerin neden son ana kadar merkezden gelen talimatlara uyan, söylemleri tekrarlayan, aynı telden çalan kusursuz aparatçikler olduklarını açıklar. Burada ne şizofreni ne de bütün ideolojik söylemlerin kof olduğuna dair bir tespit var. Mesele, Sovyet düzeninin kendi kendisi hakkında, kendi kendisi üzerine bir söylem geliştirmeden var olamamasıdır; oysa ulus düzeni böyle bir beyanattan çok praxis ile ilgilidir. İlgili dillendirme dışarısı için yapılır: "Biz bağımsızız, bakın bayrağımız bile var." Bağımsızlığını yeni kazanan cumhuriyetlerin, Afgan devletinin aksine, paraları, posta pulları, elçilikleri, vb. yoluyla dünya düzenine simgesel olarak damgalarını vurmakta pek acele etmediklerini gözlemlemek ilginçtir; bütün bu simgeler Orta Asya'da gecikmeli olarak ortaya çıkmıştır. Bu gecikme hatalı bir şekilde, tamamlanmamış bir bağımsızlık olarak yorumlanmıştır. Sovyet simgeselliği ve ikonografisinin (sokak isimleri, heykeller, gazete başlıkları, sloganlar, vb.) korunması da bu hissi güçlendirmiştir. Ama gerçekte bu, ulusal habitus'un sessizce, dile getirilmeksizin kurulmuş olmasından kaynaklanır. Bağımsızlık dönemindeki seçkinler şatafatlı sözlere ihtiyaç duymamışlardır. Zaten, Orta Asya cumhuriyetlerinde diğer yeni uluslarda sıklıkla görülen gündelik milliyetçilik mizansenleri (okullarda bayrağa selam durma ve ulusal marşın okunması, ulusal amblemin her yerde var olması) görülmez.
Demek ki Sovyet mirasının doktrinle bir ilgisi yoktur. Güneye damgasını vuran komünizm ya da sosyalizm değil, Sovyetizm'dir. Sovyetizm bir biçim, bir aygıt, iktidara ve toplumsalın örgütlenmesine dair bir tekniktir; referans verdiği ideoloji ile kendisi arasında, tıpkı bir film ile ses bandı arasında olduğu gibi, bir uyuşmazlık vardır. Söylemlerin, sloganların, el kitaplarının, dövizlerin, panoların, gazetelerin ideolojik bağlamı hem dopdolu hem de boştur. Mümkün olan tek dil budur, ancak yalnızca yerel lehçede dile getirilen, normalde söylenmeyen bazı etkili pratiklere boş bir alan bırakır: Siyasal açıdan uygun olan şeyler Rusça, etkili (ve duygusal) olan şeyler ise yerel dilde söylenir. İleride göreceğimiz gibi ulusal dil, Rusçalaştırma ve merkezin borazanlığının etkisiyle bozulmuşsa da Kemalist tarzda "yeniden üretilmemiştir" ve bu yüzden de daha geleneksel kalmıştır (siyasal bir "hata"yı nitelemek için Özbekçe ve Tacikçe'de "günah" sözcüğü kullanılır). İdeolojinin saptırıcı etkisi, üniversite alanında her tür entelektüel araştırmayı kilitleyip olanaksızlaştırmaktır; ama bu, yeni seçkinler için her türlü geleneksel pratiğin önünü açmıştır. Bu pratikler (tuy, yani abartılı harcamaların yapıldığı kutlamalar, klientelizm, topluluk içi evlenme), yalnızca Rusça ifade edilen ideolojik bir önermeden ayrı duran hakiki toplumsal ilişkilerin yapısını oluşturur.
Böylece sivil bir toplum Sovyet kurumlarına paralel olarak değil, onların çerçevesi içinde yeniden inşa olmuştur. Bu çerçeveden yalnızca toplumsal kuralları (cemaatçilik) değil, bir ulus olarak oluşmasının mantığını bile almıştır. İktidardaki seçkinler Sovyetler'in yaratma ve ulusları farklılaştırma mantığını diğer cumhuriyetlere karşı sonuna kadar uygulamışlardır.
Bağımsız devletler kendilerine bir hakikilik sağlayabilmek için gerçekten de Sovyet yöntemlerini kullanmışlardır (dil ve alfabe reformu, tarihin yeniden yazılması). Böylece, doğmalarına neden olan stratejik kısıtlamaları onlar da uygulamışlardır: "Pan...izm" (Pantürkizm, Panislamizm) bloklarının reddi. Güçlü, kişiselleşmiş ve yekpare bir bütün olmak isteyen devlet modelini tekrar hayata geçirmişlerdir; bu yekparelik, demokrasi tarafından değil bölgeci hizipçilik veya etnik farklılık tarafından sorgulanmaktadır.
Sovyetler'in gerçekleştirdiği sahte yeniliklerin pek çoğu daha Çarlık döneminde uygulamaya konmuştu: "ulusal" diye nitelenen dillerin teşviki yoluyla etnikleştirme siyaseti, müslüman ulemanın bürokrasiye entegre edilmesi, ortak bir ideoloji (ortodoksluk, Sovyetizm) aracılığıyla müslümanları Rus idari sistemine entegre etme siyaseti, böylece asimilasyona gerek duyulmadan entegrasyonun sağlanması, vb. Bu durumun farkına varılırsa, çok değişik ideolojik göndergeler üzerinden işleyen ulus imal etme modelinin esnekliği daha da açık bir hale gelir.
Haçlı seferleri ve asimilasyon arasında gidip gelen Batılı modellerden farklı olarak, 1917'deki kopuşun ardında Rusya ve müslüman teba arasındaki ilişki sürekliliği vardır. Rusya'nın dramı, ulus-devlet imali makinesinin kendi kendisi için işlememesidir. Rusya bir imparatorluk olmaya mahkûmdur; bu imparatorluk giderek küçülmekte, hem siyasal hem de kimliksel bir krizi açığa vuran Çeçen dramını yıllardır peşi sıra sürüklemektedir. Ama başka bir mekânda, gerginliklere ve çatışmalara rağmen, uluslar yerleşip kökleşmektedir.
Bu kitap, ulusların imal edilmesi, geleneksel dayanışma gruplarının yeniden oluşturulması ve Sovyetik kadrolardan yeni milliyetçi seçkinlerin türemesi sürecini açığa çıkarmaya çalışıyor. Dolayısıyla tarihsel bir perspektiften bakmak gerek. Bu perspektif, Fransızca yazılan eserler arasında Alexandre Bennigsen ve Hélène Carrère d'Encausse'un yapıtlarına çok şey borçlu. İngiliz dilinde ise, "Bennigsen ekolü" özellikle Chicago'da iki kuşak araştırmacı yetiştirdi. Bu araştırmacılar, kimi zaman ustanın yazdıklarıyla kendi yazdıkları arasına mesafe koysalar da, çok parlak monografiler ürettiler; kitabın birinci bölümü bu yapıtlara çok şey borçludur. Güncel olaylar hakkındaki perspektifim ise, 1990-94 arasında, özellikle Özbekistan ve Tacikistan'da yaptığım saha araştırmalarına dayanıyor. Özbekistan ve Tacikistan bu kitabın güçlü noktaları; diğer cumhuriyetlerde daha az bulundum. Bakış açım güney kaynaklı: Tacikistan'a bir afgantsi (Rusça'da Afganistan gazilerine böyle deniyor) gözüyle bakıyorum. Sovyetologlar'ın at gözlüğüyle görmüyorum olayları; zaten Sovyetolog da değilim.
Transkripsiyon ise keyfi olmak durumunda. Gazetelerde görebileceğimiz özel isimler Fransızca'da oldukları gibi yazılmıştır, diğerleri (italik olarak yazılanlar ise) müphem uluslararası transkripsiyona belli ölçülerde uymaktadır. İlgilendiğimiz bölge için birleşik bir transkripsiyon sistemi uygulamak olanaksızdır, çünkü hem diller farklıdır (lehçelerden hiç söz etmiyoruz), hem de alfabeler. Böylece tüm müslüman dünyasında çok sıradan ve klasik bir Arapça sözcük olan ve camide okunan vaaz anlamına gelen hutba (vurgu tı üzerindedir), İran'da vurgulama olmaksızın hutbe diye, Afganistan'da hotba diye, İstanbul Türkçesi'nde hutbe diye, Özbekçe'de hutba diye (yeni Latin alfabesiyle artık xutba diye yazılmaktadır), vb. okunur. Aynı sözcük ve aynı kavram söz konusu olduğu için başka bir ülkeye geçildiğinde transkripsiyonu değiştirmek saçma olacaktır, üstelik söz konusu kavram sınır ötesi bir nitelik taşırken. Klasik Arapça transkripsiyonu benimsemek de ukalaca ve ırkçı olacaktır; üstelik Türk ve Fars kökenli sözcüklere de uymayacaktır bu.
Bazı terimler artık Fransızca'da sıradan sözcükler olmuştur (ouléma [ulema], turkmène [Türkmen]), ama hangisinin Fransızca'ya yerleştiğini hangisinin ise transkripsiyon düzeyinde olduğunu belirlemek hemen hemen olanaksızdır; üstelik sözcüklere bu tür bir yakınlık ya da uzaklık tamamen özneldir: Nasıl yazılırsa yazılsınlar, moudjahidine veya mujâhidin (mücahit), pachtounes veya pashtun (Peştu) sözcükleri, bölgeye yakın kişiler (sadece bilim insanları değil, gazeteciler ve insani yardım kuruluşu görevlileri) için tanıdık olabilir ama başkalarına göre teknik terimlerdir.
Bu nedenle aşırı bilimsel bir transkripsiyon kullanmamak gerekiyor, çünkü bir transkripsiyon ne kadar bilimselse o kadar yalıtıcı ve parçalayıcıdır; Stalin'in uluslara yönelik uygulamasında olduğu gibi. Dolayısıyla esas unsuru, hem homojen hem de farklı olan kültürel alan kavramını ortadan kaldırır. Bu nedenle, yaptığımız transkripsiyonda özel isimleri ve kavramları tanıyabilir olmayı yeterli gördük.(4)
Notlar
(*) Sovyet sisteminde devletin ve partinin idari yapısına ve bu yapı içerisindeki kişilerin oluşturduğu zümreye verilen ad. (ç.n.) Yukarı
(1) Anderson, Imagined Communities (Hayali Cemaatler). Yukarı
(2) Badie, L'État importé. Yukarı
(3) Bayart, L'Historicité de l'État importé. Yukarı
(**) "Mahalle" sözcüğü, kitabın bundan sonraki sayfalarında, Türkçe'deki anlamıyla değil burada açıklanan anlamıyla kullanılmaktadır. (ç.n.) Yukarı
(4) Bu kuralı doğrulayan bir istisna var: Bu kitapta bir Özbek Muhitdinov, bir de Tacik Muhiddinov görülecektir. Dil özelliklerine verdiğimiz bu ödün, bölgede çok sık görülen bu tür eşsesli sözcükleri ayırt etmeye yarayacaktır. Yukarı