| ISBN13 978-605-316-105-9 | 13,5x21,5 cm, 552 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Nesrin Tura, “Anarşistlerin Kraliçesi Kızıl Emma”, Pazartesi, Ağustos 1997 Pazartesi'nin 17. Sayısında (Ağustos 1996), Hayatımı Yaşarken'in Metis'ten Beril Eyüboğlu'nun çevirisiyle çıkan ilk cildini tanıtırken, Goldman'ın yaşamı, mücadelesi ve kişiliğinin yanı sıra feminizmine de değinmiştim. Anarşist feminizmin öncülerinden sayılan Emma Goldman'ın feminizminin ne yaşantısında ne de teorisinde sorunsuz olmadığını, kadınların ezilmişliğinden, erkeklerden çok, isyan etmedikleri için kadınları sorumlu tuttuğundan, kadınlarla girdiği üstü örtülü rekabet ilişkilerinden, kısacası Emma'nın feminizminin kadın dayanışması damarının oldukça zayıf olduğundan söz etmiştim; erkekler dünyasında sivrilmiş bir kadın olarak ödediği bedellerden de. Bunlarla yaşamının ilerki bölümlerinde yüzleşip yüzleşmediğini merak etmiştim. İkinci cilt merakımı giderdi: Emma'nın feminizminde, her türlü çalkantıya rağmen bir gelişme değil, bir gerileme var gibi geldi bana. Bu ikinci ciltte, Rusya'ya geri dönüşünden önce ABD'de sürdürdüğü doğum kontrolü mücadelesi dışında bir feminist mücadele görülmüyor. Bunun elbette çok anlaşılır nedenleri var. İç savaşın acılarını ve bir geçiş toplumunun sancılarını yaşayan Rusya'da, çok önemli toplumsal çalkantıların içinde buluyor Emma kendisini. Ancak, Rusya izlenimleri arasında, kadınların özgül durumuna ilişkin hemen hiçbir şeyin yer almaması yine de garip. Sonuçta, Ekim devriminin çalkantısı içinde, kadın-erkek ilişkilerinde, aile yapısında müthiş altüst oluşların, kadınlar açısından son derece önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönem söz konusu. 17 Ekim 1918'de çıkan Aile Yasası ile eşler birbirine eşit kabul ediliyor, evlilik basit bir kayıt işlemine indirgeniyor, eşler kendi soyadlarını koruyabiliyorlar. Boşanma eğer eşlerin karşılıklı rızası söz konusuysa mahkeme kararı olmaksızın gerçekleşiyor. Evlilikte mal ayrılığı öngörülüyor. Evlilik dışı çocuklar diğerleriyle eşit haklara kavuşturuluyor. En önemli değişikliklerden biri ise, Emma'nın da ABD'de mücadelesini verdiği bir şeyin gerçekleşmesi, kürtajın serbest bırakılması. Bugün için bile oldukça ileri olan bu kazanımlar dünya tarihinde ilk kez yaşanıyor ve bunların hiçbirinin Emma'nın hayatının ikinci bölümünü içeren 550 sayfada üç satırı bile haketmemiş olması en azından şaşırtıcı. Şaşırtıcı olan bir başka nokta ise, Clara Zetkin, Aleksandra Kollontay gibi Rusya'da kadın mücadelesinin önde gelen isimleriyle tanışma imkânı bulan Emma Goldman'ın, bu kadınların ne düşüncelerinden ne de o sıradaki faaliyetlerinden neredeyse hiç söz etmemiş olması (Kollontay'ın giyimi kuşamı, zerafeti, güzelliği, evinin nasıl döşendiği vb. Konusundaki ayrıntılar bir yana!). Bu ikinci cilt de birincisi gibi, insanların ve olayların hızlı bir resmi geçit yaptıkları, kronolojik, düz bir çizgi izliyor. Geriye bakarken yalnızca nostaljik denebilecek bakışlar; belirli sınırları aşan iç hesaplaşmaların, sorgulamaların yer almadığı, bugüne ve yarına, ama yarın dedimse, sanki en çok bir ay sonrasına dikilmiş bakışlar. Hareketli, pragmatik, günü kurtaran bir yaşamın hızı içinde, en tarihsel olaylar söz konusu olduğunda bile, telaş içinde koşarken derlenmiş öznel, parça parça izlenimler ve bunların sanki hiçbir değişim yaşamaz gibi görünen teoriye acilen eklemlenmesi. Kimbilir, belki bütün bunlar haksızlık. Belki de Emma Goldman bu değil de, kendini iyi ifade edemeyen kötü bir yazar. Ama ne olursa olsun, çok önemli tarihsel olayların, onları etkileyen, değiştiren bir tanığı. |